31 Ekim 2013 Perşembe

Kanserden koruyan meyve

Bursa’da Uludağ ve Gemlik’in yüksek kesimlerinde yetiştirilen yaban çileği olarak da bilinen dağ çileği nin tabiatta kendiliğinden yetişen bir meyve olarak bilindiğini belirten bitki uzmanı Ahmet Maranki , "Normal çilekten farkı ise daha küçük boyda olması. Dağ çileği, tam bir vitamin deposudur. Yaşlanmaya karşı son derece etkili olduğundan doğal anti-ageng bir meyve. Üstelik bazı rahatsızlıklara sebebiyet veren virüsler üzerinde öldürücü etkiye sahip olduğu biliniyor" dedi.
Maranki, dağ çileğinin bağışıklık sistemini güçlendirdiğine dikkat çekerek, "Dağ çileği, gıda değeri yüksek bir meyve. Halk arasında dağ çileği olarak da bilinen yaban çileği, C vitamini açısından oldukça zengin. İshale yol açan bazı mikroorganizmaları durdurma özelliğine de sahip. Vücuttaki serbest radikallerin dışarı atılmasına da yardımcı olur. Ciltteki sivilce ve aknelere iyi geliyor" dedi.

"DAĞ ÇİLEĞİ ROMATİZMA AĞRILARINI AZALTIYOR"

Dağ çileğinin damar tıkanmasını önlemeye yardımcı olduğunu dile getiren Maranki, "Dağ çileği, kanser e karşı koruyucu ve bu hastalığın ilerlemesini önlüyor. İdrar söktürücü, romatizma ağrılarını azaltıcı etkisi var. Sinirleri kuvvetlendirip, bağırsak kurtlarını döker. Ateş düşürücü olduğu uzmanlarca kabul edilir" diye konuştu.

25 Ekim 2013 Cuma

Kitaplık ve okuma saati, çocuklara kitap okumayı sevdiriyor

Toplumda yaygınlaşan bilgisayar oyunları ve sosyal medya kullanımıyla çocuklar, kitap okuma kültüründen de uzaklaşıyor. En büyük görevin ailelere düştüğünü söyleyen uzmanlar, evde kütüphane bulunması, ailece okuma saati uygulanması ve uygun kitap seçiminin çocuklara okuma alışkanlığı kazandırdığını belirtiyor.
Saatlerce bilgisayar başında oturan ve hiç kitap okumayan çocuklar, hemen her ebeveynin yakındığı bir konu. Uzmanlar bu durumda ailelerin kitap okuyarak örnek olmasını öneriyor. Çocukların okuyacağı kitapların içeriğinin ve dilinin de önemli olduğunu belirten Zambak Yayınları Kültür Kitapları Yayın Yönetmeni Mehmet Azim, “Çocukları kitap okumaya özendirmenin yolu evde mutlaka bir kitaplık bulundurmaktan ve ailece okuma saatleri düzenlemekten geçer.” diyor.

Kitapların çocukların hayatını şekillendirdiğini belirten Azim, “Çocuk kitapları, çocuklar gibi narin olmalı. Aileler, öğretmenle birlikte çocuğun düşüncesini de alarak kitap almalı.” diyor. Ailelerin kitap okuma için evde uygun zemin oluşturması gerektiğini belirten Azim, “Aile büyükleri çocuğa örnek olmalı. Evde bir kitaplık bulundurmak, belirli saatlerde ailece kitap okumak, kitap hediye etmek, okuma alışkanlığının oluşmasında ve kitaba ilginin artmasında en önemli etkendir. Temsil, bu yönüyle anlatmanın önünde gelir. Önce örnek olacağız, sonra yavrularımızdan buna uygun hareket etmelerini isteyebiliriz.” ifadelerini kullanıyor. Yapılan araştırmalarda yayınların, çocuk üzerinde çok ciddi etkiler oluşturduğunu aktaran Mehmet Azim şu tavsiyelerde bulunuyor: “Çocuklara önerilecek yayınlar içerik olarak doğru mesajlar vermeli ve ruh dünyasında yaralar açmamalı. Çocuklar yalanlarla, aldatmacalarla ve boş şeylerle bir zihin karmaşasının içine itilmemeli. Tercih edilecek eserler, çocukta insanî duygu ve değerlerin gelişmesini, sevginin mayalanmasını, kendi değerlerine karşı ilgili ve saygılı olmasını sağlamalı.” Birçok çocuğun, eserlerdeki kahramanlarla kendilerini özdeşleştirdiğini söyleyen Azim, “Çocuğun bilinçaltına iyi örnekler sunulmalı. Olumlu ve yapıcı örnekler verilmeli. Çocuk kitapları, hurafe ve batıl inançlardan arındırılmış olmalı. Saldırganlık, korku, şiddet, öfke çocuk kitaplarından uzak tutulmalı. Edebiyatın teorik ve pratik ilkelerine de uygun olmalı.” diyor...

23 Ekim 2013 Çarşamba

Insan omrunde ne kadar ruya gorur?


Rüya görmek öğrenmenize yardım edebilir: Bir sınav için çalışıyorsanız veya yeni bir işi öğrenmeyi deniyorsanız, biraz şekerleme yapmayı düşünebilir ya da erken yatıp sabah çalışmayı düşünebilirsiniz. Harvard Tıp Okulu'ndaki araştırmacılara göre, beyin rüya gördüğünde, öğrenmenize ve sorunları çözmenize yardım ediyor. "Current Biology" isimli derginin son sayısında yayınlanan araştırmada, rüyaların beynin yeni bilgiyi işleme, birleştirme ve anlama şekli olduğunu belirlendi. Uyku kalitenizi iyileştirmek için yatak odanızda televizyon gibi gürültü yapan cihazlardan uzak durmalısınız. Çünkü bunlar rüyalarınızı kalitesini ve uzunluğunu olumsuz etkiler.
Bir gecede birçok rüya görebilirsiniz: Uzmanlar gecede sadece bir rüya görmediğinizi, bazı geceler bir düzineden fazla rüya görebileceğinizi söylüyorlar. Ancak siz bunların hepsini hatırlamayabilirsiniz. Gece boyunca her 90 dakikada bir rüya görürüz, her rüya döngüsü öncekinden daha uzundur. Gecenin ilk rüyası 5 dakika uzunluğundadır ve uyanmadan önce gördüğünüz son rüya ise 45 dakika ile 1 saat arasında değişebilir. Birçok insanın ömrü boyunca 100 binden daha fazla rüya gördüğü tahmin edilmektedir.
Uyandıktan sonra kendinizi halen rüyanın etkisinden kurtaramazsınız: Sizin hiç güzel bir rüyadan uyandığınız ve rüyanın devamını görmek için kıpırdamadan yattığınız oldu mu? Böyle bir şey olduğunda, hareket etmeden uzanın ve uyandığınız şekilde birkaç dakika kalın. Çünkü rüyalarınızı hatırlamanın en iyi yolu uyanınca hareketsiz kalmaktır. Vücudunuzu hareket ettirirseniz rüyadan kopar ve rüyanızı daha çabuk unutursunuz...

