Popüler Yayınlar

29 Şubat 2012 Çarşamba

Dilin söylemediğini vücudumuz anlatıyor


Vücudumuz, psikolojik problemlerin aynasıdır. Kendisini ifade edemeyen, sevincini, üzüntüsünü, sıkıntısını içine atanlar, zamanla depresyon, takıntı, kaygı bozukluğu gibi beden kimyasının bozulma durumuyla karşı karşıya kalabiliyor. Bu durum kendini yüzde çıkan sivilce ve yaralarla da gösterebiliyor. Sivilce ve yaraları yolma, psikoloji kaynaklı bir deri hastalığıdır.
Gerçek duygularını, isteklerini dil ile ifade edemeyen veya ifade ettiklerinden daha fazlasını içlerinde veya farkında olmadan bilinçaltlarında saklayan kişilerin kızgınlıkları ve sıkıntıları bedene yansımaktadır. Bir başka deyişle dilin söyleyemediğini beden söylemektedir. Psikolojik problemlerin insanlara ve hayatlarına etkisi farklı şekillerde olmaktadır. Kimisi kişinin iç dünyasını büyük ölçüde etkilerken kimisi ise diğer insanlarla ilişkilerinde, iş veya ders başarısında etkili olmaktadır. Bazı psikolojik problemler ise kişinin bedeninde bazı etkilerini göstermektedir.
Kişi problemden rahatsızlık duydukça kısır, döngü içine girmekte ve problem gittikçe artmaktadır. Ciltte çıkan yaraları yolma, tırnak yeme ve saç yolma problemleri bu süreçte ortaya çıkabilmektedir. Bununla beraber yara yolma yüzde olduğu takdirde çevrenin etkisiyle birlikte sorun daha da artmaktadır.
Hastalığın ortaya çıkmasında ve devamında çevresel şartlar ve kişilik özellikleri birlikte etkilidir. Kişinin kendine güven duygusunun eksikliği, mükemmeliyetçi olması, insanlarla ilişkilerde aşırı duyarlılık, streslerle başa çıkma becerilerinin eksikliği ya da aşırı yük altında olma, bunlar arasında sayılabilir. Depresyon, takıntılar, kaygı bozukluğu beden kimyasının bozulmasına sebebiyet vererek bu tür problemlere yol açmaktadır.
Sıklıkla karşılaştığımız sorunlardan biri ,kişinin yüzünde sivilcelerin çıkmasıdır. Bu sivilcelerin yolunması ya da kaşınması yaralara, mikrop kapması halinde ise yayılmasına neden olur. Cilt bu sebeple giderek bozulur. Kişinin bu davranışını kontrol edememesi ve görünüşünün gittikçe değişmesi, insanların kendisine acıyan gözlerle bakması, o ferdi daha da sıkıntıya sokar. Bu kişiler bazı ilaçlar kullansa da çözüm geçici olabilir. Yüzde çıkan sivilce ve yaraları yolma ve yaralar oluşturma, psikolojik kaynaklı deri hastalığıdır. Tedavinin şekli, sorunun kaynağına göre değişmektedir. Hastanın profesyonel destek almayı kabul etmemesi ya da fayda sağlayacağına inanmaması, kendi kendine çözmeye çalışması, sıklıkla tedaviyi zorlaştırmaktadır. Bunda kişisel nedenler olduğu gibi maddi nedenler de etkili olmaktadır. Tedavinin gecikmesi, kişinin dış dünyadan uzaklaşmasına, kendine güvenini kaybederek öğrenim hayatını ya da iş hayatını yarıda bırakmasına yol açmakta, bu da problemin daha da şiddetlenmesine sebep olmaktadır.

Nasıl bir tedavi yolu izlenmeli?
Kişinin çevresindekiler tarafından anlaşılması, sorumluluklarının paylaşılması bu tür rahatsızlıkların ortaya çıkmasını ya önlemekte ya da iyileşmesini kolaylaştırmaktadır. Birkaç günlük tatil, yakın akraba ya da arkadaş ziyaretleri, spor, sağlıklı beslenme, kişinin gevşeyip rahatlaması problemin hafiflemesini sağlar. Kişinin sevdiği meşguliyetlerle uğraşması, iç enerjisini uygun şekilde kanalize etmesi de yararlı olmaktadır. Zorlama ve kınama, problemin daha çok artmasına sebep olmaktadır. Bu süreçte cilt hastalıkları uzmanının tedavisine de devam edilmelidir.

28 Şubat 2012 Salı

iPhone'u nefes ile şarj edin



iPhone'u nefes ile şarj edin

Tasarım ödüllü bir cihaz ile iPhone'u nefes ile şarj etmek mümkün...

AIRE maske, nefes alıp verirken açığa çıkardığımız hava akımını, mini türbinler aracılığıyla elektrik enerjisine dönüştürüyor.

Akıllı telefonlar ve diğer küçük elektronik aletler bu cihaz ile şarj edilebiliyor.

RedDot Tasarım Ödülü alan AIRE, açık havada ya da iç mekanlarda, her durumda örneğin; uyurken, yürürken, koşarken, kitap okurken kullanılabiliyor.

Çevreci bir ürün olmasının yanı sıra hareket halindeyken daha fazla enerji üreteceğinden, kullanıcıyı fiziksel egzersize teşvik ediyor. 

25 Şubat 2012 Cumartesi

Los Angeles Film Festivali



Greetings!  

Pacifica Institute is proud to recommend the 1st Turkish Film Festival in Los Angeles. The films will be screened at the legendary Egyptian Theater in Hollywood, March 1st to March 4th, 2012. For tickets and more information please visit www.LATFF.org  
Los Angeles Turkish Film Festival

Cemre diyeti ile bahara 'merhaba' deyin


Şubat ayının 20'sinde havaya düşer ilk cemre, 1 hafta sonra suya, 1 hafta geçince de toprağa...
Düştüğü yeri ısıttığına inanır herkes cemrenin. Peki ya hava, toprak ve sudan oluşan insanı da ısıtır mı? Kış mevsimine veda etmeye hazırlandığımız şu günlerde içimizi ısıtacak cemre beklentisi içine girdik bile. Ne yapsak da içimiz ısınsa diyorsanız, siz de bize katılın ve "cemre diyeti" ile ilkbahara 'merhaba' deyin!
Sabah uyanınca gece boyunca yavaşlayan metabolizmamızı hızlandırmak adına bir fincan yeşil çay ile başlayalım güne. İçine 2 adet karanfil ve bir küçük parça kabuk tarçın atarak lezzetlendirdiğimiz yeşil çayı, arzu edersek limon ile de tatlandıralım.
Kahvaltıda peynirin yanında, turunçgiller ile C vitaminine doyalım, baharda bizi tehdit eden grip virüslerinizden vücudumuzu koruyalım. Öğle ve akşam yemeklerinde 1 kase sıcak çorba ile içimizi ısıtalım. Bol sebze ile renklendirdiğimiz soframızı hafif bir ızgara et ile hazırlayalım. Yoğurdun dinlendirici etkisi ile kış soğuğunun bıraktığı yorgunluktan uzaklaşarak bahar aylarına zinde bir şekilde giriş yapalım. Ara öğünlerde taze sıkılmış meyve suları tüketerek yenilenen hücrelerimizle gücümüze güç katalım. Yanında 1 avuç içi kadar kabuklu yemiş yiyerek enerji kazanalım. Gece yatmadan önce bir bardak ılık sütümüze arzu edersek şifa kaynağı olan baldan ekleyelim ve gece uykusuna rahatça dalalım. Bahar yağmurlarının toprağı bolca suladığı gibi, biz de bol bol sıvı tüketelim. Kışın kuruyan cildimizi, suyun bitkileri canlandırdığı gibi su ile canlandıralım.

24 Şubat 2012 Cuma

Ayakları kaydıran en tehlikeli tuzaklar


İnsanın sürçmesine ve düşmesine sebep olabilecek, onu muvakkaten de olsa yolundan edebilecek bu kaygan zeminleri bir çerçeve içinde ifade etmek oldukça zordur. Çünkü tarih boyunca, çok güçlü ve çalımlı bir edayla yola çıkan ama daha birkaç adım ilerlemeden üzerine bastığı bir nohut tanesinden dolayı tepetaklak giden ve hiç beklemediği bir virajdan uçuruma yuvarlanan binlerce insan olmuştur. Bazen küçük bir çakıl taşıyla tökezleyip yere kapaklanan insanoğlunun, kayacağı zaman ve zemini tahmin etmesi de her zaman mümkün olmayabilir.

Bediüzzaman Hazretleri, bir yerde "Hem senin mahiyetine öyle mânevî cihazât ve lâtifeler vermiş ki, bazıları dünyayı yutsa tok olmaz" diyor; başın bir batman taşı kaldırmasına mukabil gözün bir saçı dahi kaldıramadığı gibi, bazı latîfelerin de saç kadar bir ağırlığa, küçük bir gaflet ve dalâlete dayanamayacağını anlatıyor. Mesela, fıtratımıza öyle acayip bir ihtiyaç ve muhabbet istidadı konmuş ki, dünya ve içindekiler onu doyuramıyor; o ihtiyaç ve o muhabbet, bâkî Cennet'ten ve saadet-i ebediyeden başka hiçbir şeye razı olmuyor; Allah'tan başka hiçbir şeyle huzuru bulamıyor.

Üstad, başka bir yerde "Madem öyledir, hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem'a, bir işarette, bir öpmekte batma. Dünyayı yutan büyük latîfelerini onda batırma" diyor. Demek ki, haram bir lokma, yalan bir kelime, yasak bir bakış veya gayr-i meşrû bir dokunuş birer kayma noktası oluyor ve bazı latîfelerin sönmesine, hatta ölmesine sebebiyet verebiliyor. İnsan, başlangıçta hiç de önemsemediği bu küçük inhiraflar yüzünden zamanla yoldan çıkıyor, kendi kimliğinden uzaklaşıyor, değer ölçülerine karşı yabancılaşıyor ve her an düşebileceği bir kaygan zemine girmiş oluyor; bazen sürçüyor, bazen düşüyor, bazen de yüzüstü kapaklanıyor ve bir daha da belini doğrultamıyor. Hep iki büklüm ve kambur olarak yürümeye mahkûm oluyor.

