Düşünülmeden-taşınılmadan izdivaç adına ortaya konan evlilikler
ve bir araya gelmeler, arkada ağlayıp sokaklarda sürünen eşler, "öksüzler
yuvası"na bırakılan yetimler ve aileleri yüreklerinden yaralayan
caniliklerle neticelenmiştir.
Nikâh konusunun dindeki yerini anlamak, beşerî
davranışların kaynağını kavramakla mümkündür. Baştan belirtelim ki, modern
düşüncenin davranışlarımızı rasyonellikle açıklaması isabetli değildir. Çünkü
insanların davranışlarını ya arzu ve heves, veya inançları belirler. Akılları
da bu esaslar çerçevesinde oluşur ve gelişir.
Bu demektir ki, sadece davranışlarımızın değil,
davranışlarımızın değer hükmünü belirleyici olan düşüncelerimizin de kaynağı,
ya arzu ve heveslerimiz veya inançlarımızdır. Yani bir davranışı iyi veya kötü olarak
nitelememiz de son tahlilde inançlarımıza veya dürtülerimize dayanmaktadır. Bu
yüzden Yüce Allah'ın:"Eğer hak, onların kötü arzu ve isteklerine uysaydı,
mutlaka gökler ve yer ile bunlarda bulunan kimseler bozulur giderdi..."
(Mü'minûn Sûresi, 23/71) beyanını çok önemli buluyoruz.
Nikâh akdi de insan nev'inin İlâhî yardım almak
zorunda olduğu konulardan biridir. Öncelikle iki karşıt cinsin birbirinden
yararlanmak için bir araya gelmesi, nikâh akdini gerektirir mi? Bu akit,
taraflara hangi yükümlülükleri yükler? Bu yükümlülüklerin ihmal edilmesi
hâlinde uygulanacak müeyyideler nelerdir? Bu ve benzeri konularda modern
düşüncenin ve bu düşünce üzerine inşa edilen ahlâk ve hukuk anlayışının
anlaşılır bir dil kullandığını görmek mümkün değildir. Bu yüzden modern
dünyanın, aile kurumuna dâir en ciddi problemi budur: Belirsizlik... muğlaklık
ve bu durumun tabiî bir neticesi olarak hiyerarşik boşluk ve kaos...
Bu çerçeveden baktığımızda nikâh akdi, dinî bir
düzenlemedir ve rasyonalite ile açıklanamaz. Yüce Allah nikâhlanmayı emretmiş,
Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu emri hem uygulamış hem de
ümmetini bu konuda uyarmıştır.
Ayrıca Cenab-ı Hak nikâh sözleşmesiyle
birbirine helâl olan eşler arasında ülfet, ünsiyet, muhabbet, merhamet ve şefkat
duyguları yaratmayı vaat etmiş; bunu da varlığının, kudretinin ve
vahdaniyetinin âyetlerinden/sembollerinden ve işaretlerinden biri olarak beyan
buyurmuştur.
وَمِنْ
آيَاتِهِ
أَنْ
خَلَقَ
لَكُمْ
مِنْ
أَنْفُسِكُمْ
أَزْوَاجًا
لِتَسْكُنُوا
إِلَيْهَا
وَجَعَلَ
بَيْنَكُم
مَوَدَّةً
وَرَحْمَةً
إِنَّ
فِي
ذَلِكَ
لَآيَاتٍ
لِقَوْمٍ
يَتَفَكَّرُونَ
"Kaynaşmanız için size kendi (cinsi)nizden
eşler yaratıp aranızda sevgi ve merhamet peydâ etmesi de O'nun (varlığının)
delillerindendir. Doğrusu bunda, iyi düşünen bir kavim için ibretler
vardır." (Rûm Sûresi, 30/21)
Bu iman sebebiyle Muhammed ümmeti arasında, her
konuda olduğu gibi kadın-erkek münasebetlerinde de bir çerçeve oluşmuş ve bu
çerçeve dışındaki münasebet şekilleri meşru görülmemiştir. Buna göre, kadınlar
ve erkekler ancak nikâh sözleşmesiyle bir araya gelebilirler. Ve bu bir araya
geliş ile aile denen kurum oluşur. Bu kurumun da hem kuruluşunda hem
işleyişinde birtakım kurallara riayet edilir.
Böyle olması hâlinde, yani İlâhî kaynaklı
olduğuna inandığımız kurallara riayet edilmesi hâlinde, dünya hayatı "cennet"
olmaz; yine birtakım sıkıntılar, mihnetler ve meşakkatler yaşanır; çünkü bu
hayat imtihan meydanıdır. Ancak beşerî müdahaleler neticesi ortaya çıkan
kaos/kriz/buhran/bunalım gibi depresif rahatsızlıklara da bu ölçüde
rastlanmaz.
