Popüler Yayınlar

6 Aralık 2015 Pazar

Hiperaktivite belirtileri 3 yaşında ortaya çıkmaya başlıyor

Okul, aile hayatı ve sosyal ilişkileri olumsuz yönde etkileyebilen hiperaktivitenin, erken teşhis ve tedavisi büyük önem taşıyor. Uzmanlar, özellikle erken çocukluk döneminde ortaya çıkan dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu belirtilerinin 3 yaş civarında ortaya çıktığını vurguladı.
Memorial Hizmet Hastanesi Psikoloji Bölümü'nden Uz. Psi. Sevda Sevimli Yurtseven, dikkat eksikliği hakkında bilgi verdi.Hiperaktivite bozukluğu belirtilerinin 3 yaş civarında ortaya çıktığını söyleyen Yurtseven, "Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu, erken çocukluk yıllarında başlayan bir hastalıktır. Rahatsızlığın temel özelliği, kalıcı ve sürekli olan dikkat süresinin kısalığı, engellenmeye yönelik deneyim eksikliği nedeniyle davranışlarda ortaya çıkan ataklık ve huzursuzluktur. Belirtiler genellikle 3 yaş civarı ortaya çıkmakla birlikte tanı ilkokul yıllarında konulur. Ancak son dönemde testlerin de gelişmesi ile birlikte ilkokula kadar olan sürede dikkat eksikliği ve hiperaktivite daha kolay belirlenebilmektedir." dedi.
Okul hayatının başlamasıyla belirtiler belirginleşiyor
"Dikkat eksikliği problemi olan çocukların önemli bir kısmı 'bunu isteyerek yapıyor' diye düşünülerek gereksiz zorlamalara ve baskıya maruz kalabilmektedir. Bu sorun, özellikle okul hayatının başlamasıyla belirginleşir. Erken tanı, çocuğa nasıl yardım edileceğini anlama ve destek olma açısından önemlidir. Çocuk bu sayede yaramaz etiketi almamış, olumsuz davranışlara maruz kalmamış ve eğitimin temeli zayıf atılmamış olur." diye konuştu.
"Dikkat eksikliği ve hiperaktivitesi olan çocuklar, genellikle agresif bir yapı sergiler ve kaygı bozukluğu olur. Bu çocuklar; karşı gelme davranışlarının yüksek olmasının yanı sıra düşük toleranslı olmaları, inatçılık ve azalmış güven duyguları nedeniyle arkadaşları tarafından reddedilme sorunları yaşarlar." şeklinde konuştu.
Hiperaktivite ve diğer bozuklukların belirtileri:
• Aşırı hareketlilik ve kıvranma.
• Yerinde oturmada güçlük.

• Çok konuşma...
http://www.zaman.com.tr/aile-saglik_hiperaktivite-belirtileri-3-yasinda-ortaya-cikmaya-basliyor_2330799.html

19 Kasım 2015 Perşembe

'Zeytin çekirdeği yutmak faydalı' diyenlere kanmayın

Zeytin, sağlık için son derece faydalı bir bitki. Peki çekirdeği? Son zamanlarda birçok kişi zeytin çekirdeğinin mide, bağırsak ve hemoroite iyi geldiğini düşünüyor. Bu kanaate internette dolaşan bir yazı sebep oldu. Kimliği belirsiz birinin 'zeytin çekirdeği yutuyorum, hemoroit ve mide sorunum kalmadı.
Siz de kahvaltıda çekirdekleri atmayın yutun' önerisi e-postalar arasında dolaşıyor. Hatta Kocaeli'nden bir tüccar zeytin çekirdeğini toz haline getirip aktarlarda satmaya başladı.

Herkesin dilinde olan bu mucizenin (!) gerçekten faydalı olup olmadığını uzmanlara sorduk. Tıbbi bitkiler uzmanı Prof. Dr. Kerim Alpınar da son günlerde konuyla ilgili onlarca soruya muhatap olmuş. Çok sayıda insanın zeytin çekirdeği yuttuğuna tanık olmuş. Alpınar, zeytin çekirdeği yutmanın hiçbir faydası olmadığını, bilakis zararlı olduğunu vurguluyor. e-postada yazdığı gibi çok sayıda zeytin çekirdeğinin yutulmasının bir felakete yol açabileceğini söyleyen Alpınar'a genel cerrah Cenap Şirin de hak veriyor. Bugüne kadar 14 bin hemoroit hastası tedavi eden Şirin bunu şöyle açıklıyor: "Zeytin çekirdeğinin iki ucu da sivridir ve çekirdeği mide öğütemez...
http://www.zaman.com.tr/aile-saglik_zeytin-cekirdegi-yutmak-faydali-diyenlere-kanmayin_840193.html

11 Kasım 2015 Çarşamba

Çay ve kahve içme alışkanlıklarınızı değiştirin

Çok fazla çay ve kahve içmek, vücudumuzun fizyolojik çalışmasında aksaklıklar oluşturur. Vücudumuz, çalışabilmek için suya ihtiyaç duyar fakat biz susadıkça suyun yerine sıvı içeceklerden içersek, bu içecekleri vücudumuz su gibi kullanamaz hatta bu içecekler su isteğini de azalttığı için çalışma bile yavaşlatabilir. Ayrıca çok fazla çay ve kahve tüketiminde vücudumuzda ödem oluşabilir.
Bizim önerimiz mümkün olduğunca susadığınızda suyu tercih edin. Eğer susamıyor iseniz su yerine geçen içeceklerden uzaklaşaraksusama isteğinin tekrar oluşmasını bekleyin. Susama isteği yoksa kesinlikle çok fazla su içmenizi önermiyoruz. Genelde “Günde en az 2–3 litre su için” diye önerilir. Fakat su isteği vücudun çalışmasının bir göstergesidir. Bu nedenle çocuklar büyüme çağında çok susarlar ve annelerinden sürekli su isterler. Su istemeyen bir beden çalışmıyor demektir. İlk yapacağınız önlem su yerine içilen içecekleri azaltıp, suya yönlenmeyi beklemektir.
Her kahve ve çay sonrası 1 bardak su
Eğer çay ve kahve sizin için olmazsa olmazlardan ise o zaman alın size bir taktik. Bugünden başlayarak her gün içtiğiniz bir bardak çayın sonrası 1 bardak suyu içmeden sakın 2. bardak çay veya kahveyi içmeyin. Merak etmeyin 1-2 gün içerisinde susayan ve su isteyen bir bünyeye sahip olacaksınız.
Bir not ise yoğun iş temposu olan kişilere: Eğer çok sık ziyaretçiniz oluyor ve onlar ile birlikte iş gereği çok fazla çay ve kahve tüketmek zorunda kalıyorsanız; ısmarladığınız her çay veya kahvenin yanında bir büyük bardak su da isteyin ve misafirinizle sohbet ederken çay, kahve yerine suyunuzu yudumlayın. Merak etmeyin misafiriniz kahvenizi bitirmediniz diye size darılmaz. Böylece tüm kahveyi içmek yerine bir iki yudum ile durumu kurtarırsınız.
Hatta bir özellik daha yaratın ve misafirinize “Ne içersiniz” diye sorduğunuzda “Yanında su da alır mısınız” diye bir sorun. Hiç olmazsa misafirlerinizin de su içmelerine vesile olursunuz.
Yemeğin yanında ne içmeli?
Yemek yerken mutlaka sıvı bir içecek de tüketmek isteriz. Yediğimiz lokmaların daha kolay çiğnenmesi, sindirim sisteminin de daha rahat çalışabilmesi için içecek önemlidir. Eğer yemek yiyoruz fakat herhangi bir içecek içmek istemiyorsak sadece içmemiz gerekir diye içmek, tam tersi sindirim sistemimizin çalışmasını güçleştirir. Yemek konusunda davranışlarımız bedenimizin hissettiğiyle paralel olmalıdır...
http://www.zaman.com.tr/aile-saglik_cay-ve-kahve-icme-aliskanliklarinizi-degistirin_2326885.html


