Popüler Yayınlar

30 Mayıs 2012 Çarşamba

Karpuz çekirdeğinin faydası büyük


Besin değerlerinden tam olarak yararlanabilmek için karpuz, aç karnına ve çekirdekleriyle birlikte tüketilmeli.
Yemekten sonra yenilen karpuzun şişkinliğe ve hazımsızlığa yol açtığını söyleyen beslenme uzmanı Selma Uçar, karpuzun aç karnına ya da öğün aralarında çekirdekleriyle yenilmesini öneriyor. Uçar, karpuzun bu şekilde tüketilmesiyle böbreklerden kalbe birçok fayda sağlayacağını aktarıyor.
Karpuzun en kıymetli kısmının çekirdekleri olduğunu vurgulayan Uçar, ancak birçok kişinin çekirdeklerini çıkararak karpuzu tükettiğini, bu davranışın ise karpuzun faydasını azalttığını belirtiyor. Karpuz çekirdeği içinde bulunan 'cucurbocitrin' adlı maddenin kan basıncını düşürmeye yardımcı olduğunu dile getiren Uçar, "Bu nedenle karpuzu çekirdekleriyle birlikte ve çekirdekleri dişlerimizle kırarak tüketmeliyiz. Çekirdekleri kırıldığında yararı artıyor. Karpuz çekirdeğinin mideyi ağrıttığına dair yanlış bir söylenti var. Çok çok aşırı tüketilmediği takdirde karpuz çekirdeğinin mideye hiçbir zararı yoktur. Ayrıca karpuzun içindeki 'likopen' maddesi de kalbi enfarktüsten koruyor." diyor.
DURAN SAVAŞ SAKARYA

28 Mayıs 2012 Pazartesi

Kronik ağrınız varsa okuyun


Uykuları kaçıran, kişinin yaşam kalitesini düşüren kronik ağrı lar, manuel terapi yöntemi ile birkaç dakikada iyileştiriliyor. Sırtta bulunan 24 omurun sinir sistemi ile bağlantılı olduğu organları tetiklemesi ile meydana gelen migren, vertigo, yüz felci, bel fıtığı, boyun fıtığı, menüsküs, topuk dikeni gibi 126 hastalık, fıtıklaşan omurların arasının açılmasıyla sona erdiriliyor. Manuel terapi yöntemiyle omurların yerine oturtulması sonrasında hasta, kısa sürede rahatsızlıktan kurtuluyor. 

"MANUEL TERAPİ TIBBIN ALTERNATİFİ DEĞİL, TAMAMLAYICISI"

Manuel terapi uygulayan isimlerden biri de Almanya ve İtalya'da biyoenerji uzmanı ve fizyoterapist olarak görev yapan Erkan Mirzaoğlu. 29 yıldır Avrupa'da Chirotherapie, Osteopathie, Dorn-Therapie, Kinesiologi gibi manuel terapinin tedavi metotlarını uygulayan Mirzaoğlu, birkaç dakikalık terapilerle kişilerin kronik rahatsızlıklarını gideriyor. Mirzaoğlu, her ay Türkiye'ye gelerek manuel terapi ile ilgili hem doktorlar ve fizik tedavi uzmanlarına eğitimler veriyor hem de hastaların rahatsızlıklarını gideriyor. Manuel terapinin tıbba alternatif olmadığını, tıbbın tamamlayıcısı olduğunu kaydeden Mirzaoğlu, "Biz sebepten sonuca gideriz. Tıp genellikle ağrıya yoğunlaşıyor ve ağrıyı gidermek için çalışıyor. Halbuki ağrı bir nimettir ve bize vermek istediği bir mesaj vardır. O mesaj alınmadan ağrının giderilmesi doğru olmaz. Ağrıların çoğu sırtta bulunan 24 omurun sinir sistemiyle bağlantılı. Omurların bloke olmasıyla sıkışan sinirler, irtibati olan organların da çalışmasını negatif yönde etkiliyor. Buranın organları tetiklemesiyle meydana geliyor." dedi.

