Popüler Yayınlar

28 Nisan 2012 Cumartesi

Gözler, hastalığa tercüman


Aynı zamanda tıp akademisinden mezun olan Şarifova, hastalıkları göz lere bakarak teşhis ediyor.

Modern tıpta çare bulamayan hastaların en çok yöneldiği alanların başında alternatif tıp geliyor. Ülkemizde bitkisel yöntemleri baz alan alternatif tıp bilimi giderek yaygınlaşsa da özelikle Orta Asya ve Uzakdoğu ülkelerinde gözden teşhis, biyoenerji ve nokta terapi gibi tedavi yöntemlerine daha fazla başvuruluyor. İstanbul Fatih'te 12 yıldır hayatını sürdüren, Dağıstan lı Ayşet Şarifova da o diyarlardan göç edip ülkemizde nokta terapi ve biyoenerji ile tedavi uygulayan bir isim.

Şarifova, aslında Moskova Tıp Akademisi mezunu. Fakat ufak yaşlardan beri kendisinde farklı bir enerji olduğunu savunuyor. Bu enerjiyi keşfetme süreci ise şöyle:

Şarifova'nın çocukluğu, hastalıklarla boğuşarak geçer. Çevresindekiler onun sıklıkla hastalanmasına bir türlü anlam veremez. 8 yaşına bastığı dönemlerde, televizyonda kendi yaşlarında, sürekli hastalandığını söyleyen bir çocuk görür. Çocuk vücuduna çeşitli metallerin yapıştığını da söyler. Şarifova da hemen o anda eline bir metal alır, kendi vücuduna yapışıp yapışmadığına bakar. Nitekim kaşık göğsüne yapışmıştır bile. O gün vücudundaki bu sıra dışılığı keşfeden Şarifova, buna bir anlam veremese de üniversite yıllarında tıp hocası, bu özelliğinden dolayı onu biyoenerji uzmanlığına yöneltir. Tıp eğitimini tamamlamasının ardından Dağıstan'dan Moskova'ya gelir ve Moskova Halk Sağlığı Merkezi'nde duygu dışı algılama / altıncı his (extrasensorical) eğitimini tamamlayarak bitkisel tedavi ve biyoenerji uzmanı olur.

Dağıstan'da bu bilim çok yaygın olduğundan ve onun tabiriyle orada insanlar kendilerine çok iyi bakıp fazla hastalanmadığından tedavi hizmeti için 12 yıl önce Türkiye'ye gelir. Şu anda da burada biyoenerji ve bitkisel tedavi hizmetlerinde bulunuyor. Yanı sıra manuel terapi ya da nokta terapi denilen uygulama ile birçok bel ve boyun hastalığına şifa kaynağı oluyor.

Şarifova'nın tedavi yöntemi göz muayenesi ile başlıyor. Öncelikle hastanın gözüne mikroskop ile bakıyor. Ardından göz bebeği etrafında gördüğü noktaların konumuna bağlı olarak hastalıkları teşhis ediyor. Anlayacağınız, gözünüzde ne kadar çok nokta varsa o kadar çok hastalığınız var.

Gözlerden teşhis eski çağlardan beri kullanılan, en hızlı hastalık teşhis etme yöntemi aslında. Bu yöntemle insan organizmasının genel sağlık değerlendirmesini, tüm organların patolojik incelemesini, hatta insanların genetik yatkınlıklarını tespit etmek mümkün.

Hastalıkları bu şekilde tespit eden Şarifova da, ardından tedavi sürecine başlıyor. İç hastalıklarla ilgili sorun varsa özel bitkisel karışımlar hazırlıyor. Şarifova'nın bu karışımları özellikle ciltteki iyileşmeyen yaralara çok iyi geliyor. Eklem, bel ve boyun fıtığı gibi rahatsızlıklarda ise biyoenerji ile başlayan tedavi 12-14 seans süren nokta terapi ile devam ediyor. Şarifova, yalnızca eklem rahatsızlıklarını değil; şeker hastalığı, baş ağrısı, depresyon, bronşit, kadın hastalıkları, prostat, idrar tutamama, egzama, bağışıklık sistemi, böbrek rahatsızlıkları, hepatit gibi birçok hastalığı da tedavi edebildiğini ifade ediyor. Şarifova'nın tedavi yöntemleri ile ilgili daha fazla bilgi almak isterseniz www.aysetsarifova.com sitesini inceleyebilirsiniz.

Amerika'da şehir şehir gezip Türk kahvesini tanıtacak


Amerika'da yaşayan Gizem Şalcıgil White, Türk kahvesini tanıtmak için kolları sıvadı. Hazırladığı 'Gezici Kahve Evi' ile şehirleri gezerek bir yandan Türk kahvesinin tanıtacak bir yandan ikramda bulanacak.



Önümüzdeki günlerde New York'ta düzenleyeceği özel bir programla katılımcılara kahveyi anlatacak olan Şalcıgil amacının Amerika'nın birçok yerine ulaşıp, Türk kültürünü tanıtmak olduğunu söylüyor. Tanıtıma George Washington Üniversitesi'nde başlayan Şalcıgil, Harvard ve Columbia üniversitelerinde de etkinlik düzenleyecek. Etkinliğe katılanlara, Türkiye görselleri ile hazırlanan araçta pişirilecek kahve ikram edilecek.
George Washington University 1











Kahve tanıtımı için Turkayfe.org portalını kuran Gizem Şalcıgil, Amerikalıların kahveyi çok tükettiğini ifade etti. Şalcıgil, kahve sayesinde iki toplumun birbirini daha iyi tanıyabileceğini belirterek, "Bu proje için tamamen kendi imkanlarım ile yola çıktım. Kahve, toplumumuzda görkemli ama tarihsel olarak önemi az bilenen bir gelenek. Oysa 16. yüzyıldan beri kahve tüketiliyor. Maalesef birçok kişinin kahve ile ile ilgili bilgi sahibi değil. İnanıyorum bu programlar sayesinde her iki toplum çok daha kaynaşacak." dedi.