8 Kasım 2015 Pazar

Göz Sağlığını Korumanın 7 Etkili Yolu

Bulanık görme, gözde yanma, kuruluk hissi, sulanma, kızarıklık, gözleri kısarak bakma, odaklama zorluğu, çift görme ve ışık hassasiyeti gibi şikâyetlerle kendini gösteren göz yorgunluğu, ofis çalışanlarının en sık karşılaştığı sorunların başında geliyor.
Op. Dr. Neslihan Astam, düzenli göz muayenesi ve bilgisayar ekranlarının doğru kullanılmasının göz problemlerini engelleyebileceğini söyledi.
Gözyaşı fonksiyonlarınızı ölçtürün:Gözyaşı fonksiyonları çeşitli testlerle değerlendirilerek, ekran kullanımı sırasında suni gözyaşı içeren göz damlaları kullanılması kuruluğa bağlı şikâyetlerin ortadan kalkmasını sağlayabilir.
Gözünüzü bilinçli olarak kırpın: Ekrana bakarken gözler sık sık göz kırpılarak, göz yüzeyinin nemlenmesi sağlanarak kuruluk ya da aşırı sulanma azaltılabilir.
Göz muayenelerinizi ihmal etmeyin: Net görüşü engelleyen hipermetropi, miyopi, astigmatisma gibi kırma kusurları, göz hareketlerini etkileyen şaşılık ya da kayma gibi kas fonksiyonlarıyla diğer göz hastalıklarının olup olmadığının tespiti amaçlı muayenenin yılda bir kez tekrarlanması önemlidir.
Doğru gözlük seçimi önemli: Gözlük kullanılıyorsa, numarası kullanılan ekran mesafesine göre belirlenmeli ya da çok odaklı gözlüklerle uygun numarada bakış sağlanmalıdır.
Ortam aydınlatması doğru yapılmalı: Ekran ışık düzeyinden yüksek aşırı parlak aydınlatma kullanılmamalıdır. Ekranda dış ortam yansımalarının olması engellenmelidir.
Kontakt lens kullanımına dikkat: Kontak lens varken bilgisayara odaklanarak dikkatli bakmak, göz kırpma sayısının azalması, kuruluk ve batma problemlerinin daha da artmasına sebep olur. Ekrana bakarak çalışırken kontakt lens yerine gözlük tercih edin.
Ekran mesafesini koruyun: Ofiste kullanılan bilgisayar ekranının uzaklığı ortalama 50-60 cm ve yüksekliği göz seviyesinde olmalıdır.
meydan gazetesi

7 Mart 2015 Cumartesi

efeler: Sıkıntıya düşen yakınındaki masuma saldırıyor, adı...

efeler: Sıkıntıya düşen yakınındaki masuma saldırıyor, adı...: Türkiye’de son bir yılda 100’den fazla cinnet vakası yaşandı. Birçok kişinin hayatını kaybettiği olaylarda erkekler baş aktör olurken, mağd...

Sıkıntıya düşen yakınındaki masuma saldırıyor, adı cinnet oluyor

Türkiye’de son bir yılda 100’den fazla cinnet vakası yaşandı. Birçok kişinin hayatını kaybettiği olaylarda erkekler baş aktör olurken, mağdurlar ise çoğunlukla çocuk ve kadın gibi masumlar oluyor. Bağımlılık ve psikolojik hastalıklar dışındaki olayların cinnet olmadığını belirten uzmanlar, cinnetin önceden belirti verdiğine dikkat çekiyor.
Son yıllarda en sık duyulan cinayet haberleri, cinnet başlığı altında topluma yansıyor. Faillerin genellikle erkek olduğu bu olaylarda cinnetin sebebi kimi zaman işyerinde yaşanan problemler, kimi zaman kredi borcu, işsizlik gibi geçim sıkıntısı bazen de geniş aile içindeki sıkıntılar. Yaşanan cinayet ve şiddetin hedefi ise genellikle kadın, çocuk gibi olayla hiç ilgisi olmayan, en yakınındaki masum ve zayıf insanlar oluyor. Ancak geçtiğimiz bir yılda yaşanan yüzlerce olayda olduğu gibi adı, cinnet olarak kayda geçiyor. En son Ağrı’da yaşanan bir askerin 3 arkadaşını şehit etmesi ve Kahramanmaraş’ta hamile eşini ve 5 yaşındaki kızını öldüren baba bunlardan sadece ikisi.

Kişiyi cinnet haline şizofreni, uyuşturucu ve alkol kullanımı ve psikotik depresyonun sokabileceğini kaydeden psikiyatrist Prof. İlhan Yargıç, “Psikotik bir insan, bir şizofreni hastası, hezeyanları var ve sesler duyuyorsa bunların etkisiyle yapabilir. Ancak bir anda her şey güllük gülistanlık iken ve şizofreni ya da diğer psikiyatrik hastalıklara dair hiçbir belirti vermezken, bir cinayetle hastalığın kendini göstermesi söz konusu değildir. Cinnet getiren insanın psikolojisinin sağlıklı olmadığı daha önce de anlaşılabilir. Böyle şiddet potansiyeli gösteren kişilerin, yapacağı eylemi önceden etrafındakilere söylediğini ortaya koyan araştırmalar var. Yapacak olsa söylemezdi diye düşünmemek lazım. Çok dikkat etmeli ve profesyonel yardım almalı.” diyor...
http://www.zaman.com.tr/aile-saglik_sikintiya-dusen-yakinindaki-masuma-saldiriyor-adi-cinnet-oluyor_2281126.html

25 Şubat 2015 Çarşamba

Aile içi işlenen şiddet ve suç, saklanmamalı

Geçen hafta Özgecan’ın hunharca öldürülmesiyle milletçe paylaştığımız acının büyüklüğü başka acılar yaşamamak için ne yapmalıyız sorusunu da beraberinde getiriyor. Şiddet ve şiddetle ilişkili suçlar hepimizin bildiği gibi bütün dünyada insanlığın en ciddi sorunlarından biri. Şiddet ve istismarın daha fazla acıya sebep olmaması için hepimize bundan daha fazla sorumluluk düşüyor. Manevi değerlere bağlı yaşanmasının şiddeti saldırganlığı istismarı önleyici etkisi biliniyor. Fakat sorunun temelinde yatan kişilik bozuklukları ve ahlaki gelişim sorunları kişinin manevi değerlere bağlılığını da zorlaştırıyor.
Başka bireylerin sınırlarını ihlal etme önce aile ile ilgili sorunlarla ilişkilidir. Çünkü kişilik aile içinde şekilleniyor. Kişilikte var olan özellikler aile içinde gelişiyor veya bozuluyor. Bunun için de bireyin iki temel ihtiyacı var güven ve sevgi. Kişi empatiyi, şefkat ve merhamet göstermeyi de, saldırgan davranışlardan uzak olmayı da aile içinde güzel ahlak eğitimiyle öğreniyor.  Öfke, şiddet, dürtü problemi olan kişiler bazen kişinin en yakınları arasındadır. Çocuklarında gençlerinde davranış bozuklukları olan anne-babalar, çocuklarını yetiştirirken yaptıkları hatalarını görmeye çalışmalı, gerekirse bunu onlarla paylaşmalı, problemlerine çözüm bulmaya çalışmalıdır...
http://www.zaman.com.tr/aile-saglik_aile-ici-islenen-siddet-ve-suc-saklanmamali_2280157.html

18 Kasım 2014 Salı

Diş ve diş eti sorunları, ciddi hastalıklara yol açıyor

Halk Sağlığı Müdür Vekili Dr. Tülay Varalan, "Diş ve diş eti hastalıkları; bireylerde solunum yolu hastalıkları, kalp-damar hastalıkları, erken doğum ve düşük doğum ağırlıklı bebek riskini artırmaktadır. İşte bu noktada ağız ve diş sağlığımıza verdiğimiz önem genel sağlık anlayışımızı da ortaya koyacaktır." dedi.
Halk Sağlığı Müdür Vekili Dr. Tülay Varalan, Ağız Diş Sağlığı Haftası nedeniyle yaptığı açıklamada, diş ve diş eti hastalıklarının ülkemizde yaygınlığı ve tekrarlama oranları nedeniyle hem çocukların hem de erişkinlerin karşılaştığı en büyük sağlık sorunlarından birisi olduğunu kaydetti.

Bu hastalıkların bireylerin, okulda, işte, evde milyonlarca saat ve iş kaybına neden olduğu gibi; fizyolojik ve sosyal etkileri ile de yaşam kalitesini belirgin bir biçimde azalttığına dikkat çeken Varalan, "TÜİK sağlık araştırma sonuçlarına göre diş dişeti hastalıkları gerek 0-6 yaş, gerekse 7-14 yaş grubu çocuklarda en sık görülen ilk 5 sağlık sorunu arasında yer almaktadır. Oysa ki bu hastalıklar önlenebilir, davranışla iyileştirilebilir hastalıklardır. Alınacak önlemler sayesinde bu hastalıkların tedavisi için yapılan harcamalarda çok ciddi oranlarda azalacaktır." ifadesini kullandı...
http://www.zaman.com.tr/aile-saglik_dis-ve-dis-eti-sorunlari-ciddi-hastaliklara-yol-aciyor_2258459.html

5 Temmuz 2014 Cumartesi

Tedavisi tamamlanmış kanser hastaları 'Oruç' tutabilir!

Uzmanlar, Ramazan ayında kanser hastalarının oruç tutup tutamayacağına karar verilebilmesi için hastalığın evresinin, uygulanan tedavi şeklinin ve tedavide geldikleri noktanın doktorları tarafından mutlaka değerlendirilmesi gerektiği uyarısında bulundu.