Şeytanın Hücum Okları

Bediüzzaman Hazretleri'nin, "Hücumât-ı Sitte" diyerek ele aldığı en tehlikeli şeytânî tuzaklar da birer mezelle-i akdâmdır. Hubb-u câh, korku, tamâ, ırkçılık, enaniyet ve tenperverlik gibi kapanlara yakalanarak latîfelerini öldüren insanların sayısı da hiç az değildir. Makam arzusu, tanınma tutkusu ve şöhret düşkünlüğü demek olan hubb-u câh az çok hemen her insanda vardır ve başta ehl-i dünya olmak üzere pek çokları için öldürücü bir kayma noktasıdır. Kimseden korkmamanın yegâne çaresinin, korkulması gereken gerçek kaynaktan korkmak olduğunu bilmeyenler için de havf bir ölüm çukurudur. Bir şeyi hırsla istemek, açgözlülük ve doymazlık manalarına gelen tamâ ise bazı şer odaklarının mü'minleri bile kendi menfur emellerine alet etmek için kullandıkları, gazâb-ı İlahî'yi celb eden ve hayat-ı ebediyeyi bitiren bir tuzaktır. Devlet-i Âliye'nin de sonunu hazırlayan sebeplerden biri olan ırkçılık, insanın en zayıf ve fenalığa en açık damarını teşkil eden enaniyet (benlik) ve hak erlerini bile dört duvar arasına hapseden tenperverlik (rahata düşkünlük) gibi hastalıklar da ayakları kaydıran tehlike noktalarıdır.

Şeytandan gelen bu hücum okları, isabet ettiği insanları ciddi şekilde yaralayan, yatağa düşüren ve hatta öldüren birer virüs gibidir. Mesela, tamâ hissi, tûl-i emelden, uzun yaşama arzusundan ve bitmeyen isteklerden kaynaklanır; ona yakalanan bir kimse, hiç ölmeyecekmiş gibi hayata bağlanır; gözü asla doymaz, onu da ister, öbürünü de. Bu isteklerini elde etmek için o kapı bu kapı deyip sürünüp dururken hiç farkına varmadan çürür gider. Mesela, tenperverlik ve rahata düşkünlük insanı haneperest yapar. Aslında aile ve yuva, dünyevî bir kısım ihtiyaçları gidermeye matuf ve ahiret hayatına hazırlık hususunda yardımcı bir unsur olmasına rağmen, onu evvelen ve bizzat maksud bir iş şeklinde algılayıp bir haneperestlik duygusu içine girme de çok hatarlı bir kayma noktasıdır. "Ya yuvamdan olursam; amaaan ya ailemi kaybedersem; Allah korusun, ya çocuklarımdan cüdâ düşersem" gibi mülahazalar insanın mukavemet sistemini kıran, onu bütün tehlikelere açık hâle getiren düşüncelerdir.

Hususiyle de günümüz insanları için en kaygan zeminlerden birisi enaniyettir. Hayatı kendi benliğine göre yorumlama, her şeyi şahsî takdir ve tercihlerine bağlama.. umuma açık olan ve vicdan genişliğinden kaynaklandığı için fevkalade bir enginliği bulunan şeyleri kendi dar vicdanına, daha doğrusu daralttığı vicdanına göre değerlendirerek pek çok genişi daraltma.. dolayısıyla dünya kadar himmet ona açık duruyorken kapıları sürgüleme ve istifadeye kapalı olma.. işte, bütün bunlar, iyi bir mü'min olma yollarında buzlanma hasıl eden ve zincirleme kazalara sebebiyet veren faktörlerdir ve hepsi de bir yönüyle sefahet sebebidir. Biz sefaheti, daha ziyade yeme-içme, zevke-sefaya düşkün olma, sadece cismanî arzular arkasında koşma ve bohemce yaşama gibi şeylere bağlasak ve buna rahat düşkünlüğü desek de, o şekilde bir bencilliğe girme, enaniyet davası gütme de bir ruh sefaletidir. Bu hastalığa yakalanan bir insanın gönlündeki mücadele azim ve kararlılığının tahtına enaniyeti tatmin duygusu gelip oturur. İ'la-yı kelimetullah sevdasının, dini dünyaya duyurma tutkusunun yerini, tanınma ve bilinme isteği alır. Karşılık beklemeden dine ve millete hizmet etme mülahazası dünyevî beklenti hücumlarına ve şahsî çıkar düşüncesine mağlup olur. Böyle bir bitiş sürecine giren insanın da artık hiç kimseye faydası olmaz.

1- Geçmişte, çok güçlü ve çalımlı bir edayla yola çıkan ama daha birkaç adım ilerlemeden basit sebeplerden dolayı tepetaklak giden binlerce insan olmuştur.

2- İnsan, dünya ve içindekilerle doyuma ulaşamıyor. Cennetten ve saadet-i ebediyeden başka hiçbir şeye razı olmuyor; Allah'tan başka hiçbir şeyle huzuru bulamıyor.

3- Bediüzzaman Hazretleri'ne göre; latifeleri öldüren, ayakların kaydığı en tehlikeli şeytanî tuzaklar şunlardır; hubb-u câh, korku, tamâ, ırkçılık, enaniyet ve tenperverlik.

22 Şubat 2012 Çarşamba

efeler: Beşerî Münasebetlerde Nezaket ve Zarafet

efeler: Beşerî Münasebetlerde Nezaket ve Zarafet: Âdâb-ı muaşeret, insanın, diğer insanlarla münasebetlerinde, iffetli, hayâlı, nazik ve saygılı olması, kötü muamele ve acı hâdiseler ka...