Amerikalıların gezici araçlara çok meraklı olduğunu belirten Şalcıgil, şu ana kadar yaptığı etkinlerde Türk kahvesinin büyük ilgi gördüğünü dile getirdi.

27 Nisan 2012 Cuma

Peygamberimiz'in (sas) Müminlere Rahmet Oluşu

O, Allah'ın insanlığa mücessem bir rahmet hediyesiydi ve en son rehberiydi, Kur'ân'ın âyetleri bunun delili, O'nun siyer-i seniyyesi de bunun apaçık bir burhanıdır.

Yüce Allah, mesajını insanlara tebliğ edip açıklayacak ve insanları hak yola çağıracak peygamberler göndermiştir. Gönderilen peygamberlerin ilki Hz. Âdem, sonuncusu ise Hz. Muhammed'dir (sallallahü aleyhi ve sellem). Bütün peygamberlerde bulunması gereken ortak özellikler vardır. Kur'ân, bu özellikleri çeşitli âyetlerde zikretmekte, son peygamber Hz. Muhammed'i (sallallahü aleyhi ve sellem) çeşitli özellikleriyle bize tanıtmaktadır. O özelliklerden biri de onun âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olmasıdır.

Bu yazıda Hz. Muhammed'in (sallallahü aleyhi ve sellem) evrensel rahmet oluşu açıklanmaya çalışılacaktır. Önce Hz. Peygamber'in âlemlere rahmet olarak gönderilmesini Enbiya Sûresi'nin 107. âyeti ışığında izah edip daha sonra Siyer-i Nebi'den O'nun rahmet ve merhametine örnekler vereceğiz. Sevgili Peygamberimiz'in (sallallahü aleyhi ve sellem) bu konudaki hadîs-i şerîflerini de göz önünde bulundurarak izah etmeye çalışacağız.

Hz. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) Evrensel Bir Rahmettir
"(Ey Muhammed!) Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik."(Enbiya, 21/107.)

Bu âyette geçen iki önemli kavram vardır. Bu kavramlardan birincisi, rahmet, ikincisi ise, âlem kavramıdır. Âyete mânâ vermeden önce bu iki kavramı açıklamamız yerinde olur kanaatindeyiz. Rahmet; "incelik, acıma, şefkat etme, merhamet etme, affetme ve mağfiret" mânâlarına gelmektedir. (İbn Manzur, Lisanu'l-Arab, XII, 230.) Âlem ise; "duyu ve akıl yoluyla kavranabilen veya mevcudiyeti düşünülebilen, Allah'ın dışındaki varlık ve olayların tamamı"nı ifade eder. Bu açıklamalardan sonra âyetin mânâsını şöyle ifade edebiliriz: Allah, insanlara merhametinden dolayı onları hurafelerden, kötü huylardan kurtarmak ve doğru yola yöneltmek için Hz. Muhammed'i (sallallahü aleyhi ve sellem) âlemlere rahmet olarak göndermiştir. 

Bu âyette geçen "âlemîn" kelimesiyle bütün yaratıklar kastedilmektedir.1 Yani Sevgili Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bütün varlık için bir rahmet vesilesidir. "Âlemler"den maksadın, Resulüllah'ın, kendilerine peygamber olarak gönderildiği bütün insanlar mı yoksa sadece mü­minler mi olduğu hakkında farklı görüşler zikredilmiştir. Abdullah b. Abbas'tan nakledilen bir görüşe göre buradaki âlemlerden maksat; Resulüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) kendilerine peygamber olarak gönderildiği bütün varlık­lardır. Bunların mümin veya kâfir olmaları fark etmez.

Bu âyetteki rahmet kelimesinin cümledeki konumu hakkında de­ğişik kanaatler ileri sürülmüştür. Bu kanaatlerden biri bu kelimenin cümlede "hâl" oluşudur ki bu takdirde âyetin mânâsı "Biz, seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik." şeklinde olur.2 Diğer bir yaklaşıma göre de rahmet kelimesi "ersele" fiilinin "mef'ûlün leh"i olmaktadır ki bu takdirde de mânâ: "Biz, seni ancak âlemlere merhametimizden dolayı gönder­dik." şeklinde olur.3 Biz de bu ikinci mânâyı tercih ederek yorumumuzu ya­pacağız. Yüce Allah, doğru yoldan çıkıp inkâra, şirke düşmelerinden dolayı insanlara merhamet etmek istemiştir. İşte o merhametten dolayı Hz. Peygamber'i (sallallahü aleyhi ve sellem) göndermiştir. Başka bir ifade ile Hz. Peygamber, Allah Teâlâ'nın insanlara olan merhametinin bir tezahü­rüdür.

Yağmur nasıl bir rahmet olarak yeryüzünün hayat bulmasına vesile oluyor ise, Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) de insanlığın mânen hayat bulmasına vesile olmuştur ve kıyamete kadar da olmaya devam edecektir. İnsanlık onun sayesinde içine düşmüş olduğu küfür ve dalâletin o korkunç girdabından kurtulmuş, hakikati görmüş ve imanla müşerref olmuştur. Kendi öz kız çocuklarını bile diri diri toprağa gömebilecek kadar vahşileşip insanlık sınırından çıkmış olan toplumlar onun neşretmiş olduğu nur sayesinde insan-ı kâmil olma yoluna girmiştir. İşte bu yönüyle o, bütün insanlık için başlı başına bir rahmettir.