22 Ekim 2013 Salı

Allah'a Tam Teslimiyet!

http://www.samanyoluhaber.com/web-tv/allaha-tam-teslimiyet-5988-video-haberi/
Besmele ve Tekbir sesleri ile hayvanları sakinleştiren adamın görüntüleri izleyenleri şok ediyor. 'O'nun adıyla O'nun namına olunca gönüller mutmain olur.' ifadesini adeta kanıtlayan bu görüntülerde, yere yatmak istemeyen hayvanlar Tekbir ve Besmele ile sanki cansızmış gibi hareket etmiyor.

20 Ekim 2013 Pazar

Baba, evimiz çok güzelmiş, beni neden yurda verdiniz?

Kiminin yıllar süren çocuk hasretini dindiriyor, kiminin de 40’ından sonra evine çocuk cıvıltısı dolduruyor ‘Koruyucu Aile’ projesi. Neşe Hanım “Anne olmak için boşuna beklemişim.” ifadelerini kullanırken, Mehmet Bey gözleri dolarak, “Hayatımıza bir melek katıldı.” diyor.
Zehra bir cami avlusuna bırakıldığında daha bir günlük bir bebektir. Devlet sahip çıkar, konuşmaya başladığında diğer çocuklar gibi o da yurttaki bakıcılarına ‘anne’ der. Yurtta gülmeyi bilmeyen sinirli bir çocuk iken 3 yaşında tanıştığı koruyucu ailesi sayesinde yeniden doğar. 16 yaşındaki Haluk’tan başka çocukları olmayan İsmail ve Gülşen çifti, Koruyucu Aile Projesi’ni araştırırken başka üç çocukla tanışır ama hiçbirine 2007’de tanıştıkları Zehra kadar ısınamaz. Haluk, önceleri yeni bir kardeşe karşı çıksa da sonunda ikna olur. Bir aylık sürecin sonunda Zehra “Artık evimize gidelim anne.” der. Eve ilk geldiklerinde kaldığı yurdu kreş sanan Zehra’nın sorduğu soru ilginçtir: “Evimiz çok güzelmiş, beni neden kreşe verdiniz?”
Bu Kurban Bayramı’nda Zehra, babasının yastığının altına bir mektup bıraktı: “Sen olmazsan ben yurttaki diğer çocuklar gibi babasız olurdum. İyi ki varsın.” Baba İsmail Bey, “Bana hayatımdaki en güzel bayram hediyesini kızım verdi.” derken, şimdi 9 yaşında olan Zehra, “Ben hayata 3 yaşında başlamışım.” ifadelerini kullanıyor. Zehra yurttan geldiği ilk günler acemilik çekmiş. Örneğin çocuk yurdundaki bakıcılara söylediği gibi evde babası ve ağabeyi de dahil herkese ‘anne’ demiş. Köfteyi çok seven Zehra, yuvada sayılı aldığı köftenin evde ortak bir tabakta yenilmesine şaşırmış. Şimdi ise yüzünde gülücükler açıyor. Zehra zamanla iki anne ve babası olduğunu kabullenmiş. Uzman kontrolünde biyolojik annesiyle de ayda bir görüşüyor. Gülşen-İsmail çifti, “Peygamberimiz de yetim ve kimsesiz çocuklara bakmış. İkinci çocuğumuz olmayınca, Sosyal Hizmetler’den almamız gerektiğini düşündük. İnşallah ahirette bize şefaatçi olacak Zehra.” diyor. Gülşen Hanım, yaşı 40-45 olmuş birçok kişinin emeklilik dönemlerini boşa geçirdiğini hatırlatarak, “Boş boş oturmaktansa böyle bir hayra vesile olmak daha iyi değil mi? Biz varlıklı bir aile değiliz. Sadece soframıza bir kaşık daha koyduk.” diyor.
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ile Milli Eğitim Bakanlığı’nın ortak projesiyle çocuk yurdunda kalanlara belirli bir kontenjan dahilinde ücretsiz eğitim imkânı veriliyor. Bu sayede Zehra da özel bir okulda eğitimine devam ediyor. İsmail Bey, bazı özel okulların Sosyal Hizmetler’e kontenjan ayırmadığını söyleyerek bakanlık yetkililerini göreve çağırıyor. Ayrıca protokol gereği Zehra gibi koruyucu aile yanındaki diğer çocuklar özel hastanelerden ücretsiz yararlanıyor ve ilaçlarını da eczanelerden ücretsiz alıyor.
‘BEN DE BAŞKA AHMET’LERİ KURTARACAĞIM!’
Ailesinin dağılmasıyla bakacak kimsesi olmayan Ahmet’e devlet sahip çıkmış. Aile hasreti çeken Ahmet, koruyucu ailesi sayesinde ikinci anne-babasıyla 9 yaşında tanışmış. Çocuğu olmayan Neşe Hanım o dönem yurtlarda gönüllü annelik yapıyormuş. Neşe Hanım’ın içi Ahmet’e ısınınca, koruyucu ailesi olmuş. Neşe Hanım da öz anne-babasının yanında büyümemiş. Bu nedenle Ahmet’i daha iyi anlıyor. Ahmet’e durumunu “Bak oğlum, beni de bir doğuran bir de büyüten annem vardı. Senin durumun da aynı böyle.” diye anlatmış. Elektrik elektronik mühendisi Neşe Hanım, oğlu Ahmet’in derslerinde de yardım ediyor. Ahmet ise “İleride bir aile kurduğumda ilk işim başka Ahmet’leri kurtarmak.” diyor. Ahmet’in, arkadaşlarının bir kısmı yurtta bir kısmı ise üniversitede. Arkadaşlarından bazıları ise madde bağımlısı. Ahmet “Eğer onları da bir alan olsaydı, kurtulurlardı.” diyor. Yeni koruyucu aile olanların sıkıntılarına yardımcı olmak ve dayanışmayı artırmak için İstanbul Koruyucu Aile Derneği’ni kuran Neşe Hanım, “İnsanlar çok uzun süreler tüp bebek merkezlerinde tedavi görüyor ve yine de çocuğu olmayabiliyor. Anne-baba olmanın, bu duyguyu tatmanın başka yolları da var. Anne-baba olmak için bu kadar beklemeye gerek yok.” diye konuşuyor.