Bu konu üç başlık altında ele alınabilir:
1. Modern dönemde değişen nikâh ve aile
algısının yol açtığı sıkıntılar.
2. Özellikle üniversite gençliğini ciddi
şekilde tesiri altına alan "gizli nikâh" meselesi.
3. Müt'a (geçici nikâh) konusu.
1-Modern
Dönemde Değişen Nikâh ve Aile Algısının Yol Açtığı Sıkıntılar
Bu başlık altında, beşerî müdahaleler neticesi
ortaya çıkan sevimsiz aile manzaralarının sebepleri üzerinde kısaca durmak
istiyoruz.
Modern ailenin yaşadığı sıkıntıların temelinde
şu noktaların bulunduğu kanaatini taşımaktayım:
A- Cinsler Arası Farklılık: Yüce Allah, erkek
ve dişi olarak iki cins yaratmışken, modern paradigma bu farklılığı iptal etme
peşine düşmüştür. Bu bakış açısıyla hareket eden insanlarda artık, kadın-erkek
farklılığından söz etmek imkânı kalmamış, her şeye rağmen bunda ısrar edenler
marjinallikle suçlanır hâle gelmiştir.
Ancak üzülerek görüyoruz ki, modern dünya,
ekonomik alanda elde ettiği üstünlükten yararlanarak, her alana nüfuz etmeye,
hattâ egemen olmaya çalışmakta, bu cümleden olmak üzere aile yapısını da
yeniden inşa etmeye yönelmiş bulunmaktadır. Bunu yaparken, ardından da kadın
erkek eşitliğini sağlama iddiasıyla, kadını da erkek kadar sorumlu tutmuştur.
Bu durum ise kadının da erkek gibi her yükün altına girmesi neticesini
doğurmuş, tabiatıyla, yaratılış özelliklerinde birtakım bozulmalar olmuş ve
erkekleşme temayülü göstermeye başlamıştır. Bu durum, tabiî olarak erkeğin
karakterini de etkilemiş ve o da kadınlaşma temayülü göstermeye
başlamıştır.
1933 yılında Hüseyin Rahmi Gürpınar tarafından kaleme
alınan "Kadın Erkekleşince" adlı tiyatro oyununda tam da bu nokta
canlandırılmış ve oyunun kadın kahramanı Nebahat Hanım'ın kocası Ali Süreyya'ya
söylediği şu sözler meselenin özetini ortaya koymuştur:
"İkimizin aldığı para da hemen hemen
birbirine eşit... İçinde yaşadığımız yüzyıl kadını erkekleştiriyor... Mademki
biz erkek işlerine atılıyoruz. Siz erkekler neden kadın hizmetine el sürmekten
çekiniyorsunuz?... Kadının erkekleşmesi biraz da erkeğin kadınlaşmasını
gerektirmez mi? İş dengesi başka türlü nasıl düzelebilir?" (s. 69)
Şimdilik sözüne ve düşüncesine itibar edilir
çevreler bu konuya mesafeli durdukları için sanki bir problem teşkil etmiyormuş
gibi gözükse de, hakikatte çok önemli bir mesele ile karşı karşıya
bulunduğumuz, izahtan vârestedir. Çünkü nikâhtan söz edebilmek için iki farklı
cinsin varlığını kabul etmek gerekir. Yüce Allah'ın,
âyetlerinden/sembollerinden biri olarak sunduğu "kendi (cinsi)mizden eşler
yaratıp aramızda sevgi ve merhamet peydâ etmesi" ancak bu suretle gerçekleşir.
Bunun anlamı, cinslerin, kendi cinsiyet özelliklerini korumaları ve o konuda
herhangi bir yozlaşmaya imkân vermemeleridir.
B- Kefâet: Erkeğin bazı açılardan kadından geri
olmaması mânâsına gelir ve İslâm fıkhında kadın tarafının hukukunu koruyucu bir
şart olarak konulmuştur. Bunun için de esas itibariyle erkeğin evleneceği
kadından bu yönlerden daha aşağı bir durumda bulunmaması gerekir. Erkeğin
kadından daha iyi bir seviyede bulunması ise kadının lehine bir durum olup,
denkliğe aykırı sayılmaz.
Kefâet konusunda en sıkı kriterleri Hanefiler
koymuştur. Çünkü bu mezhep kadına, velisinin izni olmadan nikâhlanma yetkisi
tanımıştır. Ancak kadın kefâet konusunda yeterli duyarlılığı gözetmez ve
ailesinin de iznini almadan evlenirse, veliye bu akdi feshetme hakkı, yetkisi
tanımışlardır.