O getirdiği dinî ve ah­lâkî prensipler sebebiyle insanlık için bir rahmet olmuştur. Nitekim kendisi de bir hadisinde "Ben bir rahmet ve hidayet rehberiyim."(Dârimî, Mukaddime, 3.) buyurmuş. Müşriklere beddua etmesini teklif edenlere, "Ben lânetçi olarak değil, âlemlere rahmet olarak gönderildim." diye cevap vermiştir.3

Efendimiz'in (sallallahü aleyhi ve sellem) evrensel rahmet oluşunu farklı başlıklar altında incelemek istiyoruz:

1- Müminlere Merhameti
Allah Resulü'nün (sallallahü aleyhi ve sellem) temsil ettiği rahmetten öncelikle müminler istifade etmiştir. Çünkü O, müminlere karşı rauf ve rahîmdir. "Andolsun, size kendi içinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, müminlere karşı da çok şefkatli ve merhametlidir."(Tevbe, 9/128.) 

Bu âyet, Efendimiz'in (sallallahü aleyhi ve sellem) Müminlere olan şefkat ve ilgisini, onlar için nasıl endişelendiğini, kendisine inananların sıkıntılarına tahammül edemediğini, bunların kendisine çok ağır geldiğini, müminlere olan şefkat ve merhametini çarpıcı bir şekilde ifade etmektedir. 

Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ümmetine öyle düşkündür ki, ümmetinin dünya ve ahirette sıkıntıya düşmesi onu çok üzerdi. O'nu en çok düşündürüp üzen de ümmetinden cehennem azabına düşecek olanların halidir. Ümmetinin Cehennem azabına düşmemesi için onları her konuda uyarmış ve ikaz etmiştir. Bizleri bir baba şefkatiyle iyilik ve güzelliklere yönlendirmiştir. Nitekim bir hadîs-i şerîflerinde "Hiç şüphesiz ben size bir babanın evlâdına olan durumu gibiyim."(Ebu Davud, Taharet, 4.) buyurmuştur.

Görüldüğü gibi Efendimiz'in (sallallahü aleyhi ve sellem), ümmetine şefkat ve merhameti bir babanın evlâdına olan şefkat ve merhameti gibidir. Onun rahmeti sadece kendi zamanında yaşayan müminlere yönelik değildir. Kıyamete kadar gelecek olan bütün ümmetini kapsamaktadır. Onun ümmetine düşkünlüğü her gece sabahlara kadar ümmeti için dualarla Rabb'ine yakarmasına sebep olurdu. Nitekim bir gün ellerini kaldırmış: "Allah'ım, ümmetimi koru, ümmetime acı!" diyerek ağlayarak dua ederken, Yüce Allah, Cebrail'e: "Ey Cebrail! Git Muhammed'e niçin ağladığını sor!" buyurur. Cebrail, geldiğinde Efendimiz ümmeti için ağladığını söyler. Cebrail, Allah'ın huzuruna döner ve durumu anlatır. Yüce Allah buyurur ki: "Ey Cebrail! Muhammed'e git ve şunu söyle: Biz seni ümmetin hakkında hoşnut edeceğiz, asla üzmeyeceğiz."(Müslim, İman, 346.)

Resulullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) müminler için bir rahmet olması hem dînî, hem de dünyevî yöndendir. Dînî yönden rahmet olması: Hz. Peygamber, insanlar câhiliye dediğimiz karanlık bir devirde, dalâlet içerisindeyken ve aynı zamanda Ehl-i Kitab'ın da, kendi kitaplarında ihtilâfa düştükleri bir dönemde gönderilmiştir. Böylece Allah onu, gerçeği aramaya ve kurtuluş ile mükâfatı kazanmaya hiçbir yolun bulunmadığı bir zamanda göndermiş, onunla insanlara, hidayete giden yolları göstermiştir. Dünyevî bakımdan rahmet olması ise şöyledir: İnsanlık O'nun sayesinde pek çok zilletten, harpten, kargaşadan kurtulmuş, gerçek sulha ve huzura kavuşmuştur.4

Müminler, O'na iman etmek, O'nu sevip örnek edinmek, O'nun insanlığa getirmiş olduğu evrensel prensipleri hayatlarında tatbik etmekle hem dünya hem de ahiret mutluluğuna nail olmuşlardır.

WWW.HIKMET.NET

22 Nisan 2012 Pazar

YENİ BİR BİYOMİMETİK UYGULAMA: GİYİLEBİLİR BATARYA



Tabiat taklit edilerek, sanat veya bilim sahasında üretilmiş her türlü araç ve cihaz, biyomimetikin ilgi alanına girer. Sun'î vitamin ve antibiyotik sentezleri, robotik görme ve işitme, navigasyon sistemleri, sun'î sinir ağları (neural network) gibi birçok biyomimetik uygulama hayata geçirilmiştir. Günümüzde nanoteknoloji, robotik, medikal endüstri ve sun'î zekâ gibi sahalarda elde edilen gelişmeler, biyomimetikin sahasını daha da genişletmektedir. Canlı vücudunda hastalık sebebi bakteri ve virüsleri bulup tahrip eden 'nanorobot antibody' (savaşçı nanorobot) ile bitki çekirdeği, döllenmiş yumurta veya embriyo içine yerleştirilmesiyle canlının gelişmesine bağlı büyüyüp gelişen 'mikro çip' bunların en ilgi çekici olanlarından sadece ikisidir. Bu iki uygulama şu ân itibariyle birer hedef durumundadır. Bu örneklerde görüldüğü gibi biyomimetik, tabiattaki işleyişi ve bu işleyişte yer alan araçları taklit etme gayretindedir. Bu taklitler aslına ne kadar uygun olursa, elde edilen neticeler de insan ve tabiat ile o kadar barışık olacaktır.