Beşerî Münasebetlerde Nezaket ve Zarafet



 Âdâb-ı muaşeret, insanın, diğer insanlarla münasebetlerinde, iffetli, hayâlı, nazik ve saygılı olması, kötü muamele ve acı hâdiseler karşısında bile elinden geldiğince, kırıcı ve incitici tavırlar içine girmemesi, söz ve davranışlarını hep zarafet, incelik ve içtenlik esaslarına bağlı sürdürmesi demektir.
Melekleri imrendirecek bir edep ve nezaket medeniyeti inşa eden İslâm dünyası, maalesef, belli bir dönemden sonra bu hususiyetini kaybetmiş ve âdeta Asr-ı Saadet öncesi cahiliye dönemi gibi, yeni bir cahiliye devri yaşamaya başlamıştır. Muhammed Kutup, bu hakikati ifade için yazdığı bir eserine, “yirminci asrın cahiliyesi” mânâsına, جَاهِلِيَّةُ الْقَرْنِ الْعِشْرِينَ ismini vermişti. Zira bu dönemde, sahip olduğumuz bütün değerler, Necip Fazıl’ın ifadesiyle, künde künde üstüne devrilip gitmiştir. Evet, yirminci asır, ruh ve mânâ köklerimizin üzerinde neşv ü nema bulduğu inanç sistemimizden ibadet ü taat hayatımıza, ondan, sizin de soruda ifade ettiğiniz âdâb-ı muaşeret anlayışımıza kadar bize ait bütün değerlerin yıkılışına şahit olmuş bir asırdır. Dinle irtibatımız kopunca, âdâb-ı muaşeretle ilgili değerleri, disiplin ve terminolojiyi de kaybettik; kaybettik ve oturup kalkışımızdan konuşma ve hitap tarzımıza kadar insanlarla münasebetlerimizde kendi düşünce ve kültür dünyamıza yabancı hâle geldik.
Meselâ, geçmiş dönemde bir insan, erkek evladını muhatabına takdim edeceği zaman, ’mahdumunuz’ demeye özen gösterirdi. Şayet takdim etmek istediği kız çocuğuysa o zaman da “kerimeniz” diye ifade ederdi. Kişi, kendinden bahsetme mecburiyetinde kaldığında ‘bendeniz’le söze başlardı, fertler birbirine hitap etmek istedikleri zaman ise, “zat-ı âliniz”, “efendim” gibi saygı ifadeleri kullanırlardı. Böyle bir üslup sun’î ve yapmacık da değildi, aksine sahip olduğumuz terbiyenin bir gereğiydi. Günümüzde ise, geçmişteki o tabirleri, “benim mahdumum”, “benim kerimem” şeklinde kullananlara şahit oluyoruz. Hatta hiç unutmuyorum, yüksek eğitim görmüş ve profesör olmuş bir zatın, “Ben, zat-ı âlileri bu meseleyi şöyle düşünüyorum.” dediğini işittiğimde ne diyeceğimi şaşırmıştım. Alçakgönüllülük ve ruh inceliğinin yansıması bu tabirler nasıl olup da bu tür ifade yanlışlıklarına maruz kalmıştır? Çünkü biz, birkaç asırdan beri, âdâb-ı muaşeretle alakalı meseleleri yaşamamış ve hayatımıza mâl etmemiştik. Eğer siz âdâba ait bu meseleleri, onların dayandığı ahlak ve değerleri silip hayatın dışına atarsanız, o mevzuda kullanılmayan kelimeler de zamanla bayatlar, partal bir eşya hâline gelir ve unutulur gider. Daha sonra siz, mânâ ve muhteva olarak kaldırıp bir kenara attığınız bu kelimeleri bir lüks ve fantezi olarak kullanmaya kalktığınızda işte bu gibi falsolara girmeniz kaçınılmaz olur.
Meselenin Özü İnsana Saygı
O hâlde yapılması gereken nedir? Bizim öncelikle insanın zatına mahsus olan saygıyı ortaya koymamız gerekir. Çünkü insan, saygı gösterilmesi gereken kerim bir varlıktır. Allah (celle celâluhu):
لَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنْسَانَ فِۤي أَحْسَنِ تَقْوِيمٍ
“Muhakkak biz insanı ahsen-i takvîme mazhar yarattık.” (Tîn sûresi, 95/4) buyurarak, kasemle insanın kerim ve kıymetler üstü kıymete mazhar bir varlık olduğunu beyan buyuruyor. İşte potansiyel olarak insan, bu ölçüde bir kıymet ifade eder. Malumunuz bir Yahudi cenazesi geçerken Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) toparlanmış ve ayağa kalkmıştır. Kendisine onun bir Yahudi olduğu hatırlatıldığında ise, fazla bir şey konuşmadan, “Ama insandı.” buyurmuştur. Bu sebeple birisi size karşı saygısızlık yapsa bile, sizin mükerrem olarak yaratılan insana karşı saygıyı hiçbir zaman elden bırakmamanız gerekir. Şayet bazıları sizin sahip olduğunuz değerleri hafife alıyor, Allah ve Resûlü’ne karşı saygısızlık yapıyorlarsa, onlara da ancak namusunuz saydığınız kendi âdâb ve üslûbunuza göre cevap vermelisiniz. Unutmamalısınız ki, siz Müslümansınız, edeb-i Muhammedî ve Kur’ân ahlakı ile donanmışsınız. Yani sizin benimsemiş olduğunuz ahlak, Kur’ân ahlakıdır. O hâlde nasıl olur da başkaları gibi davranabilirsiniz? Elin âlemin ağzı, dili bozuk olabilir; bazıları geçtikleri yeri kirletebilir ve herkese –kusura bakmazsanız o kelimeyle ifade edeceğim– diş gösterebilirler. Fakat siz asla böyle davranamazsınız. En kötü durumlarda bile siz kendi hususiyet ve farklılığınızı ortaya koyma mecburiyetindesiniz.
Aslında –hâşâ ve kellâ– Zat-ı Ulûhiyet’e veya Resûl-i Ekrem Efendimiz’e (aleyhissalâtu vesselâm) dil uzatıldığı zaman, insan, hakikaten kâmil bir mü’minse, orada kalbi duracak hâle gelmelidir. Fakat mü’min-i kâmil, her şeye rağmen, edeple ve nezaketle muamelede bulunur; “Benim Allah ve Resûlü’nden aldığım edep gereği burada şöyle davranmam, onlara şu çerçevede mukabelede bulunmam lazım!” der ve başka değil sadece Allah ve Resûlü’nün hatırına bu tür olumsuzluklara katlanır. Katlanır ama sevgi ve şefkat edalı yumuşak ve nazik bir üslupla meselenin hakikatini muhatabına anlatmayı da ihmal etmez.
Evet, temel espri olarak öncelikle işe “insana saygı”dan başlamalı ve derecesine göre, bütün insanlara sahip oldukları hususiyetlere göre saygı gösterilmelidir. Meselâ, siz, birine, inanmasa da Allah’ın bir kulu olduğu, diğerine, Allah’a inanan bir kul olduğu, öbürüne Allah’ı doğru kabul eden bir kul olduğu, bir diğerine ise sizinle aynı kaderi paylaşan ve aynı hedefe doğru koşan bir kul olduğu hakikatinden hareket ederek, derecesine göre her birine saygı gösterirsiniz. Böylece sizin insanlara karşı gösterdiğiniz saygı, her birinin konumuna göre katlana katlana değerler üstü değere ulaşır. Evet, öncelikle böyle bir saygı duygusunun bizim içimizde belirmesi gerekir. Daha sonra sesimiz soluğumuz bu duygunun sesi ve soluğu olmalı, bu mesele işlene işlene tabiatımızın bir derinliği hâline getirilmelidir. Ben, aile içinde oturmuş bir terbiyenin gereği olarak, kardeşlerin bile birbirine, “falan efendi”, “filan efendi” diye hitap ettiği aileler biliyorum. Söz konusu fert ister ağabey, isterse küçük kardeş olsun, insana saygının gereği, onların bu türlü unvanlarla yâd edilmeye hakkı vardır. İşte siz öncelikle bu hakikati kabul etmelisiniz ki, daha sonra bunu telaffuz edesiniz.
Meselâ bir televizyon kanalında çalışanlar, günümüzde benimsenen genel üsluptan farklı olarak, birbirine hitap ederken, “bey” diye hitap etmeye başlıyorlar ve zamanla bu mesele aralarında oturuyor ve bir müddet sonra artık yadırganmayacak hâle geliyor. Belki böyle bir üslûp ilk başta bazılarına sun’î gelmiş olabilir. Fakat zamanla bu mülâhaza da izale oluyor. Bu açıdan bize ait saygı ifade eden ne kadar değer varsa, bunları birer birer ihya ederek yeniden hayatımızda canlandırmaya çalışmalıyız. İşte asıl o zaman kendimizi, kendimiz olarak hissedecek ve saygı atmosferi içinde rahatça kendimizi ifade edebileceğiz. Dolayısıyla hiç kimse de, birilerini rencide eden, inciten, kulak tırmalayan nâsezâ, nâbecâ sözlerle karşılaşmayacaktır.
Üç-Beş İnsanla Dahi Olsa Vira Bismillah Demeli
Bu ahlak ve âdâbın kabul edilip benimsenmesi ise belli bir zamana bağlıdır. Zira toplumumuz uzun zamandan beri çok ciddî bir saygısızlık tufanına maruz kalmıştır. Günümüzde umumiyet itibarıyla ölçüsüz ve nizamsız bir şekilde konuşulmaktadır. Denilebilir ki, bütün topluma yayılmış bir “argo” lisanı hâkimdir. Medyanın hâli ise toplumdaki bu durumu bile aratacak seviyededir. Öyle ki, medyada dile getirilen bazı kelimelerin mânâlarını bulmak için sözlüklere müracaat etseniz, kelimenin başında, “külhanbeylerin kullandığı ağız, kaba konuşma” mânâsını ifade eden “argo” kaydıyla karşılaşırsınız. Bu açıdan işe bir kenarından başlayarak saygı duygusunu yeniden ihya etmeye çalışmalıyız. Belki başta bu hassasiyete özen gösteren üç-beş insan olacak, bunlar dar dairede de olsa üslûplarıyla, tavır ve davranışlarıyla bu farklılıklarını her platformda ortaya koyacak ve başkalarına da numune-i imtisal olacaklardır.
Aslında bizde edebe dair yazılmış pek çok kitap vardır. Elbette ki bunlara bakılmalı ve bunlardan istifade edilmelidir. Fakat unutulmaması gerekir ki, kitaplarda yer alan bu mevzuların kabul edilmesi, bunların hususi mahfillerde işlenip hayata geçirilmesine bağlıdır. Bir dönem, camilerimizdeki imam ve müezzinlerimizin kürsü ve minberdeki tavır ve davranışları, yaptıkları konuşmalar insanlara çok şey kazandırıyordu. Toplumun camiden aldığı pek çok güzellik vardı. Caminin yanında tekye ve zaviyelerdeki insanlar da ayrı bir edep dersi veriyordu. Oradaki münasebetler hep saygı ve hürmet ufkunda cereyan ediyordu. Hayat hep saygıyla götürüldüğünden dolayı da, saygı tabiatın bir derinliği hâline gelirdi. Dolayısıyla insanlar konuşmalarında ve davranışlarında zorlanmadan, tekellüf ve sun’îliğe girmeden çok tabiî olarak saygılı ve edepli davranırlardı. Geçmişte bir sokakta ilerlerken bu türlü nurefşân ocakların belki elli tanesiyle karşılaşırdınız. Elli yerde elli tane bilgenin oturduğunu ve çevresine bize ait güzellikleri neşrettiğini görürdünüz. Oraya uğrayan insanlar da mutlaka böyle bir insibağla farklılaşır ve öyle geriye dönerlerdi.
Şimdi ise sokak korkunç bir yokluk ve kıtlık yaşıyor. Bazı müesseseler bu mevzuda bir kısırlaşma dönemi içindeler. Birçoğundan da mahrumuz. Müesseseler olmadığı gibi, ahlak-ı âliye-i İslâmiyeyi talim edebilecek şahıslar da yok. O hâlde böyle bir durumda yapılması gereken, dar alanlı, hususî mahfillerde üç-beş insanla da olsa âdâb-ı muaşerete ait bu değerleri yeniden diriltmeye çalışmak olmalıdır. Siz bir evde iki, üç arkadaş bir arada kalıyorsanız, vira bismillah deyip bu edep ve saygıyı orada yeniden ihya etmeye bakacaksınız. Israrla bu mevzuun üzerinde duracak ve bunu tabiatınız hâline getireceksiniz. Zira âdâba dair bu hususlar, Allah’a, Peygamber’e, haşr ü neşre iman, namazın ciddî eda edilmesi gibi dünya ve ukbamızı mamur hâle getirecek önemli ve hayatî meselelerin yanında tali gibi görünse de ihmal edilmemesi gereken disiplinlerdir. İnsanlığın İftihar Tablosu  (aleyhissalâtu vesselâm) imanın yetmiş küsur şube olduğunu, bunun en başının iman-ı billah, en küçüğünün ise yollardaki eziyet verici şeyleri bertaraf etmek olduğunu ifade buyuruyor ki, en küçük şube sayılan bu davranış da bir edeptir. Evet, birinin ayağına diken batmasın, birisi yola atılan bir nesneyle zarardide olmasın diye çeri çöpü kaldırıp bir tarafa atma imana bağlı şubelerden bir şube olarak sayılmaktadır. Aynı şekilde, mü’min kardeşinle karşılaştığın zaman tebessüm etmen, kuyudan doldurduğun bir kovanın suyunu oraya gelen birinin kovasına boşaltman gibi hususlar da imanın şubeleri içinde gösterilmiştir. Bu açıdan bu gibi hususları asla hafife almamak gerekir.
Son bir husus olarak şunu ifade edeyim ki, imana ait bütün bu şubeler ve onlara bağlı ameller birbirini tamamlayıcı unsurlardır. Eğer siz Allah rızası için, âdâba dair bir meseleyi eda ediyorsanız, bu aynı zamanda size Allah’ı, Peygamber’i, haşr ü neşri hatırlatır. Bir an O’nu hatırlama, bir an-ı seyyale O’nunla beraber olma ise binlerce sene O’nsuzluğa denktir. O hâlde küçük gibi görünse de, bu gibi mevzular, çağrıştırdığı mânâlar itibarıyla çok büyüktür. Bu açıdan başkaları ne yaparsa yapsın, bizim eskilerin âdâb-ı İslâmiye ve âdâb-ı Kur’âniye dedikleri meseleleri kendi aramızda ihya etmemiz, kendi terbiye anlayışımızı, kendi nezaket ve zarafetimizi ortaya koymamız gerekir.