Günümüzde ise bu şart da yeterince
gözetilmemekte, artık birçok bakımdan kocasından daha başarılı veya kariyer
sahibi, daha iyi ücretle çalışan kadınlar görmek de mümkündür. Fakat bu tür
ailelerde problemler artmaktadır. Evliliklerde kefâete riayetin pek çok
faydaları izahtan vârestedir.
C- Hiyerarşi: Ailede reis, erkektir. Ancak,
reislik, yetki kullanmak değil, mesuliyet üstlenmektir. Yetki kullanmak ise,
sadece mesuliyeti yerine getirmeye yetecek miktarla sınırlandırılmıştır. Diğer
bütün riyaset makamları da böyledir.
D- Görev Taksimi: Erkek, nafaka yükümlülüğünün
tamamını üzerine almıştır. Kadın ise kocasına hizmet yükümlülüğü altına
sokulmuştur. Böylece kadın ve erkek birbirine maddî ve hissî bağlarla da
bağlanmışlardır.
Bu esaslara riayet edilerek kurulan bir ailede,
mihnet ve meşakkatlerin asgarî seviyede kalacağını düşünüyoruz. Yaşadığımız ve
içinde büyüdüğümüz modern hayat, bu kanaatimizi her geçen gün daha da
pekiştirmektedir. Çünkü modern insan, küçümsediği ve reddettiği aile düzeninden
daha sağlam ve sağlıklısını kurabilmiş değildir. Günümüzün eğitimli, varlıklı
ve hatta kariyer sahibi bireyleri dahi, ümmî annelerinin ve ümmî babalarının
başardıkları ailevî başarıyı ortaya koyamadıklarını herhâlde kabul ederler. Ne
var ki bu durumu sorgulamayı bir türlü düşünmezler. Hâlbuki artık bu durumun
sorgulanmasının vakti çoktan gelmiştir.
Sözünü ettiğimiz sorgulamaya bir ilk adım
olarak kısaca işarette bulunmamız gerekirse şunları söyleyebiliriz:
Kadının iş hayatına atılmasıyla bir zihniyet
devrimi yaşanmaya başlamıştır. Geçmişte "Maşa kadar eri olanın paşa kadar
yeri olur." anlayışının yerine, "iş, maaş ve bordro güvencesi"
ikâme edilmiştir. Bu durumun tabii bir neticesi olarak da kadınlar,
kocalarından çok patronlarına güvenmek ve yönelmek durumunda kalmışlardır.
Böyle olunca kadının alâkası, hizmeti ve hürmeti birinci derecede patron
merkezli bir karaktere bürünmüştür. Bu durum ise aile hayatına maalesef menfî
yönde tesir etmektedir. Bu anlayışın tabiî bir neticesi olarak, iş hayatında
her türlü sıkıntıyı kolaylıkla göğüslemeyi başaran kadın, aile hayatında en
küçük sıkıntıyı bile göğüslemeye yanaşmamaktadır.
E- Bazıları için çok önemli gözükmese de
kanaatimce aile hayatımız adına önemli konulardan biri de, erkek cinsinin,
geçmişin günahını ödemeye mahkûm edilmesi sebebiyle, kolayca aşağılanır bir
konuma düşürülmesidir. Modern çağın belirleyici özelliklerinden biri de bu olsa
gerektir.
F- Bütün bu karmaşadan kurtulabilmenin tek yolu
olarak şu inancı görmekteyim: Bu konu, sadece insan denen varlığın aklı ve
tecrübesiyle çözebileceği konulardan değildir. Çünkü Yüce Allah ne kadındır, ne
erkektir; ne de çocuk veya ebeveyndir. Dolayısıyla koyduğu hükümlerde ne
kadının veya erkeğin yanında veya karşısındadır; ne ebeveynin veya çocukların
yanında veyahut karşısındadır. Onun hükümleri hem kadınlar, hem erkekler, hem
ebeveynler hem de çocuklar için en adil, en ahlâklı ve hakkâniyete en uyun
olandır.
Bizim konumumuzdaki kimselere düşen asıl görev
ise, Yüce Allah'ın ve O'nun Sevgili Resulü'nün (sallallahü aleyhi ve sellem) bu
konulardaki emir ve tavsiyelerini dürüstçe anlamak ve anlatmaktır.