    28 yıllık evli Mehmet-Gülsade çiftinin çocukları olmuyor. 2 ay önce B.K.(4)’ye koruyucu aile oldular. Almanya’da 33 yıl çalışan ve 2011’de Türkiye’ye kesin dönüş yapan Mehmet S. (47), “Gerçek bayramı asıl şimdi yaşıyoruz. Hayatımıza bir melek katıldı. Öz çocuğum olsa bu kadar sevmezdim. Bize ‘babacığım, anneciğim’ demesi adeta eritiyor bizi. Evimize neşe geldi.” diyor. Bir arkadaşının tavsiyesiyle koruyucu aile olduğunu aktaran Mehmet S., gözleri dolarak ömrünün en güzel hediyesini aldığını belirtiyor...

19 Ekim 2013 Cumartesi

Stres acıktırır mı?

İnsanlar üzgün, sinirli ya da mutlu olduklarında sürekli bir şeyler atıştırdıklarını söyleyip durmuşlardır. Kimi insan stresliyken hiçbir şey yiyemezken kimisi ise önüne ne gelirse yiyip bitirir. Peki gerçekten stresli olmak sizi acıktırır mı ya da iştahınızı mı kapatır?
Popular Science dergisinde yer alan habere göre, stres hakkında bilim adamlarının sahip olduğu bilgilerin çoğu tıka basa doyurulmuş hayvanlardan geliyor. Araştırmacılar bu doyurma işini laboratuar farelerine her gün birkaç saat uyguladıklarında, kemirgenler sağlıklı evcil hayvan yemlerine olan iştahlarını kaybettiler. Fakat hayvanlara bol şekerli veya bol yağlı abur cuburlar verilirse farelerin bol miktarda yediği görüldü.
10 yıldan uzun bir süredir stresin yeme üzerindeki etkilerini inceleyen California Üniversitesi’nde görevli araştırmacılar, bir hayvanın kalori alımının gerçekte tümüyle artmadığını, fakat yediği yiyeceklerin çeşidinin değiştiğini belirttiler.
Hayvanlar stres altında olduklarında yırtıcı hayvanlarla savaşmak ya da daha güvenli bir yere kaçmak için fazladan enerjiye ihtiyaçlar duyuyorlar. Sonuç olarak vücutlarında üretilen kortizol seviyesinde ani yükseliş meydana geliyor. Kortizol hormonu farelerde ve kaslarda depolanan glukozu, vücudun hayati fonksiyonlarına yakıt olarak iletilen glukozu çözüyor. Ayrıca kortizol daha kalorili (yağlı, şekerli) yiyecekler arayıp bulmaya sevk ediyor.
Bazı insanlarda da benzer etki görülüyor. Yapılan araştırmalarda, insanları laboratuarda stres altında bırakıp, onlara atıştırmalık büfesi sunarsanız havuç dilimlerinden çok çikolata, gofret gibi tatlı yiyeceklere daha fazla yöneldikleri tespit edildi... 

17 Ekim 2013 Perşembe

Kesik Harfler

Tatil bizler için soluğu ana babanın yanında almak demektir. Öyle başkaları gibi başımızı alıp gitmek bize göre değil. Her yıl Anadolu’nun mümin köşesindeki bu köye geliyoruz bu yüzden. Buradan da boş döndüğümüzü söyleyemeyiz. Tatil köylerinde köşelerine çekilenlerin kazançları ne oluyor bilmiyorum ama bizler biraz daha kârlıymışız gibi geliyor. Mesela bu köye her gelişimizde ibretlik hadiseler bizi bir yerimizden yakalıyor ve önünde diz kırmaya zorluyor. Gönüllü bir zorunluluk bu. 

Kayınpederim eski günlerini anlatır çokça. Bir pir-i fani âdem. On yıldır bu evin geliniyim. On yılda belki bazılarını on kez, yirmi kez dinledim. Kayınpederimin anlattığı hadiselerin mutlaka ibretlik bir tarafı vardır. Onun hayatının da ibretlik bir duruşu vardır hayat karşısında. Bize de temaşa edip lezzet almak düşüyor.

Evlatlarının onun anlattıklarını nasıl can kulağıyla dinledikleri görülmeye değer. Onların bu kulak kabartması da benim için ayrı bir ders. Benim bile on kez dinlediğim hadiseyi kim bilir onlar kaçıncı sefer dinliyorlardır. Nasıl ve niçin, ilk defa dinliyor gibi, sözünü kesmeden, herhangi bir ayrıntıyı kaçırmaktan korkarak, dikkatle dinleyebildiklerini düşünür, hayret ederim.

Bu yaz neredeyse bütün bir ramazanı bir arada geçirdik. Bir yaz ramazanı. Günler alabildiğine uzun. Ama köy serin, iş az. Hemen herkes öğretmen. Bu yaz kayınpederimden daha önce anlattığını hatırlamadığım hatıralar da dinledim. Dikkatle dinliyorum ya beni daha bir içten seviyor. Bazen sohbet esnasında başı kayıyor. Uyuyup kalıyor oturduğu yerde. Bazen bizim ufaklıkla divanın biri bir ucunda biri bir ucunda uyuyorlar. Çaktırmadan fotoğraflarını çekiyorum. Öyle samimi bir hâl bizimkisi. Bir tür baba kız ilişkisi. 