19 Şubat 2012 Pazar

efeler: Çanakkale Savaşı'nda İmam ve Müftü Efendiler.

efeler: Çanakkale Savaşı'nda İmam ve Müftü Efendiler.: Biraz sonra öleceğini bilerek ateşe atılan askerin gösterdiği gayret ve azmi, sadece bazı askerî imkân ve kabiliyetlerle izah kabil değildir...

Çanakkale Savaşı'nda İmam ve Müftü Efendiler.

Biraz sonra öleceğini bilerek ateşe atılan askerin gösterdiği gayret ve azmi, sadece bazı askerî imkân ve kabiliyetlerle izah kabil değildir. Bunun yanında vatan sevgisi, galibiyete inanç ve her şeyden önemlisi askerin sahip olduğu mânevî değerler göz ardı edilmemelidir. Çanakkale'de, bir milletin ve onun temsil ettiği medeniyetin nurunu söndürmek için gelmiş düşmana karşı duran askerlerin en önemli teşvik unsuru ise, bin yılı aşkın müntesibi olduğu İslâm olmuştur.

Osmanlı Devleti de ilân ettiği seferberlik (2 Ağustos 1914) ile birlikte askeri hazırlıklara başlamış bu çerçevede birliklere imam ve müftüler tayin etmiştir.1 Bu usul, Yeniçeri Ocağı'nda "ocak imamı" olarak başlamış, daha sonra kurulan bütün ordularda devam etmiştir. Bu kişilerin vazifesi ise askerin, cephede dinî ihtiyaçlarının yerine getirilmesinin yanında taarruz öncesi ve sırasında gayretini artırıcı telkinlerde bulunmaktan ibaret olagelmiştir. 

Muharebeler sırasında askere telkinde bulunan bu kişiler, gerektiğinde ellerine silâh almaktan çekinmemiş, düşmana karşı hücuma katılmışlardır. Bir kısmı gazilik mertebesine ulaşırken bir kısmı da şehit olmuştur. Bu kahramanlardan cephede yaralanarak tedavisi için İstanbul'a getirilen bir gazi imamın sözleri bu hakikatin tespiti adına büyük önem arz etmektedir:

"Biz her zaman olduğu gibi kahraman yavrularımızın arasında îfâ-yı vazife ediyorduk. Onlarda teşvik ve teşcî' edilmeye hiçbir ihtiyaç yok idi... Düşman üzerine arslanlar gibi hücum ediyorlar, boğuşuyorlar hiçbir zaman hiçbir şeyden ürkmüyorlardı. Yükselen "Allah Allah..." sedasından başka bir şey işitilmiyordu. Bu öyle ruhanî ve ulvi bir an idi ki, bunun karşısında, yapacak hiçbir vazifesi olmayarak, bizden bir kelime-i teşvik ve teşcî' bile beklemeyen er oğlu erler arasında dolaşmak zâid bir şey gibi geldi. Ben de hemen orada boş bulduğum bir silâha sarılarak hücuma iştirak ettim. Bir müddet dövüştüm. Ve nihayet sağ tarafımdan bir kurşunla mecrûh oldum..."2 

Barbaros Hayreddin Zırhlısı'nın imamı Tataylı Süleymanoğlu Mehmed Efendi 8 Ağustos 1915'te geminin batırılması üzerine şehit olmuştur.3

3. Kolordu Komutanı Esat Paşa da hatıratında tabur imamlarının ellerinde Kur'ân'la askerin önünde ilerlediğini belirtmektedir.4 Tabur imamlarının askerin önünde muharebelere iştiraki ve sonra işgal edilen siperlerin geri alınışı ile ilgili bir başka hâdise ise, Tanin gazetesi muhabiri tarafından şöyle anlatılmaktadır:

"30 Haziran 1915: Önceki gün sonuçlanmış sanılan muharebe, dün yine bütün şiddetiyle devam etti. İngilizler öğleden sonra saat biri yirmi geçe Arıburnu'nda sağ tarafımıza karşı şiddetle tecavüz ettiler ve bu hücumu bir taraftan himaye etmek diğer taraftan da umûmî göstermek için bütün cephede şiddetli bir ateş açtılar. Fakat birliklerimiz İngiliz hücumunun ilerlemesini beklemeye lüzum görmeyerek derhal karşı koydular. Bir elinde kılıcı, diğer elinde Kur'ân-ı Kerîm olduğu hâlde tekbîr ve tehlîl (Kelime-i Tevhid) ile ileri atılan tabur imamı düşmanın birkaç adım ilerlemeye muvaffak olan askerlerini kovduktan sonra ileri siperlerden ikisine girdiler."5

Cephede imamların asker üzerindeki bu tesiri ve muharebelerde îfâ ettiği vazife müttefik askerlerinin hatıralarında da yerini almıştır. Deniz Çavuşu F.W. Johnston Türk imamlarının "Allah! Allah! Allah!" diye bağırdıklarını, bu seslerin kendisinde bir ürküntü meydana getirdiğini nakletmektedir.6 

Bir süre 9. Tümen'in komutanlığını üstlenen, yaralanarak cephe gerisine alınan Alman komutan Albay Hans Kannengiesser de cephede imamların rolünü ve hücum öncesi yapılanları hatıratına kaydetmiştir. O, taburun hücumundan önce alay imamının obüs toplarının sesleri arasında askere hitap ettiğini belirtmektedir. Kannengiesser Paşa bu hitabın önemli bir tesirinin olduğunu belirttikten sonra "Bu gibi kötü durumlarda bir Hıristiyan olarak, keşke bir telkin de bana verilmiş olsaydı." diyecektir. Paşa sözlerini "Alay imamı, pratik bir insandı. Hele, tüm subaylar ve hattâ tabur komutanı şehit olmuşsa, insanları oldukça fazla duygulandırıyor ve iyice etkiliyordu." ifadeleri ile bitirecek ve Çanakkale'de alınan zaferin ardındaki bir gerçeği açıkça belirtecektir.7

Cephede görevlerini hakkı ile yapmaya çalışan imamlar, taburlarında şehit olan kardeşleri için Kur'ân-ı Kerîm ve Mevlid-i Şerîf okumuşlardır. Okutulan bir Mevlîd-i Şerîf'teki sükûnet ve askerdeki zafere olan inanç ve metânet Tanin gazetesi muhabirinin dikkatine takılmıştır. Muhabirin "Dikkat ettim, aralarında elinden, kolundan, hattâ alnından yaralılar da var. Muharebeden henüz çıkmışlar. Birkaç gün istirahattan sonra belki yine geri dönecekler. Fakat bütün simalar pür vakar, ruhlar dinin cenâh-ı himayesinde hakîki bir teselli bulmuş. Tehlîl ve tekbîr sesleri arasında kuvve-i maneviyeleri yükselmiş..." ifadeleri askerin içinde bulunduğu ruh hâlini de ortaya koymaktadır.8 

İmam ve müftüler, cephede gösterdikleri bu kahramanlıklara fazla ehemmiyet vermeyeceklerdir. Zîrâ yapılan bu iş o kadar büyütülecek bir durum da değildir. Onların yerinde kim olsa aynısını yapar, gerektiğinde eline silâhı alır, düşmana hücum ederdi. Burada önemli olan vatan ve milletin selâmetidir. Cepheye giden herkes kaybedilen her bir siper bir milletin geleceği ile ilgili olduğunun farkındaydılar. Mucip Kemal'in: "... Biz denizden karadan yapılacak taarruzu, o müthiş anı aylardan beri hiçbir ümitsizliğe kapılmadan mütevekkilâne bekliyorduk. Hâl ve şartlar ne olursa olsun, ilâhî kader bizim kuşaklara bu ağır vazifeyi yüklemiş bulunuyordu..." sözleri verilen mücadelenin önemini ve gelenleri karşılayan cephede bütün herkesin içinde bulunduğu şuuru göstermesi bakımından önemlidir. Mucip Kemal'in: "...Ve yine bütün yurttaşlar biliyorlardı ki, Payitahtın kapısında verilecek muharebeler milletimizin akıbetini kesin olarak tayin edecekti; ya Avrupa'dan Endülüslüler gibi kılıç ve kamçı darbeleri altında kovulacak veyahut layık olduğumuz şeref ve haysiyetimizle güzel verimli topraklarımız üzerinde yaşamak hakkını kazanacaktık." sözleri bu durumu açıkça göstermekteydi.9

Bu şuur içinde bulunan askerler muharebe meydanlarında elinden Kur'ân'ı, dilinde ise duayı bırakmamışlardır. Askerler iç ceplerinde başta Kur'ân olmak üzere Ashâb-ı Bedir gibi dua mecmuaları taşımışlardır.