Bu vesile ile şu hususu da arz etmek isterim:
Modern çağın hâkim hususiyeti, sosyal konularda, yani insanî/beşerî
problemlerde, dayanabileceği sabitelerden mahrum bulunmasıdır. Daha da kötüsü,
bu durumu olumlaması, hattâ kutsama derecesinde benimsemesidir. Çünkü
kendisini, değişim, dönüşüm, ilerleme, gelişme gibi kavramların büyüsüne
öylesine kaptırmıştır ki, bu konulara ait bazı sınırların bulunması gerektiğine
dâir bir düşünce bile geliştirememiştir. Yapabildiği tek şey, mevcut beşerî
temayülleri yoklamak, bu alandaki istatistikleri değerlendirmek ve belli felsefî
görüşlere ve belli düzeyde ekonomik güce sahip çevrelerin arzu ve isteklerini
antropoloji, sosyoloji ve psikoloji gibi disiplinlerin desteğiyle
meşrulaştırmaya çalışmaktır.
Hâlbuki mümin insanın düşünce tarzı şudur:
İnsan nev'i, kendi hakkında sağlıklı karar verebilmesi için bir üst varlığa
muhtaçtır. O varlık ona rehberlik etmeli, onun kılavuzu olmalı, yol haritasını
çizmeli, kısaca ona bir hayat tarzı belirlemelidir. Hem de insanların kendi
aralarındaki münasebetlerin mahiyet ve karakterini belirlemekle yetinmemeli,
insan ile eşya arasındaki münasebetin yönünü ve şeklini de belirlemelidir. Yani
erkek-kadın arasındaki münasebetin meşruiyet noktalarını gösterdiği gibi, insan
ile altın ve gümüş arasındaki münasebetin de meşruiyet ölçüsünü belirlemelidir.
Özellikle bu iki misâli zikretmemin sebebi, her tarihte ve her coğrafyada,
bütün insanlığın en ağır iki imtihan konusu olmaları sebebiyledir.
2.
Özellikle Üniversite Gençliğini Ciddi Şekilde Tesiri Altına Alan "Gizli
Nikâh" Meselesi
Öncelikle iki şahit huzurunda kıyılan nikâhın
geçerliliği ile, başkalarından gizlemek maksadıyla sadece iki şahidin
dışındakilerden saklanan ve gizlenen nikâhın geçerliliğinin birbirinden farklı
şeyler olduğunu belirtmek gerekir. Kazâ/hukuk açısından iki şahidin şehadetiyle
kıyılan nikâhın sıhhatine kâil olurken, başta aile olmak üzere, yakın ve uzak
çevreden gizlemek maksadıyla ve bazen bu durumdan başkalarına bahsetmemeleri
yönünde şahitlere de telkinde bulunarak yapılan nikâh sözleşmelerinin, bu akdin
özüne/cevherine/ruhuna ve maksadına aykırı düştüğünü düşünüyor, bu yüzden
şer'an tecviz edilmesinin mümkün olduğunu sanmıyoruz.
Çünkü:
A. Hanefilerin dışındaki üç mezhep, nikâhın
sıhhati için, değil yalnız velinin bilgisinin bulunmasını, rızasının alınmasını
da şart koşmuşlardır. Cumhur tabir edilen kâhir ekseriyetin bu görüşünü
dayandırdıkları çok güçlü deliller olduğunu hatırda tutup, Hanefi mezhebine
mensup Müslümanların da bu konuyu önemsemeleri gerekmektedir. Dolayısıyla
özellikle babanın bilgisinden gizlenen bir evliliğin sıhhati kesinlikle
savunulamaz.
Bu konuda Hanefi mezhebinin kadına irade
serbestliği tanıdığını görmekteyiz. Ancak veliye, erkeğin bayana denk olmadığı
gibi gerekli durumlarda evliliği feshettirme yetkisi tanınarak kadının
karşılaşabileceği bazı sıkıntılı durumlara karşı onu koruma esası
getirilmiştir.
B. Nikâhta şahitlerin hazır olması şarttır ve
bu konuda icma (görüş birliği) vardır. Şahitlerin olması, nikâhın sıhhat
şartlarındandır. Yani şahitsiz nikâh geçerli değildir. Şahitlerin hazır
olmasının hikmetlerinden biri de nikâhın duyurulmasıdır. Ancak, şahitlerin
varlığının, nikâhın duyurulması için yeterli olup olmadığında ihtilâf vardır.