Her gün küçük evin penceresinden Murat Dayımın evine bakarım, diyor. Bir Fatiha okur, sevabını dayımın ruhuna bağışlarım. Küçük ev dediği, arkadaki küçük oda. Her oda bir ev. Eskiden iki oda varmış. Küçük ev, koca ev. Ben de bakıyorum o pencereden. Mavi boyalı, küçük ama derince bir pencere. Eh, taş duvar. O kadar derinlik olacak. Bu duvarı da kendisi yapmıştır herhalde. Karşıda metruk bir ev. Önünde bir çardak. Çardakta artık budanmamaktan çalılaşmış asma. Asmanın altında yer yer taşları yerinden oynamış, yola düşmüş bahçe duvarı… 

Her sabah erkenden kalkıp namazını kılar. Sonra Kur’ân okur. Ne zamandır böyle düzenli okuyor bilmiyorum. Cami boy kocaman Kur’ân’ı var. İstanbul’dan görümcem getirmiş. Babaya özel, cami boy, Hüsrev hattı kırmızı ciltli Kur’ân-ı Kerim. Okunmadığı zamanlar büyükçe bir poşette duvardaki çivide asılı durur. Rahlesi bir sandalyedir. Kur’ân’ını poşetten çıkarır, sandalyenin dayanılan yerine dayar. Aynı poşetten çıkardığı, hikâyesini ailede ve yakın çevrede herkesin bildiği gözlüğünü takar, sandalyenin önüne diz çöker ve dudaklarını kıpırdatarak sessizce okumaya başlar. Âdeti üzere çoğu zaman yarım cüz okur. Bir hatmi hitama erince aynı gün tekrar başlar. Kur’ân’ın içinde birkaç parça kâğıt var. Bir gün çocuklara Kur’ân dersi vereceğiz, kitaplıktaki Mushaflar yetmedi. Babamın Mushaf’ını da aldık. O zaman gördüm o kâğıtları. Her hatme ne zaman başlayıp ne zaman bitirdiğini not etmiş. Meselâ şöyle: “Bugün Haziranın 15’i. Sene 2011. Hatm-i şerifi bitirdim ve aynı gün yenisine başladım.” Harika bir el yazısı. Gayet özenli. Bizim nesil böyle bitişik yazı öğrenemedi. Kesik kesik harfler öğrendik. Şimdi çocuklar okulda bitişik yazı öğreniyorlar. Özeniyorum doğrusu. Çocuklardan çok Fehmi babamın yazısına… O hiç okula gitmemiş. Köye okul açıldığında on beş yaşını geçti diye almamışlar.

Yedi sekiz yaşlarında öğrenmiş okuma yazmayı. Belki de dokuz ama kesinlikle on değil. On yaş onun için bir milat çünkü. Yazıyı öğrendiği zamanlar milattan, yani anasının ölümünden önceye ait bir hatıra. 

Dayısı kendi kendini yetiştirmiş bir “eğitmen”. Köylüsü Kerim Efendi okula gitmiş uzak bir kasabaya. O da tatillerde geldikçe ondan öğrenmiş. Kur’ân yazısını kimden, ne zaman öğrendi bilmiyorum. Murat, gariban. Babası Çanakkale’de kalmış. Bir dul kadının dört yetiminden en küçüğü. Ama cin gibi. Sadece kendi köylüsüne okuma yazma öğretmekle kalmıyor, civar köylere, kasabalara da gidiyor. Üç kuruş beş kuruş, biraz buğday, darı, artık köylü ne verirse… Az çok demeden çocuklarına harfleri öğretiyor. Kayınpeder anlatıyor. 

“… Bir İsmail Çavuş vardı Dalaman taraflarından. Her yıl Murat Dayıyı görmeye gelirdi. Gelirken de eli boş gelmez. Bir kasa portakal, bir kavanoz bal, zeytin... Mevsime göre mutlaka bir hediye getirir. Bir gün sordum. 

- Çavuş, sen çok mu seversin bu hocanı. Her yıl böyle sektirmeden geliyorsun. 

- Ee, sevmez miyim birader, hocam beni körlükten kurtardı. Cahillik demek, körlük demektir.”

Anası, Fehmi Babamı da üç aylığına kardeşinin yanına göndermiş. Kendileri Kusuru’da, dayı Yayla’da Camiyanı’nda. Küçük Fehmi’nin yanına keçileri de takmışlar. Hem kendi keçilerine, hem dayısının keçilerine bakacak, hem de ne öğrenebilirse öğrenecek dayısından. Herkes üç ders görüyordu, ben iki ders görüyordum, diyor. Bir ders çobanlığa gidiyor. Üç ay içinde hem yeni yazıyı hem Kur’ân okumayı öğrenmiş. Zaten program üç aylık. Köylüler, Murat gibisi yoktur, başkasının üç yılda öğrettiğini üç ayda öğretir, derlermiş. Bir kara tahtası varmış dayının. En üstte yeni yazının alfabesi yazılı olurmuş. Kuralmış. O satır hiç silinmezmiş. Tek tek her talebeye öğretirmiş.

- Biri gelir sorarsa hocanız ne öğretiyor diye, 29 Türk harfini öğretiyor efendim, diyeceksiniz. Ne diyecekmişsin Fehmi?

- 29 Türk harfini öğretiyor efendim.

- Ne diyecekmişsin Ahmet?

- 29 Türk harfini öğretiyor efendim.

- Ne diyecekmişsin Mehmet?

- …

Eh olacak o kadar. Birkaç kez nahiyeye, hatta kazaya çağrılmışlığı vardır hocanın. O zamanlar Kur’ân harfi öğretenlerin hapislerde süründüğü, en azından temiz bir dayak yediği, Kur’ânların, eski yazılı kitapların yakalanmasın diye gömüldüğü zamanlar. Sonradan resmen “eğitmen” unvanı alır ve daha rahat devam eder işine. Maarif ordusunun çarıklı erkân-ı harbi dense seza.

Üç ayın sonunda ilk mektubunu yazmış Fehmi Babam. Yayla’dan Kusuru’ya. Anası sevincinden ağlamış. Dayısı talebelerine önce zarf yapmayı öğretiyormuş. Düzgün bir kâğıdı alıp nasıl kesecekler, nasıl katlayacaklar gösteriyor, sonra su kabağındaki erik ekşisinden, küçük bir çinko çanağa döküyor, yumuşak bir ağaçtan kesip ucunu bir çeşit fırça haline getirdiği dal parçasıyla ekşiden zarfın katlanan yerlerine sürüyor. Erik ekşisi tabii tutkal vazifesi görüyor. Sonra bir asker mektubu gibi mektup yazdırıyor bütün talebelere. Maksat askere gidince kimseye muhtaç olmasınlar, kendi mektuplarını okuyup yazsınlar. Eh, bu eğitimin meyvelerini de alıyor köy. Askere gidenlerin birçoğu okuryazarlıkları sayesinde isimlerinin sonuna çavuş, onbaşı eki alarak dönüyor kışladan. Fehmi Çavuş da bunlardan biridir. Çavuşluk diploması “koca ev”in duvarını süsler.