Osmanlı Devleti içinde bulunduğu şartlarda halkın ve cephedeki askerin mâneviyatını artırmak, devletin içinde bulunduğu şartların önemini belletmek için gerek İstanbul'da gerekse cephede vaizler görevlendirmiştir. İstanbul'da, Meşîhat Dairesi Ders Vekâleti'nde ilmî heyet oluşturulmuş, camilerde bu heyet tarafından seçilen kişilere her hafta vaaz ettirilmiştir. Seçilen kişilerin isimleri ve vaaz edecekleri camiler gazetelerde duyurulmuştur.10 Seçilen bu âlimlerin vaazının yeterli gelmeyeceği düşüncesi ile olsa gerek ki, Meşîhat Dairesi, Medresetü'l-vâizîn dördüncü sınıf talebelerinden vaaz ve nasihat etmeye liyakati olanlardan bir kısmını bazı İstanbul camilerinde vaaz vermek üzere görevlendirmiştir.11 

Ayrıca, cephede imam ve müftüler yanında, askerin şecaatini artırmak, yapılan işin de büyüklüğünü anlatmak üzere İstanbul'un ileri gelen hocaefendileri cepheye gönderilmiştir. Bunlar cephede birlikler arasında bir program dâhilinde dolaştırılarak vazifelerini yapmaları sağlanmıştır. Bu kişilerden biri de Beyazıt Dersiâmlarından Hüseyin Hilmi Efendi'dir. Hüseyin Hilmi Efendi 26. ve 7. Tümenlerde askerin yaptığı işin önemini ve âlem-i İslâm için ifade ettiği mânâyı anlatmıştır.12 Cepheye gönderilen vaizlerden biri de, Fatih Dersiâmlarından Hüseyin Mahir Efendi'dir.13

Çanakkale'de Anadolu toplanmıştır. Gelenler cephede yaptıkları işin kudsiyetinin idrakindeydiler. Sağ kalırlarsa "gazi" ölürlerse "şehit" olacaklarını biliyorlardı. Evet, cephede Mehmetçik ile yeri geldiğinde omuz omuza muharebe eden imam ve müftüler kendilerine düşen vazifeyi en iyi şekilde yapmışlardır. Onlar biliyorlardı ki, eğer düşman Çanakkale'yi geçerse yapacakları ilk işlerden biri de memleketin maddî ve mânevî değerlerine saldırmak olacaktır.

* Mardin Artuklu Üniv. Edebiyat Fak. Tarih Böl. Öğretim Üyesi
lokman.erdemir@yeniumit.com.tr

17 Şubat 2012 Cuma

Eksi 10 ile Amerika'yı yeniden keşfedin...


Son dönemlerin en renkli televizyon programlarından biri Eksi 10. Özel dosyaları, ünlü röportajları, Los Angeles'ın görülmeye değer mekânlarını ekranlara taşıyan program, yeni yayın döneminde de zengin içeriğiyle izleyicilerine keyifli anlar yaşatıyor.
-Amerika denildiğinde zihinleri süsleyen yegâne şehir devasa gökdelenleriyle ünlü New York olagelmiştir. Hollywood olmasa Amerika'nın ta öbür ucu diye tabir edilen Angeles'ın vay haline! Neyse ki TRT Haber'de "Eksi 10" adlı bir program var. Eksi 10, Amerika'nın en batısındaki bu güzel şehrin ilginç mekânlarını ve doğal güzelliklerini bir gezi programı tadında yakından görme imkânı veriyor ve bu ülkede New York'tan çok daha fazlası olduğunu gösteriyor izleyicilerine.
Eksi 10, Los Angeles şehrini haber-magazin tadında bir formatla izleyicilerinin evine misafir ediyor. Program, her hafta birbirinden renkli konu ve konuklarıyla dikkat çekiyor. Eksi 10 bir yıl önce başladığı yayın serüvenine yeni sezonunda da başarılı bir sanatçı, sporcu, bilim insanı veya girişimci gibi kendi alanında iddialı isimleri ekranlara taşıyarak devam ediyor.
Amerika'da yaşayan başarılı Türkleri, Hollywood'un ünü ülke sınırları aşmış yıldızlarını ve Los Angeles'ın nabzını her hafta izleyicilerine eğlenceli bir şekilde aktarıyor program. Henüz yolun başında olan Eksi 10 şimdiden kemik bir izleyici kitlesine sahip olmuş bile! İsminden başlayalım. Programın yapım şirketi Westwood Production Los Angeles'ta yer alıyor. Günü bizden 10 saat farkla geriden karşılayan başka bir deyişle Türkiye ile arasında 10 saatlik bir zaman farkı bulunan bir şehir Los Angeles. Eksi 10'un Türkiye ayağının yapımcısı Faruk Keysan. Amerika ayağını ise şirket sahibi ve programın fikir babası Kemal Cem tarafından yürütüyor. Kemal Cem tarafından aradaki bu zaman farkı gözetilerek konulmuş Eksi 10 ismi.
Yıllardır Amerika'da yaşayan Cem, Türkiye tarafından az bilinen Los Angeles şehri hakkında Türk izleyicisinin ilgisini çekecek bir programın projesini uzun zaman önce kafasında oluşturmuş. Özellikle Los Angeles'ta yaşayan ve önemli başarılara imza atarak Amerika'da bir hayli tanınan, ancak Türkiye'de çok da bilinmeyen bu isimleri Türk izleyicisine sunmayı hayal etmiş. Ayrıca Amerika'nın görülmeye değer yerlerini olur da proje hayata geçer diye not etmiş hep.
Dünyadaki eğlence ve sinema merkezi Hollywood'un da burada bulunması nedeniyle 'Neden seviyeli bir haber-magazin programı yapmıyoruz ?' diyerek projeyi hayata geçirmeye karar vermiş. Sonrası malumunuz. Los Angeles'ta çekilen ve TRT Haber kanalında yayınlanan program kısa sürede hatırı sayılır bir izleyici kitlesine ulaşmış. Programla ilgili detaylı bilgi almak adına görüştüğümüz Faruk Keysan, programın diğer haber kanalları içersinde yapılan reyting ölçümlerinde kayda değer oranlar aldığını belirtiyor.
Eksi 10'un genç ve dinamik bir çalışma ekibi olduğunu söylüyor Keysan. Çalışanlar ağırlıklı olarak Türklerden oluşuyormuş: "Programın Hollywood bölümleri Amerikalı yapımcı Kurt Braun'un girişimleri ile çekiliyor. Gezi bölümlerinin yerinde duramayan esprili muhabiri Aykut Elimsa, her hafta Amerika'nın batı yakasını gezerek seyircilere keyifli dakikalar yaşatıyor. Sempatik sunucumuz İrem Akdere, Eksi 10'un genel sunuculuğunu yapıyor. Kamera arkasında ise gece gündüz özveriyle çalışan yirmi kişilik bir ekibimiz var. Programımız Los Angeles merkezli ve batı yakası ağırlıklı olsa da ABD nin başka yerlerinden gelen taleplerden dolayı önümüzdeki haftalarda daha geniş bir alana da yayılmayı düşünüyoruz."
Hollywood'un yıldız isimleri Eksi 10'da
Yayına başladığı günden bu yana programa konuk ettiği dünyaca ünlü isimler ile kendi kulvarında seviyeli bir yer ediniyor Eksi 10. Programda kimler yok ki! Hollywood'un efsane sinema sanatçıları Nicholas Cage, Bruce Davison, Cate Blanchett'tan NBA'in ünlü oyuncuları Kobe Bryant, Shaquille O'Neil ve Hidayet Türkoğlu'na, buluşlarıyla Amerikan üniversitelerinin bünyesine katmak için peşinden koştuğu bilim adamı Aydoğan Özcan, Hollywood'un Türk sinema sanatçısı Alex Demir ve müzikleriyle Amerikan filmlerine ruh katan Pınar Toprak'a kadar daha adını sayamadığımız birçok isim yer alıyor Eksi 10'da.
New York'u görmek, Amerika demek değil
Amerika'nın en zengin eyaletlerinden biri olan Kaliforniya, tek başına dünyanın 5. büyük ekonomisi durumunda. Milyar dolarlık sinema sektörü ile Hollywood, teknolojiye yön veren elektronik üssü ile Silikon Vadisi, çokça doğalgaz ve petrol bu eyalette bulunmasına rağmen eyaletin en birinci gelir kaynağını tarım oluşturuyor. Tüm bunların yanında doğal güzellikleri ve daha pek çok özelliği ile Kaliforniya tam bir cazibe merkezi. Dolayısıyla burada bir televizyon programı için bolca malzeme bulunuyor. Bu yüzden Amerika denildiğinde sadece doğu yakasını, New York, Boston ve New Jersey Amerika'yı tanımak adına yeterli değil. Biz de nispeten bilinen batı kısmını TV programı için daha bakir olarak gördük. Ve 16 saatlik bir uçuş gerektiren, dolayısıyla 'gözden ve gönülden ırak' melekler şehrini Eksi 10 ile izleyicimize aktarmaya çalışıyoruz.

15 Şubat 2012 Çarşamba

Sosyal medya konusunda önemli uyarı


Sosyal medya konusunda önemli uyarı

Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım, sosyal paylaşım sitesi kullanıcılarına kritik bir uyarıda bulundu. 

Bir sosyal paylaşım sitesinin kişisel bilgileri güvenilir yerlerle paylaşabileceğini açıkladığını belirten Yıldırım, "Sosyal paylaşım sitesi bir istihbarat örgütüne dönüşüyor. Burada da millileşmenin ne kadar önemli olduğunu özellikle çizmek istiyorum" uyarısında bulundu.

Rixos Otel'de IPV6 konferansına katılan Ulaştırma Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Binali Yıldırım, bileşim sektöründe gelinen noktayı açıkladı. Sabit telefon abone sayısının 14 milyon 845 bine gerilediğini söyleyen Yıldırım, 2003 yılında sabit telefon abonesini 23 milyon seviyesinde olduğunun altını çizdi. Mobil abone sayısının ise 23 milyondan 65 milyon 451 bine ulaştığına dikkat çeken Yıldırım, 2G ve 3G kullanıcı sayısının birbirine eşitlendiğini kaydetti. Genişbant internet abonesinin 18 milyon 280 bin 116 olduğunu, nüfusun 50 milyonun genişbant kullanıcısı durumunda olduğunu kaydeden Yıldırım, kablo internet abonesi çok düşük kaldığını bunu arttırmak gerektiğini söyledi.

SOSYAL PAYLAŞIM SİTELİRİNDE KİŞİSEL BİLGİ PAYLAŞMAYIN UYARISI

Arap Baharının kıvılcımının sosyal medyada yakıldığını ifade eden Yıldırım, "bu siteler kullanıcılarla ilgili her türlü tasarrufu yapacaklarını açıkladı. Yapacakları tasarruflardan birisi bakın ne? Sosyal paylaşım sitesi güvenilir yerlerle kullanıcı bilgilerini paylaşabilirim. Sosyal paylaşım sitesi bir istihbarat örgütüne dönüşüyor. Burada da millileşmenin ne kadar önemli olduğunu özellikle çizmek istiyorum. Her türlü bilgilerimizi sırrımızı, birileriyle paylaşıyoruz o da ben bunları istediğim güvenilir yerlerle size sormadan paylaşırım. Eğer bunu kabul ediyorsanız bizimle çalışmaya devam edin. Etmiyorsanız Allah selamet versin. Bunun tedbirini almak bize düşüyor. Bu konuda önemli görevler üstlenmeliyiz. Biz küreselleşmeye karşı değiliz dayatmalara karşıyız" bilgisi verdi. 
samanyoluhaber.com

14 Şubat 2012 Salı

efeler: Tuhaf Rastlantılar...

efeler: Tuhaf Rastlantılar...: Tuhaf rastlantılar, gezegenlerin konumlarını belirleyen prensibin tesadüf olmadığını düşündürüyor. Dolayısıyla gökbilimciler bu konuda ara...