İmam Âzam ve İmam Şafii Hazretleri, şahitlerle yapılan fakat ilân edilmeyen
evlilik için "mekruh olsa da sahihtir" derken; İmam Malik, şahitlerin
huzurunda yapılsa da halka ilân edilmeyen ve şahitlere "Bu evliliğimizi
kimseye söylemeyin." denilen nikâhın geçersiz olduğu görüşündedir. Ona
göre, bu şekilde evlenenlerin nikâhı, yetkili merci tarafından
bozulmalıdır. Çünkü bu durum, Peygamber Efendimiz'in (sallallahü aleyhi ve
sellem) "Nikâhı ilân ediniz, onu mescidlerde akdediniz ve nikâhta def
çalınız." emrine aykırıdır. (Tirmizi, Nikâh 6) Bir diğer hadîslerinde
Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyururlar:
"Nikâhta, haramla helâli birbirinden ayıran şey, def çalmak ve ses
(çıkarmak)tır." (Tirmizi, Nikâh 6; Nesai, Nikâh 72) Yani, o nikâhın ilân
edilmesidir. Günümüzde gizli nikâh meselesinin önüne geçmek adına nikâhın ilânı
da ayrı bir önem kazanmaktadır.
C. İhtilâflı durumlarda ihtiyatlı olanı almak,
dindarlığın gereğidir. Yani fıkhî bir meselede âlimler arasında görüş ayrılığı
ortaya çıkmışsa, bu durumda ihtilaftan kurtulacak görüşü almak, daha uygun bir
davranıştır.
Nikâh gibi hayatî bir konuda, bazı kîl (zayıf)
kavillerle amel etmeye yönelmek son derece riskli bir durumdur.
3.
Müt'a (Geçici Nikâh) Konusu
Müt'a nikâhının sıhhatine dâir bugüne kadar
söylenenlerle alâkalı olarak sadece şu kadarına işaret etmek istiyorum:
Bilindiği üzere Sünnî mezheplerin tamamı müt'a nikâhının son kertede kıyamete
kadar yasaklandığını kabul etmişlerdir. Peygamber Efendimiz, ilk defa Hayber
Savaşı'ndan önce üç gün müt'aya izin vermiş; daha sonra da onu yasaklamıştır.
Allah Resûlü'nün ikinci kez izin verişi de Mekke'nin Fethi'nde vuku bulmuş; üç
günlük izinden sonra Resûlullah Müt'a'yı tekrar ama bu defa Kıyamet Günü'ne
kadar yasaklamıştır.
Bu konuda en açık ve güçlü delil olarak er-Rabî
b. Sebra el-Cühenî'nin rivayet ettiği şu hadîse dayanmışlardır: Râvî'nin babası
Sebra, Mekke fethinde Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile beraber
bulunmuş, müt'a nikâhı ruhsatından istifade etmiş, böyle bir nikâh içinde
yaşarken Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu
işitmiştir: "Ey insanlar! Sizin, kadınlardan müt'a nikâhı ile faydalanmanıza
izin vermiştim. Biliniz ki Allah Teâlâ bunu, kıyâmet gününe kadar haram
kılmıştır, kimin yanında böyle bir kadın varsa bıraksın, onlara verdiğiniz
mehirlerden hiçbir kısmını da geri almayın." (Müslim, "Nikâh",
22) Allah Rasûlü bu yasağı veda haccında tekrar etmiştir. (Ebû Davud,
"Nikâh", 13; İbn Mâce, "Nikâh", 44)
Hz. Ali ve Hz. Ömer gibi sahâbîler de bu iznin
geçici olduğunu ve daha sonra kesinlikle haram kılındığını vurgulamıştır.
Mesela, bir defasında, müt'anın helâl olduğuna inanan birisi Hz. Ali (r.a.) ile
bu konuda tartışınca, Hz. Ali ona, Allah Resûlü'nün Müt'a'yı ve evcil eşeğin
etinin yenmesini Hayber günü yasakladığını söylemiştir. (Buhârî,
"Nikâh", 31; Müslim, "Nikâh", 29-32; İbn Mâce,
"Nikâh", 44) Üstelik bu rivayet bizzat Şiî kaynaklarda da yer almaktadır.
(Kitabu't-Tehzib, 7/251) Ne gariptir ki kitabın yazarı bu hadisle alâkalı Hz.
Ali'nin takiyye yaptığını iddia etmektedir. Ayrıca, Müt'a'nın haram olduğuna
dair Hz. Ali'nin bizzat kendi ifadesi de mevcuttur. (Kitabu'l-İstibsar, 3/142)
Eğer iddia edildiği gibi Allah'ın aslanı o dönemde takiyye yapmışsa halife
olduğunda müt'anın caiz olduğunu söylemesine, takiyye yapmasına bir mani mi
vardı? Halife iken serbest olduğunu ilan ederdi.
*İstanbul Üniv. İlâhiyat Fak. Öğretim Üyesi
salim.ogut@yeniumit.com.tr