Eski düver evlerde babasıyla dayısı bir araya geldi mi uzun kış gecelerinde ocağa kocaman meşe kütükleri atar kitap okurlarmış. Babası birkaç yıl Emecik’te okumuş. Eski medrese sisteminde bir mektep olmalı. 

- Babam harekesiz eski yazıyı, dayım yeni yazıyı daha güzel okurdu, diyor. 

Babası dayısından beş altı yaş büyük. 

- Ne okurlardı baba?

- Bazen hikâye okurlardı. Kesikbaş, Geyik Hikâyesi, Aslı-Kerem, Cenknâmeler... Babam en çok Kara Davut okurdu. Okur okur ağlardı.

Halalardan duyuyorum, dede başka kitaplar da okurmuş. Bir de Osmanlıca yazılı meali varmış, şimdi ne kadar arıyorlarsa da bulamıyorlar. 

Eh okumuş aile. Eskiden de öyleymiş demek. Fehmi Babamın dedesi Molla Ali, kısaca Mollali derlermiş. Genç yaşta ölmüş. Onlar da yetim büyümüş. Kayın validenin dedeleri de hep hocaymış. Bu sene ilk kez o da anlattı. Dedesi köyün “hatıp”ıymış. İmamı yani, imam ve hatip. Hatıp’ın üç yerde tarlası varmış. Her tarlanın başında küçük bir ev. Köyde o zamanlar herkes aynı. Bir çeşit yarı göçebe hayatı yaşıyorlar. Dedenin her yurtta kitabı olurmuş. Nereye gitse oradaki kitaptan okumaya devam edermiş. Dededeki bu ilim aşkına şaşırıp kalıyorum. Dağın başında sıradan bir köy hocası. Üstesine o zamanlar belki aynı seviyede beş on hoca var köyde. İmamlık mevzuunda rekabet var. Nereden nereye… Sonra tazyik, baskınlar, jandarmanın sıkıştırması başlayınca ne kadar kitabı varsa gömmüş dede. Bir tek Kur’ân bırakmış. Onu da bir torbayla ambarın altına hafifçe gömermiş. Gider oradan çıkarır, ormanda okur, tekrar aynı yere gömermiş. Sonradan kitapları çıkarmışlar ama okunacak kitap kalmamış, hepsi çürümüş gitmiş. Ambara, samana gömülenleri de fareler kemirmiş. Ben o kemirilmiş kitaplardan birkaçını kayınbiraderin kütüphanesinde görmüştüm.

Kat kat temaşa…

Kayınpeder yazıyla, harflerle ünsiyetini anlatmaya devam ediyor. Yumuşak taşlardan her öğrenci bir küçük beyaz tahta yaparmış kendine. Kâğıt ilaç adeta, kıt bulunan bir şey. O taşın üstünde öğrenirlermiş yazıyı. Keçeden, küçük silgiler keserlermiş. Sonra pazardan gelen ve yine çok kıymetli olan kurşun kalemleri sıfır noktasına kadar kullanırlarmış. Köyde bir çeşit çalımsı ağaç var “dondandokuz” diyorlar. İçi boş dalları var bu ağacın. Kalemler elle tutulamayacak kadar küçülünce, düzer, bu ağaçtan kestikleri çubuklara sokarlarmış.

Fehmi Babam her gün en az yüz kere şükreder. Binlerce şükür Rabbime, der. Çevresinde okuyan, yazan, kitaba meraklı çocuklar, torunlar, gelinler, damatlar gördükçe durmadan şükreder. O eski günleri düşünür, o günleri anlatır. Boş kağıt görür şükreder. Ortalıkta dolaşan birçok sahipsiz kalem görür şükreder. Son yıllarda en çok da altı yedi yaşlarındaki torunlarının Kur’ân okuduklarını gördükçe şükrediyor. Binlerce şükür Rabbime… Sonra hemen hüzünleniyor. Babam görseydi bu günleri. Anam görseydi, dayım görseydi… Hemen bir Fatiha okuyor, sevabını ruhlarına hibe ediyor.

Ben de dikkatle dinliyorum artık. O anlatılanlar hep aynı olsa da hep şükür edalı. Şükür nimeti ziyadeleştirirmiş. Hem bazen yeni bir ayrıntı çıkıyor. Atladığımız bir teferruatı öğreniyoruz.

Şahsen şöyle düşünüyordum eskiden. Bu dağ başında yerleşik hayata adapte olmaya çalışan bir grup insan vardı. Bunlar zamanla cahillikten medeniliğe doğru ilerliyorlar. Babalarımız harflerle tanışmış iyi kötü, biz biraz daha haşir neşir olacağız, sonraki nesil belki çok daha iyi bir noktaya gelecek. Şimdi kafamda yavaş yavaş gelişmeye göre kurgulanmış bu şablonun, hâli açıklamaya yetmediğini fark ediyorum.

Nasıl oldu da harflerle, kitapla böyle sıkı ilişkisi olan bir toplum cahil bir toplum hâline geldi diye düşünüyorum. Bu sadece harf inkılâbıyla açıklanabilecek bir şey de değil. Nasıl oldu da bir dönem handiyse bütün çocuklar yetim, bütün kadınlar dul kaldı? Bu fetret devrinden önce bu dağ başlarında da bizim şimdi anladığımız gibi değil ama bir medeniyet varmış. Hem de ciddi bir medeniyet. Nasılmış acaba?

Bir medeniyet gitmiş, yerine yenisi gelmemiş. Nenelerden kalan nakışlara, elbiselere, kilimlere bakıyorum. Yok, bu dağ başında… Dedelerin okuma aşkını düşünüyorum. Şimdi çevremde hiç öyle bir dede gördüğümü hatırlamıyorum. Kesik kesik harflerle yazıyor bizim nesil. İnşallah, çocuklar… 

16 Ekim 2013 Çarşamba

Eti salata ya da sebze yemeği ile tüketin

Turgut Özal Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Diyetisyeni Selma Öztürk bayramda beslenme ile ilgili önemli uyarılarda bulundu.