Kanser hastasının hangi grupta olursa olsun oruç tutmaya ilişkin kararını mutlaka kendisini takip eden hekimle paylaşması gerektiğini söyleyen, Fatih Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Onkoloji Uzmanı Doç. Dr. Orhan Şencan, ‘Radyoterapi, kemoterapi gibi aktif tedavi alan hastalara ve ileri evre kanser hastalarına kalori alımının azalmaması ve bulantı-kusma gibi olumsuzlukların artmaması için oruç tutmalarını önermiyoruz. Ancak aktif kanser tedavisi tamamlanmış, takip edilmeye devam hastalara ise arzu ettikleri takdirde oruç tutabileceklerini söylüyoruz. İnsanlarda, kanser üzerinde orucun etkisini gösteren herhangi bir bilimsel çalışma ve kanıt bulunmuyor. Fakat hayvanlar üzerinde yapılan çalışmalar, açlığın birçok kanserin büyümesini yavaşlattığını, bazı kanser türlerinde ise büyümesini kolaylaştırdığını göstermektedir’’ dedi.

Oruç ibadeti ile vücutta bağışıklık sisteminin güçlendiğini belirten Doç. Dr. Orhan Şencan, ‘Oruçlu olduğumuz süre boyunca sindirim organlarımız dinlenir. Fakat aktif tedavi gören kanser hastalarında uygulanan tedavi iştahsızlık, bulantı-kusma gibi şikayetlere neden olduğundan kişinin kalori alımında belirgin bir azalma olur. Oruç tutulduğunda kalori alımı daha da azalacağından bu gruptaki hastalara oruç tutmaları tavsiye edilmez. İkinci gruptaki ileri evre kanser hastalarının çoğunda kilo kaybı ve yetersiz kalori alımı bulunmaktadır. Bu nedenle, bu gruptaki hastalara da oruç tutmamaları önerilmektedir. Aktif olarak kanser tedavisi tamamlanmış ve takibi devam eden üçüncü grupta yer alan kanser hastaları ise isteklerine bağlı olarak oruç tutabilirler’’ diye konuştu.
http://www.samanyoluhaber.com/ramazan/Yeni-Uzmanlar-merak-edilen-Oruc-sorusuna-aciklik-getirdi/1055607/

1 Temmuz 2014 Salı

Hata ile oruç bozmalarda ne yapılır?

Unutarak ya da hata ile oruç bozmalarda ne yapılır? Soru: Ramazan'ın ilk günlerinde en çok maruz kalınan oruç bozmalar, unutarak yemek, içmek gibi hallerle oluyor. Bu gibi unutarak oruç bozmalarda, hatırlayınca hemen oruca devam mı edilir? Yoksa orucumu nasıl olsa bozdum diyerek yeme sürdürülebilir mi? Cevap: Unutarak orucunu bozanı Rabb'imiz bağışlamaktadır. Bu sebeple hatırladığı anda hemen ağzındakini çıkarıp orucuna devam eder. Rabb'imiz (kasti değil de) unutarak bozmaları affetmektedir. Yeter ki hatırladığı anda ağzındakileri hemen dışarıya çıkarıp orucuna devam etsin, yemeyi sürdürmesin. Soru: Bazen de unutarak değil de hata ile oruç bozmalara maruz kalınmaktadır. Bu hata ile bozmalarda ne yapılır? Cevap: Oruçlu olduğunu hatırladığı halde bir dikkatsizlik ve ihmal sonunda oruç bozmaya hata ile bozma denmektedir. Mesela, abdest alırken, yahut da guslederken oruçlu olduğunu hatırında tuttuğu halde istemeden kaza ile boğazından aşağıya su kaçıran kimse, orucunu hata ile bozmuş sayılır. Bu kimse orucuna yine devam eder. Ancak Ramazan'dan sonra hata ile bozmuş olduğu bu orucunu yeniden tutması gerekir. Bir de imsak vakti girdiği halde girmedi zannı ile yemeye devam eden insan ya da iftar vakti girmediği halde girdi zannıyla orucunu açan kimse de hata ile bozmuş olur. Bu da orucuna yine devam eder, ancak Ramazan'dan sonra hatasız bir oruçla değiştirmesi gerekir. Soru: Oruç ezanla başlar ezanla mı biter? Yoksa vakitle başlar yine vakitle mi biter? Bu konudaki yanılmaları nasıl önleyebiliriz? Cevap: Hemen ifade edelim ki, ezanlar orucun başlama vaktini değil namazın başlama vaktini bildirir. Ayrıca ezanı okuyan insan acele edip erken de okuyabilir, yanılıp geç de kalabilir. Bu ihtimallerden dolayı orucun başlama ve bitme vaktini takvimdeki imsak ve iftar dakikaları ile tespit etmek gerekir ki, ezanın geç yahut da erken okunması hallerinde hata ile oruç bozmaya maruz kalınmasın. Soru: Oruca gece ne zaman niyet edilir? Cevap: Her oruç tek başına bir ibadet olduğundan her oruca iftardan sonra imsak vaktine kadar niyet etmek mümkündür. Zaten kendini oruca baştan kilitleyen insanlarda bu niyet Ramazan boyunca kendiliğinden oluşur. Niyet etmedim diye bir vesveseye kapılmaya gerek olmaz. Ancak sahura kalkarak az da olsa bir şeyler yemek, en azından bir bardak su içmek hem sahur sünnetini yerine getirmek olur hem de Ramazan ayının özelliğini fiilen yaşamış, niyetini de fiilen yapmış sayılır. Soru: Oruç günlerinde bir mecburiyetle karşılaşıp da bir gün oruç tutmaması gereken insan ne yapabilir? Mesela, yarın mutlaka hastaneye gidecek, oruç bozucu tedaviyle karşılaşacaktır. Orucunu bozsa kefaret yüklenecek, bozmasa hastanede buna mecburiyet vardır, muayenede oruç bozucu şeyler yaptırmaktalar. Cevap: Böyle oruç bozma zaruretiyle karşılaşacak kimse, o gece oruca niyet etmez. Ertesi günü karşılaştığı oruç bozma mecburiyeti de ona bir kefaret yüklemez. Niyet etmediği bu orucunu da Ramazan'dan sonraki müsait bir günde tutarak oruç borcundan kurtulur. Böyle mecburiyetlerle karşılaşacak olan kimse o gece oruca niyet etmezse o gün oruçlu olmadığı için orucunu bozmuş sayılmaz. Böylece tutmadığı bu orucunu sonra kaza eder, kefaret yüklenmiş de olmaz. Ahmed Şahin - ZAMAN
http://www.samanyoluhaber.com/ramazan/Hata-ile-oruc-bozmalarda-ne-yapilir/589/

30 Haziran 2014 Pazartesi

Ballı suyun 9 faydası

Kilolarınızı eritir: Ballı su içmek kilo vermenize yardım eder. Balın içindeki şeker, sağlıklı kalori kaynağı olan doğal şekerdir. Şekerli meşrubatlara karşı duyduğunuz istekle savaşmada önemlidir. Gazoz gibi şekerli içecekler boş kaloriyle doludur. Bunları azaltarak ve ballı suyu tercih ederek kalori alımınızı da azaltırsınız ve kilo verirsiniz.
http://www.zaman.com.tr/fotograf_cezayir-rusya_146962_8.html

4 Haziran 2014 Çarşamba

Evlenirken gösteriş için yapılan masraf huzuru bozuyor

Huzurlu bir aile yuvasının temeli daha ilk hazırlık aşamasında atılıyor. Düğün ve ev kurma arifesindeki netameli alışveriş süreci, her iki tarafı da yıpratıyor. Alışveriş ihtiyacın ötesine geçip, gösterişe dönüştüğünde ise mutluluk, yerini tartışma ve huzursuzluğa bırakıyor.
Evlilik için hazırlık yapan çiftler, en büyük telaşelerinden birini de ev eşyası alırken yaşıyor. Eşyaların yanı sıra takılar, düğün mekanı, gelinlik ve damatlık derken konu dönüp dolaşıp maddiyata geliyor. Aylarca hangi renk ve model koltuk alınacağı düşünülürken, evlendikten sonra yuvalar eşyaların çok iyi tanındığı ama çiftlerin birbirlerini yeterince tanımadığı mekanlar haline gelebiliyor. Sosyolog Yrd. Doç. Mehmet Ali Balkanlıoğlu çiftlere, eşyaları tanımak için ayırdıkları zamanı birbirlerini anlamaya ayırmalarını öneriyor. Balkanlıoğlu, eşyaca zengin, ruhça fakir yuvaların huzur getiremeyeceğinin altını çiziyor.
Uzun ve mutlu evliliğin sırlarından birinin de çiftlerin buna niyet etmiş olması gerektiğini kaydeden sosyolog, “Niyetlerin karşılıklı olması da en az niyetin varlığı kadar önemlidir.” diyor. 40 yılı aşkın bir süredir mutlu yaşayan çiftlerin boşanmayı hiç düşünmediğini aktaran Balkanlıoğlu, çiftlerin sözlüklerinden ‘aldatma, şiddet, boşanma’ gibi kavramları kesinlikle çıkarması, bunların yerine ‘sadakat, sevgi, birliktelik’ gibi kavramları koyması gerektiğini belirtiyor.