Amerikan Fizik Enstitüsü'nün çıkardığı Applied Physics Letters dergisinin son sayısında, 'giyilebilir batarya' şeklinde isimlendirilebilecek bir uygulama duyuruldu. Esnek bir film görünüşündeki malzeme, esneyen bir satha (meselâ kasılıp gevşeyen kas üzerine veya hareket ettikçe şekil değiştiren elbise üzerine) tam temas ettirildiğinde sathın esnemesiyle enerji üretebiliyor. Ucuz maliyeti, hafiflik ve basitliği ile yakın gelecekte giyilebilir elektronik devrelerin enerji ihtiyacını karşılayacak bu buluş, şimdiye kadar bu yönde yapılan çalışmaların en verimlisi olarak öne çıkıyor. 
"Yumuşak üreteç" şeklinde tercüme edilebilecek "soft generator" isimli batarya, son zamanlarda birbirinden farklı birçok araştırma alanında kullanılan dielektrik elastomer kullanılarak elde edilmiş. Elâstik ve polimer (bir plâstik çeşidi) kelimelerinden türetilmiş elastomer, yalıtanlık hususiyeti ile bir kapasitör -yani elektrik depolayan malzeme- olarak çalışıyor. Elâstik yapı eğilip büküldükçe bir potansiyel farkı oluşuyor, bu da enerji olarak kapasitör yapısında depolanıyor. Arasında gres yağı bulunan ve bildiğimiz lâstik malzemeye çok benzeyen plâstik membranlar (ince zar), bir çerçeveye monte ediliyor, zarlardan alınan uçlar membranlar esnedikçe bir potansiyel farkı -yani enerji- sunuyor. Bu gelişme ile belki bir süre sonra, enerji üreten elbiseler giyecek veya film şeklindeki bataryaları, kullandığımız elektronik cihazlara enerji sağlamak üzere elbiselerimize yapıştıracağız. 

sizinti
Doç. Dr. İbrahim ÖZBEK  

20 Nisan 2012 Cuma

Allah Resûlü'ne saygı ve bozulan dengeler

Cenab-ı Hakk'ın ihsan buyurduğu değerleri bırakıp bunların yerine dışarıdan başka değerler ithal etme, dengeyi bozma demektir.


Dengenin bu şekilde bozulması insanı da toplumu da başka dengesizliklere ve hatalara sürükler. Aslında İslam, Efendimiz'den (sallallahü aleyhi vesellem) önceki peygamberlerle takdim edilen değerleri yeniden insanlığa hatırlatmak, bozulan o dengeyi yerine oturtmak, bir başka tabirle İlahî ahengi yeni baştan tesis etmek için gelmiştir.
Evet, başkaları gibi bizim dünyamız da değer kaybına uğramıştır. Mesela ifrat ve tefritler arenasında Efendimiz de dahil peygamberleri bizim gibi bir sıradan insanlar seviyesine indirme -yüz bin defa haşa-, ya da kendi dönemlerinde sadece o dönemlere mahsus olmak üzere tarihsel bir misyon eda edip çekip gittiklerini iddia etme gibi düşünceler bir değer kaybıdır. Peygamber ve peygamberlik anlayışına da saygısızlıktır.
Saygısızlık önce küçük daireden başladı ve büyüğüne doğru dalga dalga yayıldı. Önce Sahabe-i Kiramla başladılar işe ve sürekli eleştirdiler onları. O günlerde "Onlar da bizim gibi insandır." diyerek eleştirmeye başladıkları an içim cız etti benim. Şöyle dedim etrafımdakilere: "Bu mesele sahabe ile başladı ama sahabe ile bitmeyecek. Böyle sorumsuzca, hiçbir temele dayanmaksızın sahabeyi eleştiren kişiler çok yakında Peygamber'i de sorgulayacak ve gün gelecek Kur'an'ı hatta Allah'ı sorgulamaya kadar varacak." Bu tahminlerimde yanılmayı ne kadar arzu ederdim. Fakat bunların hepsi oldu. İnsanlığın İftihar Tablosu'na (hâşâ) "postacı" denildi. Yani tıpkı bir postacı gibi mesajı Allah'tan insanlara ulaştırdı ve işi bitti. "Kur'an'da gramer hataları var" denildi. Gayretullaha dokunur bu sözler diye çok korkmuştum o zamanlar. Başkaları (hâşâ) "Allah cüz'iyatı bilmez" gibi Zat-ı Bâri hakkında yakışıksız düşünceler öne sürenler bile oldu. Hâsılı sahabe ile başlayan tenkit süreci ulûhiyet hakikatinin sorgulanmasına kadar geldi dayandı.
Şimdi aklî, mantıkî delillerle gerek Efendimiz'in (sallallahü aleyhi vesellem) gerekse diğer enbiya-i izamın konumunu zihnimizde ve hayatımızda bir kere daha belirlemek ve yerlerini tahkim etmek zorundayız. Zira bu mevzuda yaşanan düşünce ve inanç kaymaları hep bu tahkimsizlikten kaynaklanmaktadır.
Sen olmasaydın, şu âlemleri yaratmazdım...

Kilo aldıran görünmez tuzaklar


Günün erken saatlerinde hızlı olan metabolizma, günün sonuna doğru artık yavaşlamaya başlar.
Metabolizma hızının azalmasıyla yaşamsal faaliyetlerin devamı için kullanılan enerji de azalır. Beyoğlu Özel Avusturya Sen Jorj Hastanesi'nden diyetisyen Sema Mamak, "Geç saatte tüketilen besinlerin sindirimi daha yavaş, içerdikleri enerjinin kullanım miktarı çok az olacaktır." dedi. Kalabalık ortamlarda yenilen yemeklere dikkat edin. Sema Mamak, bu tür ortamlarda ilginin başka yerde olması sebebiyle tüketilen besin miktarının kontrolden çıkabileceğini söyleyerek, "Zihnin o esnada midenizden gelen uyarılara değil, ortamın enerjisine yoğunlaşmış olması ise en büyük handikap. Böyle ortamlarda porsiyonlarınızı iyi ayarlayın." şeklinde konuştu.
Sema Mamak, yemek yemenin en önemli detaylarından birisinin de sofraya oturduğumuzda gözümüzün doyması olduğunu belirtti. Gözümüzün doyması için en güzel yol; hacmi küçük tabaklar kullanarak çeşidi bol, porsiyonu kontrollü zengin sofralar oluşturmaktır.
Toksunuz ve o anda yapacak bir işiniz yok ve sıkıldınız. O an için elinizin altındaki bir pasta ya da tatlıyı yemek yerine kuru meyve, yoğurdu pasta niyetine yiyebilirsiniz.