Manuel terapi tekniklerinin Türkiye'de tanınmamasından yakınan Mirzaoğlu, "Bu bir akademi. Bu akademiler maalesef Türkiye'de yok. 5 seneye ulaşan eğitim sonucu insanlar bu titre sahip olabiliyorlar. Büyük oranda vücutta oluşan dengesizlikten dolayı omurların sıkışmasına yol açan ayaklardaki eşitsizlik Türkiyede hala bilinmiyor." dedi. Tam olarak iyileştirilemez olarak belirtilen migrenin büyük oranda atlasın kaymasından oluştuğunu vurgulayan Mirzaoğlu, "Migrenin atlas profecet denilen bir tedavisi var, ben onu uyguluyorum. Atlası yerine oturtuyorum, hasta birkaç dakikada iyileşip gidiyor." diye konuştu.

Hastalarında ilk önce bacak boylarının eşit olup olmadığına baktığını ifade eden Mirzaoğlu, "Zaten bel fıtığının sebebi de bir bacağın diğerinden bir-iki santim kısa olması. Hasta kendini rahat bıraktığı sürece birkaç dakika içinde kayma yerine oturtuluyor." açıklamasında bulundu. Türkiye'de fıtığın kanser gibi algılandığını belirten Mirzaoğlu, "Fıtık omurların arasında olan bir conta gibi anlatılabilir. Patlayıp çıktığı zaman sinire baskı yapar. Bu sinirdir sizi rahatsız eder. O çatlasa da patlasa da önemli değil. Doktorlar illaki o patlamış olanı almak isterler. Ben bunu açınca tekrar içine giriyor ve böylece siniri rahatlatıyorum. Allah yapısı vücut kendini tamir ediyor ve toparlıyor." şeklinde konuştu.

MR, RÖNTGEN KANSER HÜCRELERİNİ TETİKLİYOR

Omurlardaki sorunların tespiti için çekilen röntgen ve MR'ların vücuttaki kanser hücrelerini tetiklediğine dikkat çeken Mirzaoğlu, "Her 3 insanın birinde kanserli hücre vardır. Ama bu röntgenlere, MR'lara, mamografilere girdiğiniz zaman Allah esirgesin o kanserli hücreler tetikleniyor. Bunu artık Avrupa'da bu işin uzmanları üstüne basarak uyarıyor. Bu nedenle computertomographie İngiltere'de yasaklandı." açıklamasında bulundu. 

Manuel terapiyi bilmediği için korkup kendini bırakamayan kişilere müdahale edemediğini ifade eden Mirzaoğlu, sadece kaza sonucu oluşan durumlarda röntgen istediğini ve hastayı hastaneye yönlendirdiğini kaydetti. 29 yıldır binlerce insana manuel terapi uyguladığını belirten Mirzaoğlu, hastalarının yüzde 95'inin iyileştiğini kaydetti. Terapi nin mutlaka uzman kişiler tarafından yapılması gerektiğinin altını çizen Mirzaoğlu, aksi halde küçük bir hatanın kişiyi felç edebileceğini sözlerine ekledi. 

Mirzaoğlu'nun Türkiye'ye geldiği dönemlerde muayene olmak için www.manuelterapi.de internet adresinden randevu alınması gerekiyor.(CİHAN)

27 Mayıs 2012 Pazar

Alzheimer ve Parkinson'a elma


SDÜ Mühendislik Fakültesi Gıda Mühendisliği Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Alper Kuşçu, son yıllarda yapılan çalışmalarda, günde iki üç adet elma ya da iki bardak elma suyu tüketmenin, alzheimer ve parkinson hastalığının ilerlemesini engellediğinin ortaya konulduğunu ifade etti. 