Her çiftin kuracağı yuvayı kendi zevkine göre döşemek ve tarzını o mekâna yansıtmak istediği gerçeğinden yola çıkan aile danışmanı Rukiye Karaköse ise iki farklı insanın beğenileri ve tercihlerinin tamamen benzeşmesinin mümkün olmayacağını hatırlatıyor. Maddi konularda iki tarafın anlaşmazlıklar yaşamasının kuvvetle muhtemel olduğunu belirten Karaköse, düğün alışverişi ve organizasyonunun strese ve yüke dönüşmemesi için ‘ihtiyaç’ kavramına dikkat edilmesini öneriyor. Karaköse, “Pek çok eşya aslında gerekli olduğu için değil, başkaları da aldığı için, moda olduğu için, konu komşu ne der diye alınıyor.” ifadelerini kullanıyor. Aslında yuva kurmak için gerekli olan temel ihtiyaçların çok fazla olmadığını aktaran aile danışmanı, buna rağmen çiftlerin toplumsal baskıya boyun eğerek ‘bir kere alınıyor, her şeyimiz tamam olsun’ diye ağır masraflar altına girdiğini kaydediyor...
http://www.zaman.com.tr/aile-saglik_evlenirken-gosteris-icin-yapilan-masraf-huzuru-bozuyor_2222363.html

20 Nisan 2014 Pazar

‘Boş yuva sendromu' yaşıyor olabilirsiniz

Çocukları üniversite, askerlik ve evlilik gibi nedenlerle evden ayrılan kimi ebeveynler, ‘boş yuva sendromu’ yaşıyor. Çocuğuna aşırı düşkün bu çiftler, bazen tekrar çocuk sahibi olmayı düşünüyor. Uzmanlar ise sendromu yenmek için çiftlere, meslek kuruluşları ve yardım derneklerinde gönüllü olmayı öneriyor.
Kendini çocuklarına adayan Yasemin Hanım, oğluna çok düşkün. Büyüdüğünü kabullenemediği, her işini üstlendiği oğlu üniversite için başka şehre gidince, 51 yaşındaki anne, büyük bir boşluğa düşüyor. ‘Acaba şimdi ne yiyordur?’, ‘Uyurken üstünü açar mı?’, ‘Çamaşırını nasıl yıkıyordur?’ şeklinde uzayıp giden kaygı ve endişeler, Yasemin Hanım’ı her geçen gün daha da huzursuz ediyor. Aklı fikri oğlunda olan anne, artık yemeden içmeden kesilip, hiç yüzü gülmez duruma geliyor. Yasemin Hanım, 60 yaşındaki emekli eşiyle de problemler yaşamaya başlıyor. Sonunda evliliklerinin bitmemesi ve bu durumu çözmek için bir uzmana başvuruyor. Yasemin Hanım’a ‘boş yuva sendromu’ teşhisi konuluyor. Psikolog yardımı ile sendromu atlatan Yasemin Hanım, evliliğini de kurtarıyor.  Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı-Aile Terapisti Op. Dr. Gökçen Erdoğan, boş yuva sendromunun kendini çocuklarına adayan, özellikle de erkek çocuğuna çok düşkün annelerde daha sık görüldüğünü söylüyor. Erdoğan, “Bu sendrom, ebeveynlerin çocukları evden ayrıldığında içine girdikleri depresif ve hüzünlü bir ruh hali. Kadınlar, böyle bir durumda kayıp ve boşluk duygusu ile karşılaşabiliyor.” diyor. Aile terapisti, çocuklarını okul ve sosyal hayatlarında fazlasıyla yakın takibe alıp, onların görevlerini de kendisi yapan ebeveynlerde sendromun yaygın olduğunu söylüyor.
    ‘Helikopter’ diye adlandırılan bu aileler, çocuklarının görevlerini büyük bir hevesle üstleniyor. Onların her problemini çözmekten haz duyuyor. Çocukların hayatlarının dönüm noktaları olan eğitim, askerlik, evlilik gibi vakitlerde çeşitli problemler yaşamaları, ebeveynlerin yalnız kalmasıyla da bir araya gelince aşırı kaygıya yol açtığını aktaran uzman, “Kaygılı ve depresif bir ruh haliyle karşı karşıya kalan ebeveynlerde iletişimsizlik gibi sorunlar ortaya çıkabiliyor. Eşler arasında da aynı zamanda menopoz, andropoz ve emeklilik gibi stresli hayat olayları nedeniyle boş yuva sendromunun şiddeti artabiliyor.” diye konuşuyor.
‘TORUN SAHİBİ OLMADAN, BİR ÇOCUĞUMUZ DAHA OLSUN!’

Gökçen Erdoğan, “Çocuklar evden uçup gittikten sonra, ikinci baharını yaşayıp, yeniden çocuk sahibi olmak isteyen çiftler de olabiliyor. Yeni bir çocuk dünyaya getirip, evdeki boşluğu böyle doldurmayı isteyebiliyor...
 http://www.zaman.com.tr/aile-saglik_bos-yuva-sendromu-yasiyor-olabilirsiniz_2211429.html

2 Nisan 2014 Çarşamba

Çocuğunuz teknolojiye kapılmadan yeterince oyun oynuyor mu?

Birlikte oyun oynayacağı yaşıtları olan çocuk, oyun ihtiyacı yeteri kadar karşılandığında sağlıklı şekilde gelişir.
Çocuk ve gençlerle oynanan oyunlar, bütün aile üyelerinin stresten uzaklaşmasına ve birbirleriyle ilişkilerinin sağlıklı gelişmesine de katkıda bulunur. Bazı ailelerde bu mümkünken, büyük şehirlerde arkadaş eksikliğine bağlı gelişim sorunları sıklıkla karşımıza çıkar. Bazı çocuklar da oyuncaklarıyla oynamayıp aşırı derecede teknoloji ürünlerine kendini kaptırır. Birçok evde tablet bilgisayarlar veya akıllı cep telefonları çocukların ellerinde dolaşıyor. Teknolojiye ilgi bir dereceye kadar çağın gereği. Fakat çocuğun gelişiminin ve sağlığının olumsuz şekilde etkilenmemesi için yaşına uygun bir şekilde hareket edilmeli. İlk aylarda mümkün olduğu kadar uzak tutulmalı. Çocuğun zarar görmemesi için  mümkün mertebe doğal hayatın içinde olunmalı. Güneşli havada park ve  bahçelerde, sahilde dolaşıp yapraklarla, kumlarla oynamalı. Çocuğun oyun içinde gelişmesi için doğru oyuncak ve malzeme seçimi de önemli. Bunların bir kısmı evde hazırlanabilir. Üç yaşından sonra evcilik takımları tamir malzemeleri, kara ve deniz hayvanları, çeşitli yapılar yapacakları parçalar, sünger plastik veya tahta küpler diğer geometrik şekiller, oyun hamurları, renkli kartonlar, çocukların hayal dünyalarına hitap eder...
 http://www.zaman.com.tr/aile-saglik_cocugunuz-teknolojiye-kapilmadan-yeterince-oyun-oynuyor-mu_2208021.html

17 Mart 2014 Pazartesi

Değirmenin Suyu Nereden Geliyor?

Anadolu insanının gönlünde temiz ırmaklar akmaya başlamıştı. Köy serçeleri dereden su içmekteydi. Anne ceylan bir kuytu köşede yavrusunu emzirmekteydi. Narin söğüt yaprakları uzaktan el sallıyor, kadife gül bir tomurcuk daha patlatıyor, hanımeli cennetten koku taşıyordu…

İşte böyle bir günde Naci Ağabey, namazdan sonra çevirmişti kontağımı. Dört kişi daha almıştık yanımıza. Temmuzdu, hava sıcaktı. Ortalık sapsarıydı. Bozkır, biçilmiş ekin kokuyordu. Çıplak ve yalnız düzlükler hep anızdı. 

Ardımızda tozdan kelebekler bıraka bıraka bir köye girdik. Traktörler dolu girip, boş çıkıyordu köyden. Römorklarla buğdaylar taşınıyordu. Evlerin kapısını çalmaya başladılar bir bir.