ZAMAN AİLE-SAĞLIK

17 Nisan 2012 Salı

Kadın-Erkek İlişkilerinde Nikâhın Önemi




Düşünülmeden-taşınılmadan izdivaç adına ortaya konan evlilikler ve bir araya gelmeler, arkada ağlayıp sokaklarda sürünen eşler, "öksüzler yuvası"na bırakılan yetimler ve aileleri yüreklerinden yaralayan caniliklerle neticelenmiştir.

Nikâh konusunun dindeki yerini anlamak, beşerî davranışların kaynağını kavramakla mümkündür. Baştan belirtelim ki, modern düşüncenin davranışlarımızı rasyonellikle açıklaması isabetli değildir. Çünkü insanların davranışlarını ya arzu ve heves, veya inançları belirler. Akılları da bu esaslar çerçevesinde oluşur ve gelişir. 

Bu demektir ki, sadece davranışlarımızın değil, davranışlarımızın değer hükmünü belirleyici olan düşüncelerimizin de kaynağı, ya arzu ve heveslerimiz veya inançlarımızdır. Yani bir davranışı iyi veya kötü olarak nitelememiz de son tahlilde inançlarımıza veya dürtülerimize dayanmaktadır. Bu yüzden Yüce Allah'ın:"Eğer hak, onların kötü arzu ve isteklerine uysaydı, mutlaka gökler ve yer ile bunlarda bulunan kimseler bozulur giderdi..." (Mü'minûn Sûresi, 23/71) beyanını çok önemli buluyoruz. 

Nikâh akdi de insan nev'inin İlâhî yardım almak zorunda olduğu konulardan biridir. Öncelikle iki karşıt cinsin birbirinden yararlanmak için bir araya gelmesi, nikâh akdini gerektirir mi? Bu akit, taraflara hangi yükümlülükleri yükler? Bu yükümlülüklerin ihmal edilmesi hâlinde uygulanacak müeyyideler nelerdir? Bu ve benzeri konularda modern düşüncenin ve bu düşünce üzerine inşa edilen ahlâk ve hukuk anlayışının anlaşılır bir dil kullandığını görmek mümkün değildir. Bu yüzden modern dünyanın, aile kurumuna dâir en ciddi problemi budur: Belirsizlik... muğlaklık ve bu durumun tabiî bir neticesi olarak hiyerarşik boşluk ve kaos...

Bu çerçeveden baktığımızda nikâh akdi, dinî bir düzenlemedir ve rasyonalite ile açıklanamaz. Yüce Allah nikâhlanmayı emretmiş, Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu emri hem uygulamış hem de ümmetini bu konuda uyarmıştır. 

Ayrıca Cenab-ı Hak nikâh sözleşmesiyle birbirine helâl olan eşler arasında ülfet, ünsiyet, muhabbet, merhamet ve şefkat duyguları yaratmayı vaat etmiş; bunu da varlığının, kudretinin ve vahdaniyetinin âyetlerinden/sembollerinden ve işaretlerinden biri olarak beyan buyurmuştur. 

وَمِنْ آيَاتِهِ أَنْ خَلَقَ لَكُمْ مِنْ أَنْفُسِكُمْ أَزْوَاجًا لِتَسْكُنُوا إِلَيْهَا وَجَعَلَ بَيْنَكُم مَوَدَّةً وَرَحْمَةً إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ 
"Kaynaşmanız için size kendi (cinsi)nizden eşler yaratıp aranızda sevgi ve merhamet peydâ etmesi de O'nun (varlığının) delillerindendir. Doğrusu bunda, iyi düşünen bir kavim için ibretler vardır." (Rûm Sûresi, 30/21)

Bu iman sebebiyle Muhammed ümmeti arasında, her konuda olduğu gibi kadın-erkek münasebetlerinde de bir çerçeve oluşmuş ve bu çerçeve dışındaki münasebet şekilleri meşru görülmemiştir. Buna göre, kadınlar ve erkekler ancak nikâh sözleşmesiyle bir araya gelebilirler. Ve bu bir araya geliş ile aile denen kurum oluşur. Bu kurumun da hem kuruluşunda hem işleyişinde birtakım kurallara riayet edilir. 

Böyle olması hâlinde, yani İlâhî kaynaklı olduğuna inandığımız kurallara riayet edilmesi hâlinde, dünya hayatı "cennet" olmaz; yine birtakım sıkıntılar, mihnetler ve meşakkatler yaşanır; çünkü bu hayat imtihan meydanıdır. Ancak beşerî müdahaleler neticesi ortaya çıkan kaos/kriz/buhran/bunalım gibi depresif rahatsızlıklara da bu ölçüde rastlanmaz. 

Bu konu üç başlık altında ele alınabilir:
1. Modern dönemde değişen nikâh ve aile algısının yol açtığı sıkıntılar.
2. Özellikle üniversite gençliğini ciddi şekilde tesiri altına alan "gizli nikâh" meselesi.
3. Müt'a (geçici nikâh) konusu.