Tuhaf Rastlantılar...


Tuhaf rastlantılar, gezegenlerin konumlarını belirleyen prensibin tesadüf olmadığını düşündürüyor. Dolayısıyla gökbilimciler bu konuda araştırma yapma ihtiyacı hissediyorlar. 
Güneş'ten uzaklıklarına göre gezegenler şöyle sıralanmakta: Merkür, Venüs, Dünya, Mars, Jüpiter, Uranüs, Satürn, Neptün ve Plüton. Güneş'in etrafında dönen bu dokuz gezegenin yörüngeleri, Güneş'ten gittikçe uzaklaşır şekilde, milyonlarca yıldır sürekli devam eden bir dans gibi birbirini takip etmektedir. Fakat, dört asırdan fazla bir zamandan beri bilim adamlarının kafasını bir soru kurcalamaktadır: Bu dokuz gezegenin konumları bir tesadüf sonucu mu böyle olmuştur, yoksa bu konumları bu şekilde ayarlayan tabiî bir kanun mu vardır? 

Böyle bir kanunu tespit etmek için yapılan sürek avı, ancak 16. asrın ortalarında, Polonyalı gökbilimci Nicolas Copernic'in çalışmaları yayımlandığı ve içinde bulunduğumuz sistemin merkezinde Dünya'nın değil Güneş'in yer aldığı anlaşıldığında başlayabilmiştir. 

Gezegenlerin konumu hakkındaki ilk kanun, 1596 yılında 25 yaşında genç ve yetenekli bir Alman gökbilimci tarafından açıklanmıştır. Bir Protestan papazı olan Johannes Kepler, o devirde bilinen altı gezegenin Allah tarafından tesadüfen o şekilde yerleştirildiğine inanmayı reddetti. Bu genç ve dindar bilim adamı, gezegenlerin yörüngelerinin, aralarına Eflatun'un düzenli beş çokyüzlüsünü de katarak elde edilen daireler olduğuna inanıyordu. Merkür ile Venüs arasında küp şeklinde, sonra diğer gezegenler için sırayla dörtyüzlü, bir onikiyüzlü, diğer gezegenler için yirmiyüz ve diğerleri için sekizyüzlü. Fakat, birkaç yıl sonra, Kepler gezegenlerin yörüngelerinin daire değil elips şeklinde olduğunu gösterdi ve Eflatun'un bu harika uyumunun farklı olduğunu gösterdi. 1766 yılında, Prusya'lı gökbilimci Johnann Titius tam sayıların muhteşem uyumu üzerine yeni bir kanun geliştirdi. 

4 ekleyip 10 ile bölün 
Her unsurun öncekinden iki misli büyük olduğu 0, 3, 6, 12... sayıları dizisinden yola çıkan Titius, bu sayıların her birine 4 eklemiş ve sonra da 10 ile bölmüştür. İşte, orada bir mucize doğmuştur! Eğer Dünya ile Güneş arasındaki uzaklık (bu uzaklık, elipsin büyük ekseninin uzunluğunun yarısına eşittir) bir astronomi birimi (1 Au) ederse, o zaman Titius'un dizisinin ilk terimi Merkür ile Güneş arasındaki uzaklığa neredeyse denk düşer (0,39 astronomi birimi); ikinci, üçüncü ve dördüncü terimler Venüs'ün, Dünya'nın ve Mars'ın konumlarına denk duruma gelir. 

Beşinci terime gelince, o hiçbir gezegene denk düşmemektedir, fakat, altıncı ve yedinci terimler Jüpiter ile Satürn'ün konumlarına çok yakın değer. Bunun tesadüf olmadığı açıktır. 

1781'de Satürn'ün ötesindeki Uranüs'ün keşfi bu uyumu sayıbilimi ile gökbilim arasında daha da sağlamlaştırmıştır: Titius'un dizisinin sekizinci terimi 19,6'dır ve Uranüs Güneş'e 19,2 astronomi birim uzaklıkta bulunmaktadır. Bunun etkisinde kalan Alman gökbilimci Johann Bode, 1796'da Mars ile Jüpiter arasındaki gezegeni araştırmak için meslektaşlarını ikna etmiştir. Beş yıl sonra yeni bir uyum kendini göstermiştir! Ceres adı verilen ve 1000 km çapında bir göktaşı Titius-Bode kanununun tahminde bulunduğu bir yerde keşfedilmiştir! Bu gökcisminin yörüngesi bir gezegeninkine benziyordu, fakat Jüpiter'in devâsa kütlesinin varlığı hiç şüphesiz her türlü maddenin orada bulunmasını önlemiş olmalıydı. 

Neptün'de hata 
Fakat 1846'da ilk önemli güçlükle karşılaşıldı: Neptün gezegeninin daha önce tahmin edildiği gibi 38,8 astronomi biriminde değil, 30,1 astronomi biriminde bulunduğu görüldü. 1930 yılında ise, Plüton'un Güneş'ten 40 astronomi biriminde bulunduğu hesaplandı, halbuki 70 astronomi biriminde olduğu tahmin ediliyordu. Böylece, Titius-Bode kanunu bir istisna ortaya koyuyordu. 

Böyle olmakla birlikte, bazı gökbilimciler söz konusu kanunu yeni keşiflere uygulamak istemektedir. Eğer sayı ilâve edilmesini ve bölmeyi bir tarafa bırakırsak, Titius'un sayıları kendilerinden önce gelen unsurun 2 ile çarpılmasıyla üretilmiştir. Titius tarafından bu tam sayının seçilmesi muhtemelen Eflatuncu yapısıyla Kepler'inkine benzeyen bir gizemciliğin doğmasına yol açmıştır. Eğer "2" sayısı tam sayı olmayan bir sayı ile değiştirilirse, gezegenlerimizin konumlarının bütünlüğü konusunda çok daha iyi bir tahmin elde edilebilir. Böylece 0,228 değerinden yola çıkıp, 1,73 sayısıyla terimden terime çarparak (...inci terim o zaman 0,228 x 1,73 yapısındadır) dokuz gezegenin ve göktaşı kuşağının birbirini izleyen konumlarının daha iyi bir tahmini yapılabilir. 

En şaşırtıcı olanı ise, Güneş sistemimiz için "Titius-Bode tarzında" ondan fazla kanunun mevcut oluşudur. Kabul edilsin ya da edilmesin, uzaydaki kara delikler dizisinde veya uzaklardaki Plüton gezegeni ya da 1977'de keşfedilen Chiron göktaşı veya Satürn'ün hemen önünde bulunan Hilda göktaşları kuşağı, hattâ 30 bin astronomi biriminden daha uzakta bulunan Neptün ötesi bazı belirsiz gökcisimlerinde, Titius-Bode'inki ile ("K üssü n") aynı yapıda, fakat katsayıları farklı olan başka birçok prensip de bulunabilir... 

Peki, ya kanunun ötesinde ne var? 
Hepsi bu kadar değil, pek çok gökbilimci Güneş sistemimizin aslında çok farklı iki kısma ayrıldığına inanmaktadır. Merkür'den Mars'a kadar taşlaşmış sert yapıdaki gezegenler ve Satürn'den itibaren başlayan diğer gezegenler. 

O halde, "n kareli" iki kanun bulunabilir. Güneş sistemindeki dokuz gezegeninin konumlarını mükemmel bir tahminle açıklayan '...inci gezegenin konumu' (a+bn)2 şeklinde olur. 

Bu karmaşa hakkında ne düşünebiliriz? Hesaba katılacak gezegenlerin sayısının azlığı gözönüne alınırsa, bir bağlantı bulmak o kadar şaşırtıcı olmuyor. Dıştan bakıldığında gözlemlediğimiz bu düzenli durumların tesadüfen olup olmadığını nasıl bileceğiz peki? 

Bu sorunun cevabı, temel fizik kurallarından çıkacak bir kanun elde etmek için gezegen sistemlerinin oluşum mekânizmalarını incelemektir. Gökbilimciler genellikle, gezegenlerin küçük cisimlerin yakalanmasıyla oluştuğuna inanırlar. Fakat dışarıdan gelen harici maddelerin yakalanmasına sebep olan fizik düzeneği hâlâ bilinmezliğini korumaktadır. Buna sebep olarak yerçekiminin değişkenliği, burgaçlama hâdisesi, elektromanyetik kuvvetler, basınç dalgaları, çarpışma gibi pek çok unsur ileri sürülmektedir ki, çoğu zaman bunlar birbiriyle bağdaşmamaktadır. 

Şimdilik bunlardan hiçbirinin geçerliliği ispatlanamazsa bile bu modellerin gezegenler için hangi durumu öngördüklerini öğrenmek ilginç olsa gerek. İşte burada yeni bir sürpriz ile karşılaşmaktayız; birçok model Titius-Bode tarzında bir kanun öngörmektedir. O kadar ki, bu çalışmaları yayımlamayı reddeden bazı büyük gökbilim dergileri bile vardır. Paris'ten François Graner ile Toulouse'den Berengere Dubrulle birkaç yıldır bu ilginç mesele üzerine eğilmiş iki bilim adamı olup şöyle bir açıklama yapmaktadırlar: "Bu türden onbeşten fazla çalışma saydık. Bu kadar farklı modellerden yola çıkarak Titius-Bode kanunu elde etme kolaylığı, kanunun kendisinden daha şaşırtıcı gelmektedir." 