Kurban etinin salata ve sebze yemekleri ile beraber tüketilmesini tavsiye eden Öztürk, “Çünkü etin içindeki demir, sebze ve salatanın içindeki C vitamini ile alındığında demir emilimi daha fazla olmaktadır.” dedi. Kurban etinin kesildikten hemen sonra yenilmesinin sakıncalı olduğunu belirterek, “Yeni kesilen ette ‘‘Rigor Mortis’’ dediğimiz ölüm katılığı ve oksijensiz solunum yapan bakterilerin hâlâ etin dokusunda canlılığını devam ettirdiğini ve bu durumun 24 saat sürdüğünü unutmamalıyız. Eğer bu şekilde hemen tüketirsek etin pişmesi uzun sürer, sert olur ve sindirimi zor olur.” diye konuştu. Etlerin muhafazası hakkında da bilgi veren Öztürk şunları söyledi: “Etler, dışarıda bekletilmemelidir. O yüzden etleri temiz poşetlere konmuş bir şekilde buzdolabında maksimum 3 gün, -2 derecede 7 gün, -32 derecede ise 3-6 ay muhafaza edebiliriz. Donmuş etleri çözdürme işlemi ya buzdolabında yapılmalı ya da mikrodalga fırınların defrost ayarında çözdürme işlemi gerçekleştirilmelidir. Çözülmüş etleri asla tekrar dondurucuya koymamalıyız... 

14 Ekim 2013 Pazartesi

Gereğinden az ya da fazla uyuyorsanız bunlara dikkat!

Kalp krizi ya da felç geçirme riskinizin uyku sürenize bağlı olduğunu biliyor muydunuz? Günde 6 saatten az ya da 8 saatten fazla uyuyorsanız kalp hastası olma riskiniz oldukça yüksek.
Son yapılan araştırmalara göre, günde 6 saatten az uyuyan insanların 6-8 saat uyuyanlara oranla kalp krizi veya felç geçirme olasılığının iki kat arttığı belirlendi. Ayrıca günde 6 saatten az uyuyan insanlarda konjestif kalp yetersizliği hastalığı oluşma ihtimali üçte iki daha fazla. Bu hastalık kalbin kanı vücuda pompalama yeteneğinde zayıflamaya neden oluyor ve potansiyel olarak diğer organlara da zarar veriyor.
Bununla birlikte günde 8 saatten fazla uyku kalp spazmı riskini 2 kat ve koroner damar hastalığı gelişme riskini de yüzde 19 artırıyor. Chicago Tıp okulunda görevli araştırmacılar, uyku süresi uzun olan insanların kardiyovasküler hastalık riskinin arttığını söylediler. Ancak 6-8 saatlik uyku süresine sahip olan insanlarda ise riskin düştüğü belirtildi.
İngiliz Kalp Vakfı'ndan gelen veriler temelinde, 2011 yılında İngiltere'de 159 binden fazla insan kardiyovasküler hastalık nedeniyle öldü. 6 erkekten biri ile 9 kadından biri koroner kalp hastalığından öldü. Bu toplamda neredeyse 74 bin insan öldü. Ayrıca felç de 42 bin insanın ölümüne yol açtı.
Amerikan ulusal kalp verileri temelinde 6 bin 538 kardiyovasküler kalp hastasının dahil olduğu çalışmada, anketler yaşları 60'dan başlayan katılımcılara verildi. Katılımcıların günde ortalama 7 saatten az uyudukları belirlendi. Uyku süresinin analizine göre, kardiyovasküler hastalığın günde 6 saatten daha az ve günde 8 saatten daha fazla uyuyan innsanlarda daha yaygın olduğuna dair eğilim var.
Sonuçlarda, yaş, vücut kitle indeksi, kolesterol, sigara içme, kan basıncı, uyku bozuklukları ve ailede kalp hastalığı öyküsü gibi kardiyovasküler hastalık riskini etkileyen diğer faktörler de hesaba katıldı. Uzmanlar, uykudaki kesintilerin vücudun metabolizması, bağışıklık sistemi ve hormonlar üzerinde geniş kapsamlı etkiye sahip olduğunu belirttiler. Uyku süresinin stres hormonunu (kortizol), kan basıncını, sinir sisteminin hiperaktivitesini veya iltihabı artırması konularında çok az etkili olduğu kaydedildi.

Ortalamadan daha fazla uyumanın kardiyovasküler hastalık riskini artırma sebebi tam olarak anlaşılamadı... 

9 Ekim 2013 Çarşamba

Bel ağrısını azaltmanın 5 yolu

Dr. Fizyoterapist Gamze Şenbursa, bel ağrısını azlatmanın yolları hakkında bilgi verdi. Bu yöntemleri 5 ana başlıkta toplayan Şenbursa, şunları söyledi:
"Kalsiyum güçlü kemiklerin anahtarıdır, fakat Japon araştırmacılar sizin bir o kadar daha ihtiyacınız olan Vitamin K'yı tespit etti. Brokoli, ıspanak ve diğer koyu yapraklı bitkiler, kemikteki kalsiyum depolarına yardım eder ve onu daha yoğun hale getirir. Güçlü kemikler güçlü bir vücut demektir. Böylelikle bel ağrısı ile sonuçlanacak herhangi bir yaralanma riskini azaltmış olursunuz.
Eğer çantanız veya evrak çantanız sizin ağırlığınızın %10'undan daha fazla ise sizin için ağır demektir. Ve tabiî ki çantanızı düzgün taşımanız da önemli. En iyi çanta sapı uzun olan ve vücudunuzu çapraz geçerek bir omzunuzdan diğer kalçanıza doğru çapraz asabileceğiniz çanta tipidir. Omuzları her 20 dakikada bir değiştirmeniz önerilir.
Bilinenin eksine yumuşak yatakta uyuyanlar sert yatakta yatan kişilere göre daha az bel ağrısı çeker. Yastık, başınız omurga hizasından çok yukarıda olamamalıdır. Eğer sırtüstü yatıyorsanız çeneniz göğsünüze değmemelidir. Eğer yan yatıyorsanız başınız omzunuza doğru bir açı yapmamalıdır.
Güçlü Core kasları (karın, sırt, diafram ve pelvik taban kasları) sizi bel yaralanmasından korur. Dizleriniz bükülü ayaklarınız yere tam temas edecek şekilde sırtüstü yatın, karın deliğinizi görecek şekilde öne doğru kalkın ve 10 saniye bekleyin (mekik hareketi). Elleriniz gövdenin yanında, yüzünüz yere dönük olucak şekilde yüzükoyun yatın, yüzünüzü yerden uzaklaştırın ve bu pozisyonda 10 saniye bekleyin (ters mekik hareketi). Haftada 3-4 gün, günde 2-3 set 15 tekrar olacak şekilde bu hareketleri tekrarlayın.
Bel sağlığı için iyi bir postür elzemdir. Eğer günde 8 saatten daha fazla oturuyorsanız, bu sizin beliniz üzerinde baskı yaratır. Sandalyenizin arkalığının belinizi desteklediğine emin olun eğer destek yetersiz ise bir bel yastığı temin edin. Sandalyenize oturduğunuzda kalça ve diz açısının 90 derece olması ve ayakların yer ile tam temasta olması önemlidir. Otururken dirsekleriniz masaya 90 derece açıda temas etmelidir."