1-Modern Dönemde Değişen Nikâh ve Aile Algısının Yol Açtığı Sıkıntılar
Bu başlık altında, beşerî müdahaleler neticesi ortaya çıkan sevimsiz aile manzaralarının sebepleri üzerinde kısaca durmak istiyoruz. 
Modern ailenin yaşadığı sıkıntıların temelinde şu noktaların bulunduğu kanaatini taşımaktayım:

A- Cinsler Arası Farklılık: Yüce Allah, erkek ve dişi olarak iki cins yaratmışken, modern paradigma bu farklılığı iptal etme peşine düşmüştür. Bu bakış açısıyla hareket eden insanlarda artık, kadın-erkek farklılığından söz etmek imkânı kalmamış, her şeye rağmen bunda ısrar edenler marjinallikle suçlanır hâle gelmiştir. 

Ancak üzülerek görüyoruz ki, modern dünya, ekonomik alanda elde ettiği üstünlükten yararlanarak, her alana nüfuz etmeye, hattâ egemen olmaya çalışmakta, bu cümleden olmak üzere aile yapısını da yeniden inşa etmeye yönelmiş bulunmaktadır. Bunu yaparken, ardından da kadın erkek eşitliğini sağlama iddiasıyla, kadını da erkek kadar sorumlu tutmuştur. Bu durum ise kadının da erkek gibi her yükün altına girmesi neticesini doğurmuş, tabiatıyla, yaratılış özelliklerinde birtakım bozulmalar olmuş ve erkekleşme temayülü göstermeye başlamıştır. Bu durum, tabiî olarak erkeğin karakterini de etkilemiş ve o da kadınlaşma temayülü göstermeye başlamıştır. 

1933 yılında Hüseyin Rahmi Gürpınar tarafından kaleme alınan "Kadın Erkekleşince" adlı tiyatro oyununda tam da bu nokta canlandırılmış ve oyunun kadın kahramanı Nebahat Hanım'ın kocası Ali Süreyya'ya söylediği şu sözler meselenin özetini ortaya koymuştur:

"İkimizin aldığı para da hemen hemen birbirine eşit... İçinde yaşadığımız yüzyıl kadını erkekleştiriyor... Mademki biz erkek işlerine atılıyoruz. Siz erkekler neden kadın hizmetine el sürmekten çekiniyorsunuz?... Kadının erkekleşmesi biraz da erkeğin kadınlaşmasını gerektirmez mi? İş dengesi başka türlü nasıl düzelebilir?" (s. 69) 
Şimdilik sözüne ve düşüncesine itibar edilir çevreler bu konuya mesafeli durdukları için sanki bir problem teşkil etmiyormuş gibi gözükse de, hakikatte çok önemli bir mesele ile karşı karşıya bulunduğumuz, izahtan vârestedir. Çünkü nikâhtan söz edebilmek için iki farklı cinsin varlığını kabul etmek gerekir. Yüce Allah'ın, âyetlerinden/sembollerinden biri olarak sunduğu "kendi (cinsi)mizden eşler yaratıp aramızda sevgi ve merhamet peydâ etmesi" ancak bu suretle gerçekleşir. Bunun anlamı, cinslerin, kendi cinsiyet özelliklerini korumaları ve o konuda herhangi bir yozlaşmaya imkân vermemeleridir.

B- Kefâet: Erkeğin bazı açılardan kadından geri olmaması mânâsına gelir ve İslâm fıkhında kadın tarafının hukukunu koruyucu bir şart olarak konulmuştur. Bunun için de esas itibariyle erkeğin evleneceği kadından bu yönlerden daha aşağı bir durumda bulunmaması gerekir. Erkeğin kadından daha iyi bir seviyede bulunması ise kadının lehine bir durum olup, denkliğe aykırı sayılmaz.
Kefâet konusunda en sıkı kriterleri Hanefiler koymuştur. Çünkü bu mezhep kadına, velisinin izni olmadan nikâhlanma yetkisi tanımıştır. Ancak kadın kefâet konusunda yeterli duyarlılığı gözetmez ve ailesinin de iznini almadan evlenirse, veliye bu akdi feshetme hakkı, yetkisi tanımışlardır. 

Günümüzde ise bu şart da yeterince gözetilmemekte, artık birçok bakımdan kocasından daha başarılı veya kariyer sahibi, daha iyi ücretle çalışan kadınlar görmek de mümkündür. Fakat bu tür ailelerde problemler artmaktadır. Evliliklerde kefâete riayetin pek çok faydaları izahtan vârestedir. 

C- Hiyerarşi: Ailede reis, erkektir. Ancak, reislik, yetki kullanmak değil, mesuliyet üstlenmektir. Yetki kullanmak ise, sadece mesuliyeti yerine getirmeye yetecek miktarla sınırlandırılmıştır. Diğer bütün riyaset makamları da böyledir.

D- Görev Taksimi: Erkek, nafaka yükümlülüğünün tamamını üzerine almıştır. Kadın ise kocasına hizmet yükümlülüğü altına sokulmuştur. Böylece kadın ve erkek birbirine maddî ve hissî bağlarla da bağlanmışlardır.

Bu esaslara riayet edilerek kurulan bir ailede, mihnet ve meşakkatlerin asgarî seviyede kalacağını düşünüyoruz. Yaşadığımız ve içinde büyüdüğümüz modern hayat, bu kanaatimizi her geçen gün daha da pekiştirmektedir. Çünkü modern insan, küçümsediği ve reddettiği aile düzeninden daha sağlam ve sağlıklısını kurabilmiş değildir. Günümüzün eğitimli, varlıklı ve hatta kariyer sahibi bireyleri dahi, ümmî annelerinin ve ümmî babalarının başardıkları ailevî başarıyı ortaya koyamadıklarını herhâlde kabul ederler. Ne var ki bu durumu sorgulamayı bir türlü düşünmezler. Hâlbuki artık bu durumun sorgulanmasının vakti çoktan gelmiştir.