Bu iki Fransız araştırmacı, Titius-Bode kanununun varlığı sonucunu doğuran gezegen sistemlerinin bütün bu teorik oluşum modellerinin müşterek iki varsayım içerdiğini fark etti; birincisi, sistemin dönme değişmezliği (başlangıçta, maddenin dağılımında hiçbir özel yön yoktur); ikincisi ölçek değişmezliğidir (bir nokta ile Güneş'ten iki kat daha uzakta bir yerde bulunan diğer bir nokta arasındaki fizik değişiklikleri noktanın konumu ne olursa olsun değişmezdir). Bu iki bilim adamı sözü edilen ünlü kanunun ortaya çıkması için bu iki varsayımın yeterli olduğunu göstermektedir. O halde, farklı fizik parametleri üzerinde oynayarak Titius-Bode tarzında bir kanunu hazırlamak kolay gelmektedir. 

Kolaylaştırıcı karışıklık 
Meseleyi daha da karmaşık hale getiren bir husus da, bu simetri varsayımları üstüne inşa edilmeyen diğer modellerin de bulunuyor olmasıdır. Paris-Meudon rasathanesinde çalışan bilim adamı Laurent Nottale uzun yıllardan beri karmaşık, cüretkâr ve eleştirilen yeni bir fizik varsayımı geliştirmektedir. Einstein'in izafiyet teorisini genelleştiren ölçek izafiyeti teorisi, 1996 yılında, bu ölçek izafiyeti ve yerçekimi kanunlarını birbiriyle birleştirmek suretiyle bu bilim adamı, gezegenlerin daha önce karşılaşılan "n kareli" bir kanunu izleyerek bugünkü, konumlarını aldıklarını öngören gezegen sistemlerinin bir oluşum modeli hazırlamayı başardı. Bu varsayıma göre, bütün gezegen sistemleri en yakın yıldız kitlesinde aynı kanunu izlerler. 

Gezegenlerin konumunun tesadüfen olup olmadığı konusundaki araştırma avı gittikçe daha da karmaşık bir hale gelmektedir. Gezegenlerin oluşum teorileri modellerinin bir çoğu, gezegenlerin konumlarını belirleyen bir kanun bulunduğunu doğrulamaktadır. 

Paris Boylam Dairesi'nde araştırma müdürü olan Jacquer Laskar, geçen sene, şu açıklamayı yapmştı: "Belki de gezegen sistemlerinin düzenlenmesinin nasıl olduğu sonucuna, kendileriyle maddenin topaklandığı mekânizmaları hesaba katmayan basit fizik kavramlarından hareketle varabiliriz." İşte bu "basit fizik kavramı" bir karışıklık doğurmaktadır. Laplace'in, Le Verrier'nin ve Poincare'nin gökbilim çalışmalarını devam ettiren Laskar, aslında, 90'lı yılların başında gezegen hareketlerinin karmaşık olduğunu göstermişti. Gezegenler arasındaki küçük çekimler, bundan daha da önemlisi Güneş'in çekim gücü hesaba katılırsa, gezegenlerin artık mükemmel bir elips yörüngesi izlemeyip ortalama yörüngeleri çevresinde bütün bir alanı dolandıkları anlaşılır. 

Son duruma yakın 
800 sayfalık devasa bir denklem sistemine (ki çözümü bir bilgisayara bırakılmıştır) bu küçük yerçekimi dalgalanmalarını dahil eden Jacques Laskar, gezegenlerin konumlarının hesaplanmasıyla ilgili her bir hatanın her on milyon yılda on misli arttığını göstermiştir. Bu yüz milyon yıllık bir sürede on milyar demektir... O halde, gezegenlerin konumunu uzun vadeli tahmin etmek bizim yaklaşık hesaplarımızla imkânsız olmaktadır... 

Jacques Laskar gezegen kanumlarıyla ilgili olarak şunları söylemektedir: "Bütün yörüngeler karmakarışıktır. Fakat, Venüs ile hâlâ bir çarpışma pozisyonuna girebilecek olan Merkür hariç tutulursa ve bizim sistemimize yabancı bir olay ortalığı karıştırmadığı sürece, gezegenler birbirleriyle artık karşı karşıya gelemezler. Gezegenlerin dolaştığı alanlar birbirleriyle artık kesişmezler. Bizim sistemimiz demek ki, son durumunu neredeyse almış gibidir." Bu son durumun özelliklerini tanımak için Fransız gökbilimci, geçen sene, tesadüfen çarpmak suretiyle, merkezi konumdaki yıldızın etrafında dönen bir malzeme alanı içine yayılmış 10 bin adet madde parçacığının durumunu inceledi. Lasker şu açıklamada bulunmaktadır: "Her çarpışmada, parçacıklar topaklanıp büyüyorlar. İrileştikçe daha az hareket ediyorlar. Sistemin gelişimi, karmaşık olmasına rağmen, yörüngelerinin bir daha karşılaşamayacağı bir duruma doğru gidiyor." Teorik hesaplar ve bilgi-işlem çalışmalarıyla, Laskar "bu son durumun gezegenlerin düzenlenmesi kanunu ile biçimlendiğini" göstermiş oldu. Yani, gezegenler tesadüfen değil, bir gâyeye müteveccihen bir düzen içine giriyorlar. 

Uzun zamandır izlenen ve bir karmaşıklıktan doğan bu kanun nedir peki? Aslında, birçok kanun var ve her şey maddenin ilk dağılımına bağlı olarak gelişmekte. Bu kanunların hemen hemen hepsi "n kareli" yapıdadır (bizim Güneş sistemimizde gezegenler Mars'a kadar iç gezegenler, onun ötesi için de dış gezegenler olarak ikiye ayrılmaktadırlar.). Fakat "K üssü n", yani "Titius-Bode tarzında" bir kanun çıkaran çok özel bir ilk dağılım vardır! Güneş sistemimizde maddenin ilk dağılımını bilmediğimiz için gezegenlerimizin kanununun hangisi olduğunu yine de öğrenemiyoruz. Bu konuda yapılan bir araştırmaya göre, "n kareli" bir kanun izleyerek dokuz gezegenin Güneş'in etrafında yerleşmeleri gitgide daha da muhtemel görünmektedir. Birkaç yıldan beri, dış gezegenlerin araştırılmasına başlanmış olup, yıldızlarına göre olan konumlarını gittikçe daha kesin bir biçimde gözlemleyebiliyoruz. Birkaç ay önce, Lavrent Nottale, o zamana kadar keşfedilmiş 50 dış gezegenin dağılımını inceleyip şunları söylemişti: "Yıldız kitlesine bağlı olarak uzaklıkların çapını yeniden ölçerek, bu dağılımın n2 kanunu ile çok iyi bir uyum gösterdiğini anladık." 

Biraz daha sabredelim. Yakında yeni dış gezegenlerin binlercesine şahit olacağız. Dört asırlık bir belirsizlikten sonra, Merkür'den Plüton'a dokuz gezegenimizin konumunu belirleyen bir kanun olup olmadığını nihayet bilmemize imkân sağlayacak istatistiklere kavuşacağız. Böylece belki gezegen sayısını da yeniden hesaplamamız gerekecek. Fakat sonuçta belirginleşen husus, uzun zamandır devam eden bir düzenin, ancak ilmin ve kudretin tek sahibi ve kaynağı bir Düzen Koyucu'nun eseri olabileceğidir. 

11 Şubat 2012 Cumartesi

Dindarlık, dinî darlık ve bağnazlık değildir


Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, son günlerde kamuoyu gündemini meşgul eden 'dindarlık' tartışmaları ile ilgili sosyal paylaşım sitesi Twitter'dan açıklamalar yaptı.
Görmez, "Dindarlık, başkasını aşağı, hor, hakir görmek değildir. Dindarlık, dinî darlık, bağnazlık, ötekini tanımamak hiç değildir." diye yazdı. Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, Twitter'dan yaptığı açıklamada, dindarlık tanımlarına yer verdi. Görmez, "Dindarlık, Yaratıcı'ya saygılı, yaratıklara şefkatli ve merhametli olmaktır. Dindarlık; tevazudur, muhabbettir; husumet ve kibir değildir." dedi.
Görmez'in, dindarlığı tanımladığı diğer tweetleri ise şöyle: "Dindarlık, herkesin iman, hikmet ve hakikat denizinden avuçlayıp içebildiğidir. Ummânın kendisi değildir. Dinin bizatihi kendisi hiç değildir. Dindarlık; Yaratıcı'ya, kendimize, bütün insanlara ve bütün evrene karşı dürüst, adil, ahlaklı ve samimi olmaktır. Dindarlık, başkasını aşağı, hor, hakir görmek değildir. Dindarlık, dinî darlık, bağnazlık, ötekini tanımamak hiç değildir. Dindarlığın en temel ilkesi, içtenlik ve samimiyettir. Sanal, görsel ve gösterişçi dindarlık, gerçek dindarlık değildir. Dindarlık, Yaratıcı'ya saygılı, yaratıklara şefkatli ve merhametli olmaktır. Dindarlık; tevazudur, muhabbettir; husumet ve kibir değildir."

6 Şubat 2012 Pazartesi

efeler: Telefonda suyla şarj dönemi

efeler: Telefonda suyla şarj dönemi: Hem güneş hem de rüzgâr enerjili cihazlar yanımızda taşıyabileceğimiz kadar ufaldı ve cebimize girdi. Bunlarla cep telefonlarımızı ...

Telefonda suyla şarj dönemi



Telefonda suyla şarj dönemi

Hem güneş hem de rüzgâr enerjili cihazlar yanımızda taşıyabileceğimiz kadar ufaldı ve cebimize girdi.

Bunlarla cep telefonlarımızı şarj edebilir hale geldik. Ancak su enerjisinden faydalanmamızın imkânı yok gibiydi, çünkü akan suyu yanımızda enerjiye dönüştürmek Einstein'ın izafiyet teorisini açıklamaktan daha zordu.