8 Ekim 2013 Salı

Depresyon Parkinson riskini 3 kat artırabilir

Tayvan 'da bilim adamları, 10 yıl boyunca, depresyona yakalanan 4 bin 634 kişi ile ruhsal sorunu olmayan 18 bin 544 kişinin sağlık durumunu karşılaştırdı.

Depresyon a yakalananların Parkinson'a yakalanma riskinin 3,24 kat fazla olduğu görüldü.

Ancak depresyonun sinir sistemi dokularında meydana gelen bozuklukluğun erken belirtisi mi yoksa sebebi mi olduğunun henüz bilinmediğini vurgulayan bilim adamlarından Albert Yang, sonuçların depresyonun Parkinson hastalığının bağımsız risk faktörü olabileceğini gösterdiğini belirtti.

Albert Yang, yaşın ilerlemesine bağlı olarak depresyonun tedavisinin daha da zorlaştığının görüldüğünü de ifade etti.

Araştırma, "Neurology" dergisinde yayımlandı.

6 Ekim 2013 Pazar

Çocuklarda depresyon!

Çocuklarda görülen depresyonda, yetişkinlerdekinin aksine intihar eğilimi daha fazla oluyor. 13-19 yaş arası intihar girişimi oldukça yüksek. Çocuklarda depresyonun anne karnında başlayabildiğini belirten uzmanlar ise ailelere özellikle ergenlik döneminde güçlü iletişim kurmayı tavsiye ediyor.
Bilinç bulanıklığı ve baygınlık sebebiyle acile getirilen 8. sınıf öğrencisi Elif B.’nin intihar etmek için ilaç aldığı ortaya çıkar. 13 yaşındaki Elif’in bir ablası ve 6 yaşında erkek kardeşi var. Yapılan görüşmede arkadaşlarının kendisiyle dalga geçtiğini, okulda itilip kakıldığını ve okuldan soğuduğu için notlarının düştüğünü anlatır. Anne-babasının sık sık kavga ettiğini ve babasının alkol aldıktan sonra annesiyle tartıştığını söyleyen Elif, anne ve babasının boşanmanın eşiğine geldiğini aktarır. Bütün bu olaylar sebebiyle yaklaşık 3 aydır mutsuz, keyifsiz olduğunu, hiçbir şeyden zevk alamadığını, sürekli ağladığını, iştahının azalmasından dolayı 3 ayda 8-9 kilo kaybettiğini belirtir. Uykuya dalmakta zorlandığını anlatan küçük kız, uykularının dinlendirici olmadığını ve sabah kalktığında yorgun hissettiğini söyler. Daha önceden de intihar etmek isteyen ancak cesaret edemediği için erteleyen Elif’e major depresyon tanısı konulur. Doktorlar intihara teşebbüs etmemesi konusunda anlaşmaya varır, ilaç tedavisine başlanan ve haftalık psikoterapilerle takip edilen küçük kızın, yaklaşık 1 aylık izlem sonrası şikayetleri büyük ölçüde düzelir.
Toplumda ‘Çocuklarda depresyon olmaz’ gibi yanlış bir algının olduğunu söyleyen Prof. İlhan Yargıç, çocuk ve gençlerde depresyon belirtilerinin fark edilemediğini söylüyor. Ergenlik döneminde depresyona bağlı intihar ve ölüm oranı da oldukça yüksek. Çocuklarda depresyon sıklığı okul öncesinde yaklaşık yüzde 1-3, okul sonrası ergenlik döneminde ise yüzde 10-18 olarak biliniyor. Toplumsal açıdan tehdit oluşturan intihar şekillerinden birinin de önceden planlamaksızın oluşan intiharlar olduğunu aktaran Yargıç, farklı sebeplerle ortaya çıkan bu intiharların özellikle 13-19 yaşlarında görüldüğünü vurguluyor. Çocuklarda depresyonun birçok sebebi bulunduğunu aktaran Fatih Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Çocuk Psikiyatrisi Uzmanı Dr. Ceyhun Caferov ise okul öncesi ve okul sonrası dönemde görülen depresyon belirtilerinin farklı olduğunu belirtiyor. Okul öncesi dönemde ağlama, huzursuzluk, inatlaşma sinirlilik, karşı gelmeler, eşyalara zarar verme, içe kapanıklık, göz teması kurmama, uyku bozuklukları, beslenme problemleri, kabızlık, oyunlar ve oyuncaklarla mutlu olmama, ağrıya aşırı hassasiyet veya duyarsızlık gibi belirtiler gözleniyor. Okul sonrası dönemde ve ergenlik döneminde ise tablo mutsuzluk, çöküntü, halsizlik, enerjisizlik, içine kapanıklık, hiçbir şeyden zevk alamama, kilo kaybı ya da artışı, uyku düzensizliği, arkadaş ilişkilerinde bozulma, alkol ve uyuşturucu madde kullanımı, intihar düşünceleri ve girişimleriyle seyrediyor. Uzman Caferov, çocuklarda depresyon sebeplerini ise şöyle sıralıyor: “Annenin depresyonu, ölüm ya da ayrılık ile yakınını kaybetme, yetersiz sosyal çevre, yetersiz ebeveyn ilgisi, şiddete maruz kalma, hakarete uğrama ve cinsel istismar gibi travmalara maruz kalma, özürlü doğma veya bir organını kaybetme, körlük, sağırlık, uzun süre hastanede yatma, ilaç kullanma, ağrıya maruz kalma gibi kronik hastalıklar ve genetik olan, ailede tekrarlayan depresyon atakları çocuklarda depresyon sebeplerindendir. Özellikle okul öncesi dönemde kardeş kıskançlığı, ebeveynlerin farklı davranması ve kıyaslamalar çocuklarda depresyona yol açabilir.”
ERGENLİK DÖNEMİ DEPRESYONUNA DİKKAT!  