Sözünü ettiğimiz sorgulamaya bir ilk adım olarak kısaca işarette bulunmamız gerekirse şunları söyleyebiliriz: 

Kadının iş hayatına atılmasıyla bir zihniyet devrimi yaşanmaya başlamıştır. Geçmişte "Maşa kadar eri olanın paşa kadar yeri olur." anlayışının yerine, "iş, maaş ve bordro güvencesi" ikâme edilmiştir. Bu durumun tabii bir neticesi olarak da kadınlar, kocalarından çok patronlarına güvenmek ve yönelmek durumunda kalmışlardır. Böyle olunca kadının alâkası, hizmeti ve hürmeti birinci derecede patron merkezli bir karaktere bürünmüştür. Bu durum ise aile hayatına maalesef menfî yönde tesir etmektedir. Bu anlayışın tabiî bir neticesi olarak, iş hayatında her türlü sıkıntıyı kolaylıkla göğüslemeyi başaran kadın, aile hayatında en küçük sıkıntıyı bile göğüslemeye yanaşmamaktadır. 

E- Bazıları için çok önemli gözükmese de kanaatimce aile hayatımız adına önemli konulardan biri de, erkek cinsinin, geçmişin günahını ödemeye mahkûm edilmesi sebebiyle, kolayca aşağılanır bir konuma düşürülmesidir. Modern çağın belirleyici özelliklerinden biri de bu olsa gerektir. 

F- Bütün bu karmaşadan kurtulabilmenin tek yolu olarak şu inancı görmekteyim: Bu konu, sadece insan denen varlığın aklı ve tecrübesiyle çözebileceği konulardan değildir. Çünkü Yüce Allah ne kadındır, ne erkektir; ne de çocuk veya ebeveyndir. Dolayısıyla koyduğu hükümlerde ne kadının veya erkeğin yanında veya karşısındadır; ne ebeveynin veya çocukların yanında veyahut karşısındadır. Onun hükümleri hem kadınlar, hem erkekler, hem ebeveynler hem de çocuklar için en adil, en ahlâklı ve hakkâniyete en uyun olandır. 

Bizim konumumuzdaki kimselere düşen asıl görev ise, Yüce Allah'ın ve O'nun Sevgili Resulü'nün (sallallahü aleyhi ve sellem) bu konulardaki emir ve tavsiyelerini dürüstçe anlamak ve anlatmaktır. 
Bu vesile ile şu hususu da arz etmek isterim: Modern çağın hâkim hususiyeti, sosyal konularda, yani insanî/beşerî problemlerde, dayanabileceği sabitelerden mahrum bulunmasıdır. Daha da kötüsü, bu durumu olumlaması, hattâ kutsama derecesinde benimsemesidir. Çünkü kendisini, değişim, dönüşüm, ilerleme, gelişme gibi kavramların büyüsüne öylesine kaptırmıştır ki, bu konulara ait bazı sınırların bulunması gerektiğine dâir bir düşünce bile geliştirememiştir. Yapabildiği tek şey, mevcut beşerî temayülleri yoklamak, bu alandaki istatistikleri değerlendirmek ve belli felsefî görüşlere ve belli düzeyde ekonomik güce sahip çevrelerin arzu ve isteklerini antropoloji, sosyoloji ve psikoloji gibi disiplinlerin desteğiyle meşrulaştırmaya çalışmaktır. 

Hâlbuki mümin insanın düşünce tarzı şudur: İnsan nev'i, kendi hakkında sağlıklı karar verebilmesi için bir üst varlığa muhtaçtır. O varlık ona rehberlik etmeli, onun kılavuzu olmalı, yol haritasını çizmeli, kısaca ona bir hayat tarzı belirlemelidir. Hem de insanların kendi aralarındaki münasebetlerin mahiyet ve karakterini belirlemekle yetinmemeli, insan ile eşya arasındaki münasebetin yönünü ve şeklini de belirlemelidir. Yani erkek-kadın arasındaki münasebetin meşruiyet noktalarını gösterdiği gibi, insan ile altın ve gümüş arasındaki münasebetin de meşruiyet ölçüsünü belirlemelidir. Özellikle bu iki misâli zikretmemin sebebi, her tarihte ve her coğrafyada, bütün insanlığın en ağır iki imtihan konusu olmaları sebebiyledir.

2. Özellikle Üniversite Gençliğini Ciddi Şekilde Tesiri Altına Alan "Gizli Nikâh" Meselesi
Öncelikle iki şahit huzurunda kıyılan nikâhın geçerliliği ile, başkalarından gizlemek maksadıyla sadece iki şahidin dışındakilerden saklanan ve gizlenen nikâhın geçerliliğinin birbirinden farklı şeyler olduğunu belirtmek gerekir. Kazâ/hukuk açısından iki şahidin şehadetiyle kıyılan nikâhın sıhhatine kâil olurken, başta aile olmak üzere, yakın ve uzak çevreden gizlemek maksadıyla ve bazen bu durumdan başkalarına bahsetmemeleri yönünde şahitlere de telkinde bulunarak yapılan nikâh sözleşmelerinin, bu akdin özüne/cevherine/ruhuna ve maksadına aykırı düştüğünü düşünüyor, bu yüzden şer'an tecviz edilmesinin mümkün olduğunu sanmıyoruz.

Çünkü:
A. Hanefilerin dışındaki üç mezhep, nikâ­hın sıhhati için, değil yalnız velinin bilgisinin bulunmasını, rızasının alınmasını da şart koşmuşlardır. Cumhur tabir edilen kâhir ekseriyetin bu görüşünü dayandırdıkları çok güçlü deliller olduğunu hatırda tutup, Hanefi mezhebine mensup Müslümanların da bu konuyu önemsemeleri gerekmektedir. Dolayısıyla özellikle babanın bilgisinden gizlenen bir evliliğin sıhhati kesinlikle savunulamaz.