Ancak PowerTekk firması, sonunda su ile çalışan bir enerji kaynağı geliştirdi. Havanın güneşli ya da rüzgârlı olması durumuna PowerTekk'te ihtiyaç yok. PowerTekk, molekülleri ayırabilen, su ve hidrojen gazının arasında bulunan proton ayrıştırma hücresi kullanıyor. Sistem protonları ayırırken mobil cihazlarınızı şarj etmek için elektronları serbest bırakıyor. Cihaz birkaç saniye içinde şarj etmeye başlıyor. Protonlar, cihaz içinde PowerPukk adında bir yakıt paketinde toplanıyor.

PowerTekk 200 eurodan satılacak ve baharda piyasada olacak. 

3 Şubat 2012 Cuma

Ey Nebî


Hicranla yandı gönlüm hâlimi sormaz mısın?Dil ucuyla olsun melâlimi sormaz mısın?
Bilmem ki yoksa, dost vefasından şüphen mi var..!
Lütfedip bir kere hayalimi sormaz mısın?
*****
Dostlara ülfet yağdı, bize iltifat yok mu?
Kebap oldu sînem âhıma itimat yok mu?
Yüz sürüp izine bekledim bilmem kaç eyyâm.!
Yoksa bende Sen'in sevgine istidat yok mu..?
M. Fethullah Gülen

2 Şubat 2012 Perşembe

efeler: Kulak temizlerken dikkat!

efeler: Kulak temizlerken dikkat!: Kulak temizleme çubuklarını kullanmayı alışkanlık haline getirenlerdenseniz, işitme kaybı riskiniz var. Uzmanlar, kulak kirinin, kulak içi...

Kulak temizlerken dikkat!


Kulak temizleme çubuklarını kullanmayı alışkanlık haline getirenlerdenseniz, işitme kaybı riskiniz var. Uzmanlar, kulak kirinin, kulak için oldukça faydalı bir salgı olduğunu ve çubuklarla kesinlikle temizlenmemesi gerektiğini söylüyor. Aksi takdirde kulak mekanizması bozuluyor ve işitme kaybı gerçekleşiyor.
Kulağımızda ufak bir kaşıntı olduğunda ya da banyodan hemen sonra kulak temizleme çubuklarına gider elimiz. Ancak uzmanlara göre kulak kiri, kulağı korumakla görevli bir sıvı. Daha da ötesi, kulak için oldukça faydalı bir salgı. Bu yüzden kulak temizleme çubuğu kullanmayı alışkanlık haline getirmiş kişiler işitme kaybı riski taşıyor.
Kulak kiri dediğimiz, deri döküntülerini de içeren bu sıvı, dış kulak yolundaki yağ bezleri tarafından üretiliyor. Öncelikli görevi, dış kulak derisini sudan ve iltihaptan korumak. Ancak kulak kirleri aynı zamanda dışarıdan gelen tozun ve diğer cisimlerin kulağın iç kısımlarına gitmesini önleyen bir tabaka oluşturuyor. Bu yüzden doktorlar tarafından faydalı bir salgı kabul ediliyor ve bu salgı, aşırı olmadığı müddetçe temizlenmesi tavsiye edilmiyor.
Sema Hastanesi Kulak Burun Boğaz Uzmanı Ömer Faik Sağun, kulak kirinin kişiden kişiye değiştiğini söylüyor. Bu sıvının az üretilmesi enfeksiyon riskini artırırken, fazla üretilmesi tıkaç oluşumu ve buna bağlı işitme kaybına neden olabiliyormuş.
Temizleme çubukları, kulak mekanizmasını bozuyor
Sağun, "Normalde kulak kiri, dış kulak yolu derisinde yer alan kıllar tarafından içeriden dışarıya doğru taşınarak vücut dışına atılıyor. Kulak temizleme çubukları ve benzeri cisimlerle kulak temizleme alışkanlığı olan kişilerdeyse bu mekanizma bozuluyor." diyor. Yani bu kişiler aslında kulaklarını temizlemiyor, kiri içeri itip birikmesine ve tıkaç oluşumuna sebep oluyor. Tıkaç oluştuğundaysa işitme kaybı, ağrı, anormal ses veya çınlama, yabancı cisim hissi, yüzme veya banyo sonrası tıkanıklık şikâyetleri ortaya çıkabiliyor. Ayrıca Sağun, bu kişilerin dış kulak yolu enfeksiyonlarına, kulak zarı yırtıklarına ve bunun yol açtığı orta kulak enfeksiyonuna maruz kalacaklarını söylüyor.
Sağun'un kulak temizliği ile ilgili tavsiyeleri ise şöyle: Dış kulak yolu girişine gelen kısmı, havlu kenarı veya küçük parmağınıza dolayacağınız bir parça pamukla alabilirsiniz. Tozlu ortamda çalışanlar, kulak tıpaları kullanabilir. Böylece kulağa toz kaçmasını önleyip kulağın işini hafifletebilirler. Eğer kulak zarının yırtık ya da delik olmadığından eminseniz, haftada birkaç kez banyo öncesi birkaç damla gliserin damlatmak da işinizi kolaylaştırabilir.
Tüm bunlara rağmen kulağınız aşırı kirleniyorsa birikinti olacaktır. Sağun, bu kir birikintisinin dış kulak yolunu tıkayarak işitmeyi engelleyebileceğini ifade ediyor ve ekliyor: "Özellikle ileri yaşlarda kulağın kendini temizleme hızı yavaşlıyor. Bu yüzden kulak kiri birikmesi fazla oluyor. Bu durumlarda kulağı aspiratörle, özel aletlerle temizliyoruz."

1 Şubat 2012 Çarşamba

efeler: DİL BELASI

efeler: DİL BELASI: Çok konuşmak, aklî ve ruhî dengesizliğe delâlet eden bir hastalıktır. Makbul söz, en kestirme bir yolla, muhatabın kafasını karıştırmadan ...

DİL BELASI


Çok konuşmak, aklî ve ruhî dengesizliğe delâlet eden bir hastalıktır. Makbul söz, en kestirme bir yolla, muhatabın kafasını karıştırmadan ona bir şey anlatan sözdür. Muhataba bir şeyler anlatabilmek için uzun boylu konuşmaya gerek yoktur ve hatta çok defa uzun bir konuşma, beraberinde bir kısım zararlar da getirir. Zira çok söz tenâkuzdan (çelişki), tenâkuzlar ise karşı tarafın kafasında çeşit çeşit yeni sorular meydana getirmekten hâli değildir. Böyle bir durum ise, faydadan daha ziyade muhatap için zararlı olabilir..
* * *
Akıllı insan, konuşmak yerine, hem kendisi hem de başkaları için faydalı olabilecek şahısların konuşturulmasını sağlayan insandır. Aslında, aklı kâinat fen ve ilimleriyle; kalbi de ilâhî mevhibelerle doymuş ve olgunlaşmış kimselerin yanında başkalarının konuşması saygısızlık ve o kâmil ruhların susması da toplum adına bir mahrumiyettir.
* * *
Az söylemek, çok dinlemek bir fazilet ve ermişlik nişânesi, devamlı kendini dinlettirmek arzusu da, her zaman bir cinnet eseri sayılmasa da, mutlak bir dengesizlik ve hayâsızlık olduğunda şüphe yoktur.
* * *
Söylenecek her söz, bir meseleyi halletmeye ve bir soruya cevap olmaya yönelik bulunmalıdır. Söylerken de hem sorana hem de dinleyenlere bıkkınlık vermekten kat’iyen kaçınılmalıdır.
* * *
İnsanın, konuşmaması gerektiği yerde susması ve konuşması icap ettiği yerde de konuşması normal ve tabiîdir. Ne var ki, daha istifadeli olabilecek kimselerin konuşmaları, her zaman tercih edilmelidir. Bu ise, her şeyden evvel bir edep işi ve susmanın faziletini idrak etmeye bağlıdır. Atalarımız ne hoş söylemişlerdir: “Konuşman gümüş ise, sükûtun altındır.”
* * *
İnsan, çok söz söylemekle değil, söylediği sözlerin yerinde ve faydalı olmasıyla kadrini, kıymetini yükseltir. Aksine, her yerde ulu orta konuşan kimse, hele konuştuğu şeyler de yüce mefhumlara ve uzmanlık isteyen mevzulara dairse, hem bir sürü hatalara düşer, hem de kendi değerini düşürmüş olur. “Çok konuşanın çok sakatatı olur” sözü ne kadar yerinde ve kıymetli bir sözdür.
* * *
İnsan konuşmalarıyla kendini gösterir ve davranışlarıyla da ruhunun yüceliğini aksettirir. Her sözü mutlaka onun söylemesi lâzım geliyormuş gibi lafı kimseye bırakmayan gevezeler, zamanla bütün dostlarından nefret ve tahkir görmeye başlarlar. Böyle bir durum ise, zaman zaman onların da söylemeye muvaffak olabilecekleri güzel sözlerin dinlenmemesini ve dolayısıyla da çok yüksek hakikatlerin –bir geveze söylediği için– küçümsemesini netice verir ki, bu da, o yüce hakikatlere karşı hürmetsizlik ve saygısızlık demektir.
* * *
Az yeme, az uyuma gibi az konuşma da, öteden beri olgun kimselerin şiarı olagelmiştir. Ruhî melekelerin gelişmesinde insana ilk tavsiye edilen şey, diline hakim olup, lüzumsuz ve münâsebetsiz sözlerden sakınma olmuştur. Zira, her yerde ağzını açıp saçma sapan söz edenlerin, kafa ve gönüllerinden daha büyük olan dilleri, ihtimal ki, onların sürekli kaybetmelerine sebep olacaktır; hem burada, hem de öteki âlemde.
* * *
Hele yapmadıkları şeyleri söyleyenlerin hâli, bütün bütün acı ve onlar hesabına düşündürücüdür. Bu itibarladır ki, En Doğru Sözlü’nün beyanında dil ve apış arasını muhafaza etme, cennetlere uçmanın birinci vesilelerinden sayılmıştır.
* * *
Bir insan, çok konuşma, kendi beyanını beğenme ve başkalarına söz hakkı tanımama hastalığından uzak kaldığı nispette, Yaratan ve yaratıklara yakın ve onların nazarında sevimli olur. Aksine, ne Hak katında, ne de halk katında umduğunu bulamaz.