Meydanda büyükçe bir ev vardı. Zenginliği her hâlinden belliydi. Bahçe kapısı açıktı. Naci Ağabey, "Ev sahibi!" diye seslendi. Orta yaşlarda bir kadın merdivenin başında göründü. Ters ters bakmaya başladı. Söze bizimkilerin başlamasını bekledi. Ağabeyler daha; sadaka, buğday, talebe, yurt demeden kadın lafı ağızlarına tıkadı, kovmaktan beter etti onları…

Bizim kafilenin canı sıkıldı, yüzleri yere düştü. Kanadı kırık bir yaban kekliği gibi boyunlarını içeri çektiler…

Ne mi anlatıyorum ben? Haklısınız, sözün ortasından başladım sanırım. Köylere gittiğimiz bir günden bahsediyorum. Yaz gelip de harmanlar kaldırılmaya başlayınca patronum, haftanın üç dört günü beni hizmete tahsis ederdi. Pazar günleri bize patronum da katılırdı. Yanımızda bir iki esnaf ve birkaç talebe olurdu. Bir de tozlu buğday çuvalları. Köylere, kasabalara giderdik. Bir gün Haymana, bir gün Bâlâ, bir gün Bezirhane, bir gün Ayaş, bir gün Kazan, başka bir gün Beypazarı'na açılırdık. Köy köy, harman harman dolaşırdık buraları. 

Oralarda ne mi yapardık? Değirmene su taşırdık canım! Taşıma suyla değirmen döner mi? Dönmez! Ama Allah isterse döner. Eskiden çok sorarlardı "Bu değirmenin suyu nereden geliyor?" diye. Şimdilerde ben pek duymaz oldum. Ama yine de size değirmenin suyunun nereden geldiğini anlatayım. 

Anladınız değil mi? Ben bir kamyonetim. 83 model, ateş kırmızısı bir doç. Şaşırmayın canım! Bizim hissiz olduğumuzu düşünmeyin. Duyup gördüklerimiz bize de sirayet eder, bize de tesir eder. Siz ne sandınız? Otuzumu aştım ben. Bizim âlemin ihtiyarlarındanım yani. Ama Allah var, sahibim hatırımı sayar. Başka kamyoneti de var. Ama o hâlâ emekliye ayırmadı beni. Onunla dostluğumuz eski, "Çok hatıralarımız var." diyor benim için. Yağımı, suyumu hiç eksik etmez sağ olsun. Lâstiklerimi iki senede bir yeniler. Aksırıp tıksırmama fırsat vermeden bakımımı yaptırır.

Herkes ona "Naci Ağabey" dediği için ben de öyle diyorum kendisine. Kıyak adam vallahi. Ağabeylik yakışıyor üstüne. Hafta içi gündüzleri, Ankara kazan biz kepçe; mobilya, halı, beyaz eşya taşırız müşterilere. 

Kimi akşamları ve hafta sonları, Naci Ağabey anahtarımı şoförden alır; direksiyona kendisi geçer. Ön gözdeki bantlardan birini teybe takar ve yola çıkarız birlikte. O zaman mutluluktan deliye döner, kıpır kıpır olurum. İçim dışım yunup yıkanmaya başlar sanki. Şimdilerde Radyo Cihan'ı veya Mehtap Radyo'yu dinliyoruz. Onlardan aldığım şevkle sahibim ne isterse hemen yerine getiriyorum. İsteyerek hiç aksilik etmem ona. Çünkü o hep hizmete götürür beni. Talebelerin eşyası vardır taşınacak veya onun gibi bir şeyler.
Naci Ağabey, böyle işleri görürken acayip neşeli olur. Bu işler için yaşadığını hissettirir bana. Talebelerle birlikte yük taşır, yük indirir. Şoför mahalline oturunca sırtı terden ıslanmış olur. İnanın kendi işinde böyle çalışmaz bu adam! Üstelik, her seferinde mazot parasını da cebinden koyar. 

Eski yıllarda talebeleri de benimle taşırdı. O zamanlar binek arabası yoktu. Her yerde beraberdik yani. Üstüme branda atıp gençleri pikniğe götürürdü. Onlar çimenler üstünde oturup güzel sohbetler yaparken, ben de dinlerdim onları. Minibüs alınınca bu işler onunla yapılır oldu. İlk başlarda biraz kıskanmıştım, lâkin iyi oldu çocuklar için. Çünkü o daha kullanışlı ve rahattı. Kardeşinin meziyetiyle iftihar etmek, ihlâs düsturlarındandı değil mi? Hem hizmette hasede yer yoktur. Ayrıca vazife istenmez, verilir. Onlar konuşurken öğrendim bütün bunları. Daha neler öğrendim neler, duysanız şaşırırsınız.

Bu insanları iyi tanırım ben. Kaç defa yolculuğumuz olmuştur onlarla, tanımam mı hiç? Kendileri için hiç kimseden bir şey isteyemezler. Ancak evleri ve yurtları vardır onların. Buralar açılırken destek olma sözü vermişlerdir. Kendi imkânları bütün ihtiyaçları karşılamaya yetmez. O zamanlar çoğu, kendi yağında kavrulan, el emeği-alın teriyle geçinen gariban veya orta hâlli adamlardı zaten. Evlerde, yurtlarda Anadolu'nun dört bir bucağından gelmiş talebeler vardı. Bu gençlerin büyük şehirlerde mânevî değerlerini kaybetmemesi için başkalarını da yardıma çağırmaktı niyetleri. Köylere de bunun için giderlerdi. Çiftçilerin de sevaptan hissedâr olmalarını isterlerdi. Ben bilirim, bu işi yaparken her seferinde boğazlarına bir yumru otururdu. Utanır, sıkılırlar fakat Allah rızası der, devam ederlerdi. 

Düşünün bir; iş güç sahibi koca koca adamlar, esnaflar, işçiler, memurlar, âmirler. Üstelik kendileri verebilecekleri kadar burs ve himmet veriyorlardı. Ama bunlar yetmezdi. Bir de istemeleri, Allah yolunda toza toprağa bulanmaları, utanıp terlemeleri gerekirdi. Cennet ucuz değilmiş, kasetlerden öğrendim. 

Cennet dedim de, içime hasreti düştü. Hani Kıtmir adında bir köpek varmış, bir de Kusva adlı mübarek bir deve. Yolculuk esnasında kasetten dinledim, bunlar Cennet'e gidecekmiş. Ben de onlar gibi bir varlığım işte. Acaba Rabbim beni de Cennet'ine koyar mı?

Köylere bizimle giden, üniversiteli gençler vardı bir de. Mahcup, tertemiz yüzlü, pırıl pırıl delikanlılardı bunlar. Davaya bütün samimiyetleriyle inanmıştı onlar. Esnaf ağabeyler nasıl imrenirdi onlara bir görseniz.

Bir gün içinde bu ekibin başına neler gelir, neler. Dört mevsimi birden yaşarlar sanki. Köylülerin kimi ayakta karşılar onları, kimi kapıdan kovar. Kimi dilenci der onlara, kimi evliya. Soğuk bir ayran ikram eder çoğu veya bir dilim soğuk karpuz uzatır. Bazısı da sofra kurmadan göndermez onları. Benim misafirimsiniz, siz Allah adamlarısınız, dünyada bırakmam sizi der.

Neyse, biz yine o güne dönelim. Nerede kalmıştık? Çaldıkları kapı bizim kafilenin yüzüne kapanmıştı. Kovulmuşlardı. Ancak vazgeçmediler. Dolaşmaya devam ettiler. Karşılarına sıvaları dökülmüş, kiremitleri eksilmiş, duvarları kamburlaşmış bir ev çıktı. Evin her yanından fakirlik dökülüyordu. Önce kapıyı çalıp çalmamakta tereddüt ettiler. Naci Ağabey, çalalım arkadaşlar dedi. Hiç olmazsa bir selâm verir, dualarını alırız. Kiminin parası, kiminin duası… İçeride tek başına bir nine vardı. Onları görünce eli ayağına dolaştı. Onları nereye buyur edeceğini, önlerine ne koyacağını bilemedi. 

Anacığım, dediler; bizim okuttuğumuz talebeler var, hayır toplamak için gelmiştik. Anlaşılan sizin harmanınız yok. Sizden dua talep ediyoruz. Nine üzüldü. Nurlu yüzünü sis kapladı. Sesi zor çıkıyordu. Yok yavrum, bizim harmanımız yok dedi. Kimimiz, kimsemiz de yok Allah'tan gayrı. Ama durun siz dedi. Avludaki kapılardan birinde kayboldu. 

Kucağında, nefes nefese taşıdığı bir tenekeyle geri döndü. Gençlerden biri koşup onu yükten kurtardı. Nine nefeslenirken şöyle dedi: Siz nerelerden kalkıp köyümüze kadar gelmişsiniz. Bizim kapımızı çalmışsınız. Sizi boş çevirmek olmaz. Siz Allah adamlarısınız yavrum. Bir komşu, dün iki teneke buğday getirmişti. Birini size vereyim. Çorbada bizim de tuzumuz olsun. Adımız deftere yazılsın. Bizimkisi az, kusura bakmayın. Azımızı çoğa sayın…

Almak istememişlerdi önce. Ama nine, hüzünlü bir şekilde "Bizim hiç hayrımız olmasın mı?" demiş ve almaya mecbur bırakmıştı onları. 