Bu konuda Hanefi mezhebinin kadına irade serbestliği tanıdığını görmekteyiz. Ancak veliye, erkeğin bayana denk olmadığı gibi gerekli durumlarda evliliği feshettirme yetkisi tanınarak kadının karşılaşabileceği bazı sıkıntılı durumlara karşı onu koruma esası getirilmiştir.

B. Nikâhta şahitlerin hazır olması şarttır ve bu konuda icma (görüş birliği) vardır. Şahitlerin olması, nikâhın sıhhat şartlarındandır. Yani şahitsiz nikâh geçerli değildir. Şahitlerin hazır olmasının hikmetlerinden biri de nikâhın duyurulmasıdır. Ancak, şahitlerin varlığının, nikâhın duyurulması için yeterli olup olmadığında ihtilâf vardır. İmam Âzam ve İmam Şafii Hazretleri, şahitlerle yapılan fakat ilân edilmeyen evlilik için "mekruh olsa da sahihtir" derken; İmam Malik, şahitlerin huzurunda yapılsa da halka ilân edilmeyen ve şahitlere "Bu evliliğimizi kimseye söylemeyin." denilen nikâhın geçersiz olduğu görüşündedir. Ona göre, bu şekilde evlenenlerin nikâhı, yetkili merci tarafından bozulmalıdır. Çünkü bu durum, Peygamber Efendimiz'in (sallallahü aleyhi ve sellem) "Nikâhı ilân ediniz, onu mescidlerde akdediniz ve nikâhta def çalınız." emrine aykırıdır. (Tirmizi, Nikâh 6) Bir diğer hadîslerinde Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyururlar: "Nikâhta, haramla helâli birbirinden ayıran şey, def çalmak ve ses (çıkarmak)tır." (Tirmizi, Nikâh 6; Nesai, Nikâh 72) Yani, o nikâhın ilân edilmesidir. Günümüzde gizli nikâh meselesinin önüne geçmek adına nikâhın ilânı da ayrı bir önem kazanmaktadır. 

C. İhtilâflı durumlarda ihtiyatlı olanı almak, dindarlığın gereğidir. Yani fıkhî bir meselede âlimler arasında görüş ayrılığı ortaya çıkmışsa, bu durumda ihtilaftan kurtulacak görüşü almak, daha uygun bir davranıştır. 

Nikâh gibi hayatî bir konuda, bazı kîl (zayıf) kavillerle amel etmeye yönelmek son derece riskli bir durumdur.

3. Müt'a (Geçici Nikâh) Konusu
Müt'a nikâhının sıhhatine dâir bugüne kadar söylenenlerle alâkalı olarak sadece şu kadarına işaret etmek istiyorum: Bilindiği üzere Sünnî mezheplerin tamamı müt'a nikâhının son kertede kıyamete kadar yasaklandığını kabul etmişlerdir. Peygamber Efendimiz, ilk defa Hayber Savaşı'ndan önce üç gün müt'aya izin vermiş; daha sonra da onu yasaklamıştır. Allah Resûlü'nün ikinci kez izin verişi de Mekke'nin Fethi'nde vuku bulmuş; üç günlük izinden sonra Resûlullah Müt'a'yı tekrar ama bu defa Kıyamet Günü'ne kadar yasaklamıştır.

Bu konuda en açık ve güçlü delil olarak er-Rabî b. Sebra el-Cühenî'nin rivayet ettiği şu hadîse dayanmışlardır: Râvî'nin babası Sebra, Mekke fethinde Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile beraber bulunmuş, müt'a nikâhı ruhsatından istifade etmiş, böyle bir nikâh içinde yaşarken Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu işitmiştir: "Ey insanlar! Sizin, kadınlardan müt'a nikâhı ile faydalanmanıza izin vermiştim. Biliniz ki Allah Teâlâ bunu, kıyâmet gününe kadar haram kılmıştır, kimin yanında böyle bir kadın varsa bıraksın, onlara verdiğiniz mehirlerden hiçbir kısmını da geri almayın." (Müslim, "Nikâh", 22) Allah Rasûlü bu yasağı veda haccında tekrar etmiştir. (Ebû Davud, "Nikâh", 13; İbn Mâce, "Nikâh", 44)

Hz. Ali ve Hz. Ömer gibi sahâbîler de bu iznin geçici olduğunu ve daha sonra kesinlikle haram kılındığını vurgulamıştır. Mesela, bir defasında, müt'anın helâl olduğuna inanan birisi Hz. Ali (r.a.) ile bu konuda tartışınca, Hz. Ali ona, Allah Resûlü'nün Müt'a'yı ve evcil eşeğin etinin yenmesini Hayber günü yasakladığını söylemiştir. (Buhârî, "Nikâh", 31; Müslim, "Nikâh", 29-32; İbn Mâce, "Nikâh", 44) Üstelik bu rivayet bizzat Şiî kaynaklarda da yer almaktadır. (Kitabu't-Tehzib, 7/251) Ne gariptir ki kitabın yazarı bu hadisle alâkalı Hz. Ali'nin takiyye yaptığını iddia etmektedir. Ayrıca, Müt'a'nın haram olduğuna dair Hz. Ali'nin bizzat kendi ifadesi de mevcuttur. (Kitabu'l-İstibsar, 3/142) Eğer iddia edildiği gibi Allah'ın aslanı o dönemde takiyye yapmışsa halife olduğunda müt'anın caiz olduğunu söylemesine, takiyye yapmasına bir mani mi vardı? Halife iken serbest olduğunu ilan ederdi. 

*İstanbul Üniv. İlâhiyat Fak. Öğretim Üyesi
salim.ogut@yeniumit.com.tr