Reem Nöropsikiyatri kurucusu Uzman Dr. Mehmet Yavuz da gebelikten 6 ay önce başlayıp hamilelik süresince devam eden derin üzüntü ve kaygı sonrası doğan çocuklarda, dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu riski olduğunu aktarıyor. Hamilelikteki stresin doğum sonrasında da olumsuz etkilerinin olduğunu söyleyen Yavuz, çocukta zeka ve dikkat performansında düşüklük, dil becerilerinde gerilik, kaygı ve depresif bozukluk görüldüğünü aktarıyor. Mehmet Yavuz, “Anne adaylarının doğum öncesi stresten uzak kalmaları için öncelikle gebeliğin istenildiği ve hazır hissedildiği dönemde gerçekleşmesi önemli. Anne adayları strese maruz kaldıklarını fark ettiklerinde hamilelik döneminde psikolojik destek almalı.” diyor. Kendisi de depresyon geçirmiş ebeveynlerin çocuklarını depresyondan korumak için sağlıklı, kendiyle barışık, sorumluluk sahibi, zorluklarla baş edebilecek güçte bir çocuk yetiştirmesini tavsiye eden Prof. Yargıç ise “Yani her anne-babaya düşen sorumluluktan farklı, özel bir şey yok. Çocuk strese ve depresyona girmesin diye her istediğinin yapılması, kısıtlama getirilmemesi, sorumluluk verilmemesi gibi uygulamalar çocukta kişilik problemlerine yol açar ki bu da depresyona girme riskini daha da artırır.” diyor...

2 Ekim 2013 Çarşamba

Kitap okuman internet bağımlılığını azaltıyor

Mersin Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı ile Psikiyatri Anabilim Dalı tarafından yapılan araştırmada, lise öğrencilerinin yüzde 15’inin internet bağımlı sı olduğunu ortaya çıktı. Kitap okumayan öğrencilerde internet bağımlılığının daha fazla olduğu belirtidi

Mersin Üniversitesi'nden yapılan açıklamada toplumsal bir sorun haline gelen internet bağımlılığının liseli öğrenciler arasındaki yaygınlığı ile internet bağımlılığını etkileyen risk faktörlerinin araştırılmasını amaçlayan çalışmaya, 609’u erkek ve 547’si kız olmak üzere bin 156 kişi katıldı. Çalışmada katılımcılara internet kullanımına ayrılan zaman, internet kullanma alışkanlığı, internete bağlanılmadığında yaşanan ruhsal ve sosyal sorunlar, internetin ders ve arkadaş ilişkilerine etkisi gibi özellikleri belirlemeye yönelik sorular yöneltildi ve verdikleri cevaplar sonucu 81 puan ve üzerinde alan kişiler "internet bağımlısı" olarak tanımlandı.

Raporda, çalışmaya katılan öğrencilerin; yüzde 79’unun evinde bilgisayar, yüzde 64’ünün evinde internet bağlantısı, yüzde 88.6’sının en az bir e-mail hesabı ve yüzde 90.5’inin de en az bir sosyal ağ hesabının olduğu tespit edildiği belirtildi. Rapora göre, çalışmaya katılan öğrencilerin yüzde 15.1’i internet bağımlısıİnternet bağımlılığı oranı kızlarda yüzde 9.3 iken bu oran erkeklerde yüzde 20.4’e yükseliyor. İnternet bağımlılığı 11’inci sınıflarda yüzde 10.4 iken bu oran 9’uncu sınıfta yüzde 18’e çıkıyor. Kitap okuma alışkanlığının artması halinde internet bağımlılığının azaldığına dikkat çekilen raporda, haftada ve ayda en az bir kitap okuyan öğrencilerde internet bağımlılığı oranları yüzde 10.4 ve yüzde 11.8 iken bu oranın daha seyrek kitap okuyanlarda yüzde 16.9, hiç kitap okumayanlarda ise yüzde 32.8’e çıktığı aktarıldı. 

İnternet bağlantısı olmayanlarda günlük ortalama bilgisayar kullanma süresi 1,5 saat iken internet bağımlılarında bu sürenin 3 saate çıktığının ifade edildiği raporda Anadolu ve meslek liseleri ile özel ve düz liselerde okuyan öğrencilerin internet bağımlılığı oranları arasında fark olmadığı da kaydedildi. 
Yaş, cinsiyet, hobi ve bilgisayar başında geçen süre gibi faktörlerin internet bağımlılığını etkilediğinin belirtildiği raporda şu bilgilere yer verildi: “Erkek olmak internet bağımlılığını 2 kat artırmaktadır. 11'inci sınıfta olan öğrencilere kıyasla internet bağımlılığı 9’uncu sınıf öğrencilerinde 2.7 kat fazlayken, 10’uncu sınıf öğrencilerinde 2.3 kat daha fazladır. Herhangi bir hobisi olanlara kıyasla internet bağımlılığı; hobisi olmayan öğrencilerde 2.3 kat, bilgisayarla ilişkili hobisi olanlarda ise 2.9 kat daha fazladır. Haftada en az bir kitap okuyanlara kıyasla internet bağımlılığı; ayda birden daha az kitap okuyanlarda 2.1 kat, hiç kitap okumayanlarda ise 3.3 kat daha fazladır. Günlük bilgisayar başında geçen her saat internet bağımlılığı riskini 1.2 kat artırmaktadır. Depresyon ve olumsuz benlik durumu internet bağımlılığını 1.03 ve 1.05 kat artırmaktadır.”

Liseli öğrenciler arasında internet bağımlılığının oldukça yaygın olduğunun tespit edildiği çalışmada son olarak internet bağımlılığının önlenmesi için öğrencilerin bilgisayarla ilişkili hobiler dışında hobiler edinmesinin sağlanması, bilgisayar kullanım sürelerinin kısaltılması ve kitap okumaya yönlendirilmesi önerildi.