Hani Kanunî Sultan Süleyman rüyasında, kendi parasıyla yaptırdığı Süleymaniye Camiî'yle bir kâse yoğurdun tartıldığını görmüş. Yoğurt, camiden ağır gelmiş ya… Bizim nineninki de o hesap… Veya malının yarısını getirip Allah yolunda veren Hz. Ömer misâli…

Ağabeylerin ve gençlerin, birbirine tamamen zıt bu iki tablo karşısında gözleri dolu dolu olmuştu. İncinen, kırılan yürekleri Allah'ın lütfuyla ne çabuk tamir edilmişti. Sanki nine, yaralı kekliklerin yarasına merhem sürmüştü. Ve kanatları iyileşmişti kekliklerin. Şimdi eskisinden daha iyi uçabilirlerdi hep birlikte. 

yunal@sizinti.com.tr
http://www.sizinti.com.tr/konular/ayrinti/degirmenin-suyu-nereden-geliyor-mart-2014.html

16 Mart 2014 Pazar

Bebeksi konuşmak, çocuğun geç konuşmasına sebep oluyor

İnsanlar arası iletişimin en etkili yolu olan konuşma, çocuklar için ilk hayat tecrübesidir. Kimi çocuklar erken konuşurken kimi geç konuşmaya başlar. Uzmanlara göre annenin bebeksi konuşması, çocukların geç konuşmasına sebep oluyor. Tane tane ve düzgün konuşmak ise çocukta konuşmayı hızlandırıyor.
Dil gelişimi doğumdan itibaren başlar ve yaşam boyu devam  eder. Bebek dünyaya geldiği andan itibaren önce ağlayarak, belli bir süre sonra ağlamanın yanında farklı sesler geliştirerek dış dünya ile iletişim kurar. Çocukların çoğunda gelişimin bir parçası olarak konuşma, kendiliğinden gelişir ve devam eder. Çocuk Gelişim Uzmanı Gülşen Yıldırım ailelere geç konuşmaya başlayan çocuklarına karşı sabırlı olmalarını söylüyor. Gül, “Çocuğunuza hitap ederken tane tane ve düzgün konuşun. İlk hece ve sesleri çıkarttığında söylediği sesleri ona tekrar ettirin.” tavsiyesinde bulunuyor. Yıldırım, dil gelişiminde çocukların belli bir sıra izlediğini, bireysel farklılıklardan ötürü bu sıralamada bazen değişikliklerin olabileceğini dile getiriyor. Bazı çocukların yaşıtlarına kıyasla daha geç konuşmaya başlayabildiğini dile getiren Gül, konuşma bozukluğunun her zaman ciddi bir sorun olmadığını belirtiyor. Konuşmanın gecikmesine sebep olan unsurları ise şöyle sıralıyor: “Doğumla birlikte gelen veya doğum sırasında oluşmuş olan komplikasyonlar, işitme ve görme kaybı, konuşma organlarındaki yapısal bozukluk, zekâ geriliği, otizm, yaygın gelişim bozukluğu, çevresel koşullar.”...
http://www.zaman.com.tr/aile-saglik_bebeksi-konusmak-cocugun-gec-konusmasina-sebep-oluyor_2203892.html

14 Mart 2014 Cuma

Lies at home, lies in the world


The Zaman daily has remained dedicated to an important mission ever since it was founded: to expose the lies of the old media, which was prejudiced against the religious.

Zaman correspondents have worked hard to research allegations raised against religious groups in order to reveal the truth. In the end, those news reports were compiled in a book, “Yalan Haber Dosyası” (Dossier of False News).

Take, for example, how some papers argued that Timurtaş Uçar had harshly criticized and insulted secularism in a sermon he delivered in Yeni Camii. Brief research revealed that Uçar had never delivered a sermon at that mosque and that he had not been an active cleric for seven years. A report by three expert witnesses also confirmed that the speech was not made by Uçar.

Following this, new newspapers emerged from among the conservative circles. The religious became more active in the media; they consolidated their presence on TV, radio and the Internet. The number of conservative media outlets increased during the Justice and Development Party's (AKP) terms in office.

However, the only thing that this media, which would have made a huge contribution to the promotion of democratic and ethical values, have been doing for a while now is trying to convince the people that the Hizmet movement is a horrible terrorist organization. There might be differences and disagreements among different groups, but these must be discussed in a civilized manner. However, what is going on now is pretty different. The old media had in the past made an alliance with coup supporters and defined religious circles as a threat; but now, some of the conservative media outlets are doing the same to the Hizmet movement.

Telling the truth does not work. It is as if they are following in the footsteps of the greatest master of propaganda of this century rather than ethical principles and norms. Our religion states that telling a lie is the greatest sign of hypocrisy; but that master sees it as the most important tool in psychological warfare: Tell a lie; somebody will eventually believe. The people will be more inclined to believe big lies than they are relatively insignificant ones. Instead of defending yourself, take aggressive action so that your opponent will have to defend himself...

http://hizmetmovement.blogspot.com/2014/03/lies-at-home-lies-in-world.html#more

4 Mart 2014 Salı

Very bad things are happening [in Turkey]



Prominent figures, including the prime minister, have placed the Hizmet movement under the spotlight in election campaigns. The prime minister hurls grave insults, details of which I cannot repeat here. He also makes strong accusations as though there has been a judicial decision or conviction. Prime Minister Recep Tayyip Erdoğan, defining it as a parallel state, gravely insults the Hizmet movement and Fethullah Gülen.

It is our right to expect some decency in his style given that he is the prime minister of all in this country. We feel sorry because this attitude is not embracing, this attitude is not fair and this attitude is not legal. He is making a grave mistake by directing ungrounded accusations without any legal basis. This will never help the Justice and Development Party (AK Party) or the political administration that is supposed to embrace people by avoiding acts of polarization.

Very bad things are happening. Polarization is deepening. Turkey is divided into two camps. Both camps are building up hate against each other. The opposition parties make clear references to the government as the culprit of corruption in election rallies. The prime minister argues that they are the actual thieves. They are both making strong accusations and resorting to insults as though they will never talk to each other again. Things are getting out of control.

Very bad things are happening. It has been argued that thousands of people, including the prime minister and the president, were wiretapped. A number of voice recordings involving statements by members of the government and of the movement have been leaked to the media to manipulate the law and politics. What could be the result of this?

Very bad things are happening. Turkey is being dragged into unpredictable chaos. The grounds for dialogue and tolerance are disappearing. How will these losses be recovered? Parents, children, wives and husbands are confronting each other due to disagreements. Because of the enthusiasm in election rallies, politicians fail to realize this country is rapidly moving towards chaos. Polarization is being deepened, genuine people feel hurt and the bridges between our people are being destroyed. Those who seek to attain their short-term goals should know that the gravity of the losses in the long run may be immeasurable.

Very bad things are happening. The allegation that the coup cases were illegally conducted has raised suspicions. Those who argue that this is a legitimate argument are trying to provoke the armed forces. The suspects of a huge corruption scandal were released whereas members of the armed forces are still in prison. And this bothers the military. There is huge erosion of trust among state institutions.

Very bad things are happening. The spirit of [the] Feb. 28 [1997 coup] returned in the most recent National Security Council (MGK) meeting where the Hizmet movement was declared a threat and a source of danger upon the request of the civilian members of the council. It is a shame for the civilian administration to remind the armed forces of its role during the period of military tutelage because this allows for the return of the armed forces to the political stage. Has the political administration calculated the repercussions of the armed forces deciding to take action based on global provocations and external developments?

Very bad things are happening. Shutting down prep schools to deal with the so-called parallel state will result in a great disaster in the education sector in a few years. The results of the college admission exam in 2016 will reveal the scope of the disaster. But our sons and daughters will have to face this eventually.

Very bad things are happening. Despite calls by reasonable figures, the actors responsible are behaving as though nothing has happened. No one calls their mistakes a mistake.

We have no other option than to pray.

Published on Today's Zaman, 04 March 2014, Tuesday
http://hizmetmovement.blogspot.com/2014/03/very-bad-things-happening-in-turkey.html#more

3 Mart 2014 Pazartesi

Arka cepte cüzdan taşımayın!

Erkeklerin, arka ceplerinde cüzdan taşıma ve üzerine oturma alışkanlıklarını yaşam boyu devam ettirmeleri durumunda, omurganın yanlış pozisyonda tutulmasına bağlı kayma meydana gelebiliyor.  
Fizik Tedavi Merkezi, Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Uzmanı Prof.Dr. Gülçin Gülşen, alışkanlıkların doğrudan omurilik sağlığını etkilediği belirterek, "Her gün uzun saatlerce ayakta kalma ve çoğunlukla erkeklerin arka ceplerinde cüzdan taşıma ve üzerine oturma alışkanlıklarının yaşam boyu devam etmesi durumunda omurganın yanlış pozisyonda tutulmasına bağlı kayma meydana gelebilir. Erkekler bu yüzden siyatik ağrısı çekebilir" dedi. 
Siyatik ağrısının bacaklardaki sinir boyunca yayılan önemli bir ağrı çeşidi olduğunu belirten Gülşen, "Genellikle alt bel bölgesinde başlayan siyatik siniri ağrısı, uyluk kemiğinin arka ve yanında belirir, kalçanın içine doğru hareket eder. Ağrı ayak ve ayak parmaklarını da içine alır. Vücudun her iki tarafında bulunan bu sinirlerde ortaya çıkan ağrılar için siyatik hastaları genellikle sadece bir tarafında ağrı hissediyorum' tanımını yapar" dedi. 
Prof.Dr.Gülçin Gülşen, "Ağrının yanısıra bu rahatsızlığın en bariz belirtileri bacaklarda uyuşukluk, yanma, karıncalanma, kas zayıflığı, hareket zorluğu ve kontrolsüzlüktür. Bu belirtileri gösteren hastalar genellikle zorlanarak oturma ve hareket etme şikayetinde bulunurlar" şeklinde konuştu. 
Siyatik ağrısının erkek ve kadın ayrımı yapmadığını ifade eden Prof.Dr. Gülçin  Gülşen, rahatsızlığın nedenlerini şöyle sıraladı: 
"Ana neden yaşam süresinin bir döneminde siyatik sinirine iç ve dış etkenlere bağlı baskı ve tahriştir. Lomber olarak adlandırılan sinirler (alt omurganın dışarı kısmındaki sinirler) üzerinde sıkışma olabilir. Siyatik kökleri bel omurgası diskleri içine kadar uzanır ve bir diskte çıkıntı (herniasyon) olması durumunda sıkışma meydana gelir. Bu da ağrıya neden olur. Bu sebepten kaynaklı bir ağrı Spinal Dekompresyon tedavi yöntemiyle başarılı bir şekilde tedavi edilebilir. Bazı kimselerde doğuştan omurga darlığı olabilir. Bu da yine sinirlere baskı yaparak ağrıya neden olur. Ağrıyı geçirme amacıyla bilinçsiz şekilde siyatik sinir köküne yapılan ovma ve masaj sinire zarar vererek daha kötü sonuçlar doğurabilir. Tahriş olan sinirlerin ve omurganın yeniden organizasyonu, ayak bakım başta  olmak üzere farklı tedavi yöntemleri sonuç verebilir". 
Omurilik veya sinir kökleri üzerine baskı yapan bir tümörün siyatik ağrısı kaynağı olabileceğini söyleyen Gülşen, "Bel bölgesindeki muhtemel bir tümör kalçadan ayaklara kadar ağrıya neden olabilir. Böyle bir tümörün varlığına dair diğer belirtiler ise, mesane ve bağırsak kontrolünün kaybı, ya da kas güçsüzlüğüdür" dedi. 

Şiroterapi bakımın omurga yaralanmalarında disklerin tedavisi ve özellikle kas spazmını azaltmak ve kas gücünü artırmak için uygulandığını belirten Gülşen, "Hamileliğin son dönemlerinde omurga yükünün artması, rahmin siyatik sinir baskısı oluşturması, vücuttaki hormon değişikliğiyle kas spazmı, hareketsizlikle birlikte kas zayıflığı rahatsızlıkları ortaya çıkar. Hamileler için oldukça güvenli bakım olan şiroterapi ile kadınlar vücutlarıyla yeniden barışarak, siyatik ağrısını azaltır ve hatta bir süre sonra ağrı ortadan kalkar" dedi...
http://www.zaman.com.tr/aile-saglik_arka-cepte-cuzdan-tasimayin_2202345.html

25 Şubat 2014 Salı

Tatlı krizlerine dikkat!

Uzmanlar, kan şekerinin aniden düşmesi sonucu ortaya çıkan tatlı krizi ile baş etmenin en etkili yolunun düzenli beslenmeden geçtiğini söylüyor.
Kan şekerinin hızlı düşmesi durumu olarak bilinen hipoglisemi rahatsızlığının en önemli nedeni kişinin uzun süre boyunca aç kalması ve düşen kan şekerine bağlı olarak kişinin tatlı krizine girmesi olarak biliniyor. Uzmanlar, tatlı krizi yaşayanların günde mutlaka 2,5-3 saatte bir besin tüketmeleri ve ana öğünlerin arasında sağlıklı atıştırmalıklar tüketmelerinin önemine dikkat çekiyor. Uzmanlar, tatlı krizlerinin nedenleri arasında, bazı vitamin ve mineral yetersizlikleri, polikistik over sendromu, barsak parazitleri, üzüntü, mutsuzluk, stres, depresyon gibi duygusal durumları gösteriyor.  
FARKLI ALTERNATİFLER
Uzmanlar tatlı yeme isteği anında düşük kalorili tatlıların seçilmesi gerektiği belirterek şunları söylüyor, "Yenilecek tatlının türüne dikkat edilmesi gerekli. Baklava, şöbiyet, kadayıf gibi tatlılar yerine sütlaç, güllaç, dondurma gibi şeker oranı daha düşük tatlıları tercih edilmeli. Ayrıca kuru kayısı, incir, erik gibi kurutulmuş meyveler ve taze meyveler de birer alternetif olarak karşımıza çıkıyor."  
KRİZLE BAŞA ÇIKMANIN YOLLARI

Tatlı krizi ile başa çıkabilmek için birtakım önerilerin dikkate alınmasını ifade eden Uzmanlar, günlük 150 kaloriyi aşmayacak şekilde bir tatlı tüketiminin vücuda çok zararlı olmadığı söylüyor ve ekliyor: "Tatlıdan alınacak kaloriyi azaltmada etkili bir çözüm besinleri karıştırarak sağlanabilir...
http://www.zaman.com.tr/aile-saglik_tatli-krizlerine-dikkat_2201745.html

24 Şubat 2014 Pazartesi

Necip Fazıl ve Yahya Kemal’e Nazire

Divan edebiyatı geleneğinin bir parçası olan nazire, çok beğenilen bir şiire şekil ve muhteva olarak benzer bir şiir yazmaktır. Bazı şiirler öyle beğenilmiş ve meşhur olmuştur ki, farklı şairler bu şiirin şekil özelliklerine benzeyen farklı muhtevalı şiirler yazmaktan çekinmemişlerdir. Bu, zamanla oldukça rağbet edilen bir "sanat" hâline gelmiştir. Özellikle 14. yy divan şairlerimizden Ahmet Paşa, bu sanatın önde gelen temsilcilerinden kabul edilir.

Nazirecilik, taklitçilik değildir, bilakis divan edebiyatında usta şairlerin sıkça müracaat ettikleri bir tarzdır. Zîrâ naziresi yapılacak şiir, o kadar güzeldir ki, artık o şairinden çıkmış ve bir atasözü gibi toplumun malı olmuştur. Böyle bir şiire nazire yapmak asla taklit olarak görülmemiş, farklı bir fikir ve duyguyu güzel ve beğenilen bir biçimde dile getirme olarak değerlendirilmiştir. 

Fethullah Gülen Hocaefendi de bu geleneği devam ettirerek, iki güzel şiire nazire örneği sunmuştur. Hocaefendi'nin Yahya Kemal ve Necip Fazıl'ın şiirlerine yaptığı nazireler bu sanatın günümüzdeki iki güzel numunesi durumundadır.

Utansın-Sıkılsın 
Fethullah Gülen Hocaefendi'den inceleyeceğimiz ilk şiir, Necip Fazıl'ın "Utansın" şiirine yapılan "Sıkılsın" adlı naziredir.

Her iki şiir de, şeklen aynı hususiyetlere sahip ki, bu nazirede, şiirin mühim bir yanıdır. Beyitlerle yazılan şiirler on birli hece vezniyle kaleme alınmış. Hocaefendi, şiirinin başlığı dolayısıyla redifi için "utansın"ı çağrıştıracak "sıkılsın" gibi hoş ve ustaca bir kelime seçmiştir. Necip Fazıl bütün şiirde ak seslerinden tam kafiye yaparken Kırık Mızrap Şairi kafiyeyi farklı ele almış ve üç farklı kafiyeyle şiirini bitirmiş. Bunda şairin mânâ kaygısını şekilden daha önde tutmasının ve kulak için kafiye düşüncesiyle hareket ederek şiirde bir nevi rahatlık ve esneklik sağlamak istemesinin tesirli olduğunu söyleyebiliriz.

Şiirlerin muhtevası ise asıl dikkat edilmesi gereken yönleridir. Her iki şiirde de cemiyet adına yapılması gerekenlerin, yapması gerekenler tarafından yapılmamasının hüznü çok veciz ifadelerle dile getirilmiş. Şiirlerin yazıldığı devirlerin en mühim ortak yanı, millet adına yapılması gereken bir yığın iş olduğu ve bu hayatî işlerin birileri tarafından mutlaka yapılması gerektiğidir. Dünyayı ben mi kurtaracağım, bir benle bu işler olur mu ki, sen kendini kurtarmaya bak, gibi bahanelerle insanların tembellik gösterdiği bir devirde her iki şair de zihinleri ve gönülleri sarsıcı mısralarla ikaz edip yapılması gerekenleri açıkça dile getirmişlerdir.

Necip Fazıl; tohum, mızrak, küheylan sembolleriyle bir hedefe ulaşma; bir gaye taşıma mânâlarını çok tesirli bir dille sunmuş. Ona göre dava adamının işi, geleceğin güzel günleri için topluma gül tohumları serpmek, neticeye bakmadan yola devam etmektir. Neticeye kilitlenen kişi, bir iki menfi durum karşısında hayal kırıklığı yaşayıp hedefe varmayan mızraklar karşısında yolculuğunu yarıda bırakma hatasına düşebilir. Bu sebeple dava adamı; yolların uzunluğu veya zorluğuna, engellerin büyüklüğüne bakmadan bir küheylan gibi varacağı hedefe kilitlenip bu yolda çatlamayı göze alacak kadar kararlı olmalıdır. Çünkü kendisine maziden gelen mukaddes bir emanet vardır ve bunu geleceğe sağlam bir şekilde ulaştırmak, boynunun borcudur. Yine şairin başka bir şiirinde ifade ettiği gibi dava adamı:

"Garip gelip gitmişiz, rafa koy evi barkı
Tek, dudaktan dudağa geçsin ölümsüz şarkı."
samimiyetiyle hareket etmek durumundadır.

Hocaefendi ise kalem, üveyk, akıncı kelimeleriyle benzer bir mânâ inceliğini ortaya koymuştur. Kırık Mızrap Şairi farklı olarak yaşanan bazı durumlara temas ederek okura biraz daha açık hedefler sunmuştur. Şiire Bediüzzaman Hazretleri'nin "Amelinizde rıza-yı İlâhî olmalı. O kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok." düsturuna atıf yaparcasına bütün âleme rağmen doğru ve hak olanın yapılması gerektiğini anlatarak başlıyor. Devir, medenilere galebenin ikna ile olduğu bir devirdir ve evvela "kalem"le işe başlamak gerek. Zîrâ o, irşad ve tebliğin en keskin kılıcıdır. İdeal bir dava adamı, en tesirli yol olan "beyan" yolunu sadece hak ve hakikati anlatma adına kullanacak; Allah'ın sonsuz inayetini yegâne yoldaş bilip bigâne kalanları utancıyla baş başa bırakarak yoluna devam edecektir. Şair; şiirin devamında hicret ruhunu anlatır. Dava adamı akıncı bir ruha sahip olmalıdır. Karanlığın bağrına nuru taşıyan, giderken ardına dahi bakmayıp yolunun ötesinde ışığa hasret gönüllere ulaşma adına fedakârlık ve diğerkâmlık hisleriyle kıtaları arşınlayan bahtiyardır dava adamı. 

Kırık Mızrap Şairi, hâlimizi resmetmeye devam eder: Geçmişin bıraktığı koca bir medeniyet yerle bir olmuştur. Madde ve mânâ âlemlerimizi birbiriyle münasip bir üslûpla ören ve bundan büyük bir medeniyet çıkaran ecdat gitmiş, geride kadr u kıymet bilmeyen, işten anlamayan bir nesil türemiştir. Şair, bütün bu menfilikler yaşanırken bunlara göz yumanları utançları içinde bırakıp ve yeni nesle seslenerek şiirini bitiriyor. Ey davası adına canından vazgeçmeyi gözüne almış bahtiyar adam; sen, sana düşeni hakkıyla yap da geride kalanı utancıyla baş başa bırak!

Yedi Âşık Genç ve Işık Süvarileri
Hocaefendi'nin ikinci güzel naziresi Yahya Kemal'in Mehlika Sultan şiirinedir. Zaten Kırık Mızrap Şairi, şiirini bu büyük şaire ithaf etmiştir.

Her iki şiir de kendini bir davaya adayan idealist gençlerden bahseder. Mehlika Sultan dokuz, Işığa Gönül Verenler sekiz dörtlük. Mehlika Sultan, aruz; Işığa Gönül Verenler hece vezniyle yazılmış, Kırık Mızrap Şairi, vezni aynen kullanmayı gerek görmemiş. 

Şiirler, kendilerini bir ideal ve sevdaya adamış gençlerden bahseder. Muhtevalar aynı olsa da bakış açıları farklıdır. Mehlika Sultan şiirinde ince bir hüzün hâkimdir; Işığa Gönül Verenler' de ise aşk, şevk ve iştiyak vardır. 

Mehlika Sultan, Tanzimat'tan sonra Türk gençlerinin Batılılaşma macerasını anlatır. Bir zamanlar her şeyi Avrupa'da görerek o kapıyı ne pahasına olursa olsun aşındıran ve kendi benliğini de kaybettikten sonra kaybolan bir kayıp neslin trajedisini dile getirir. Şair de o neslin macerasını bizzat yaşayan biridir. Fakat çocukluğunda, özellikle validesinin tesiriyle aldığı millî ve dinî terbiye sayesinde benliğini kaybetmemiş, millî değerlerine sahip çıkabilen ender kişilerden olmuştur. Bu düşünceyi "Ezansız Semtler" adlı yazısında şöyle dile getirir: "Biz ki minareler ve ağaçlar arasında ezan seslerini işiterek büyüdük, o mübarek muhitten çok sonra ayrıldık. Biz böyle bir bayram namazında anne millete dönebiliriz; fakat minaresiz ve ezansız semtlerde doğan, Frenk terbiyesiyle yetişen Türk çocukları dönecekleri yeri hatırlayamayacaklardır." Bu yüzden o neslin hikâyesini iyi bilir. 

Şiirin başında yedi genç bir hayalî aşk uğruna yola çıkarlar; fakat gençler bir muammanın peşindedirler. Osmanlı'nın son dönemindeki keşmekeşliği ve rehbersizliği çok iyi anlatır şair. Yol uzadıkça uzar ve kararır, dönülmez olur. Bir noktada gençler, hayallerine kavuştuklarını sanırlar, evet gerçekten de kavuşmuşlardır; fakat kafa ve gönüllerinde kurdukları hayalin hakikatine değil, bir belirsizliğe… Ve bu noktada gençler geri dönme gücünü bulamazlar, neticesizliğin verdiği hayal kırıklığıyla yolculuklarının geri dönüşü olmayan diyarlarda noktalanmasıyla o âlemlerde kaybolurlar. Şiirde, Osmanlı'nın son döneminde Avrupa'ya gidip de orda kaybolan bir kayıp nesil, usta bir şairin diliyle hikâye edilir.

Hocaefendi'nin şiirinde ise idealist gençlerden bahsedilir; fakat bu gençler gidip de kaybolan nesillerden değildir. Bu nesiller bir kere hayalî bir varlığa değil; ışığa, aydınlığa gönül vermişlerdir ve gittikleri her yeri âşık oldukları ışıktan aldıkları fer ve kuvvetle aydınlatmışlardır. Onların gönüllerinde de bir dilber vardır ve onlar da bu dilberi beklerler. Fakat onlar yok olmak bir yana sonsuzluğu yakalama peşindedirler. Bu yolda ideallerine erip gelecek nesillerin gönlünde yaşayacaklardır. Ulaşmak istedikleri dilber, onlara ölümsüzlük iksirini içirecek, onlara güç ve kuvvet verecek; onlar da bu güçle hayatın muammasını çözecek, milletin ihtiyacı olan işlere imza atacak ve mutlulukla bu âlemden göç edeceklerdir.

Mehlika Sultan Şairi bir kayıp nesli anlatır, çünkü şair o nesli iyi bilir. Işığa Gönül Verenler şiiri ise, bir diriliş neslinden bahseder, çünkü şairi de o nesli iyi bilir.

Evet, Kırık Mızrap Şairi, bin bir meşguliyetine rağmen edebiyatımıza Türkçenin en güzel şiirlerini kazandırmıştır. Hocaefendi'nin Kırık Mızrap adlı şiir kitabını okuyanlar, Türk şiir geleneğinden istifade etmiş ve bunu geleceğe taşıyan büyük bir mütefekkir şairle karşılaşacaklar ve onun eserleriyle edebiyatın engin ufuklarına kanat çırpacaklardır.
http://www.sizinti.com.tr/konular/ayrinti/necip-fazil-ve-yahya-kemale-nazire-subat-2014.html