"GÜNDE BİR ELMA TÜKETMEYLE KANSER RİSKİ AZALIYOR"

Elmada bulunan apigin adı verilen antioksidan özelliği yüksek madde sayesinde özellikle astım ve birçok insanın muzdarip olduğu alerjik reaksiyonların engellendiğini de aktaran Kuşçu, "Günde bir elma tüketmeyle kanser riski de azalıyor. Kolon kanserinde yüzde 20, göğüs kanserinde yüzde 18, yumurtalık kanserinde yüzde 15 ve prostat kanserinde yüzde 9 oranında engelleyici etkisi olduğu tespit edildi. Elma tüketimi kötü kolesterolü düşürüyor, iyi kolesterolün miktarını yükseltiyor. Kalp çarpıntısı riski yüzde 40 azalıyor. Yine günde bir elma tüketen bayanlarda TİP 1 diyabetin yüzde 28 oranında azaltıldığı çalışmalarda ortaya konulmuş." dedi.

ELMA AĞIR METALLERİ VÜCUTTAN ATIYOR

Elmadan elde edilen pektin bileşenleri verilen kişilerde radyasyon oranının yüzde 62 azaldığını belirten Kuşçu, "Günümüzde ister istemez radyasyona maruz kalıyoruz. Düşük maruz kaldığımız radyasyonlara karşı günlük tüketeceğimiz elma sayesinde en az şekilde etkilenmemiz mümkün. Pektin içerikli elma gibi ürünleri tüketerek ağır metallerin vücuttan atılması da mümkün. Pektin, metalleri bünyesinde tutarak vücuttan dışarı atılmasını sağlıyor. Endüstrileşmiş ağır sanayinin olduğu bölgelerde yaşayan insanlar ağır metal kontaminasyonuna maruz kalıyorlar. Ağır metalleri taşıyan tarımsal amaçlı sularla sulanmış meyve ve sebzelerin yine o bölgede deniz ve göletlerde ağır metallerin balık tüketimiyle civa, kurşun gibi ağır metaller insan vücuduna taşınabiliyor. İşte pektin sayesinde bu metallerin toksit etkilerinden kurtuluyoruz." diye konuştu.
(CİHAN)

25 Mayıs 2012 Cuma

Önemli olan problemleri aklıselim ile çözebilmektir


Huzurlu ve güçlü toplumlar, huzurlu ve güçlü ailelerden kurulur. Bu ise inanç ve amel bakımından güçlü, donanımlı bireylerce sağlanacaktır.
Aile yuvası, mutluluğu ve mutsuzluğu yalnızca karı kocayı ilgilendiren bir kurum değildir. Aksine o, anne baba, çocuklar ve diğer akrabalardan oluşan geniş bir kurumdur. Dolayısıyla onun mutluluğu ve mutsuzluğu tüm akrabaları ve toplumu ilgilendirir. Aile yuvasının kuruluş amacı, üyelerin huzur ve mutluluğunu temin etmektir. Yuvada birtakım huzursuzluklar zuhur ettiğinde, bunların usulüne uygun olarak çözülmesi, anne baba ve diğer aile bireyleri başta olmak üzere, etkili ve yetkili herkesin temel görevidir. Yuva içerisinde hiç problem yaşamamak arzu edilse de bu, her zaman mümkün olmayabilir. Önemli olan problemleri aklıselim ile çözebilmek ve yuvayı acı-tatlı hatıralarıyla yaşatabilmektir.
Kişisel gelişimle ilgili pek çok yayının yapıldığı son dönemlerde sürekli tekrarlanan bir yanlış, insanlara hep en idealin, çoğu zaman da ulaşılamaz ve yaşanamaz örneklerin sunulmasıdır. Sözgelimi ideal aile örneği sunulurken, bireyleri arasında olumsuzluk ve tatsızlığın hiç olmadığı bir aile resmedilmektedir. Sonuçta, kendilerine sunulan örnekleri hayatlarına taşıyamayan insanlar, anlatılanların gerçekliğine, uygulanabilirliğine inanmamakta, yahut idealindekini gerçekleştirememekte ve hayal kırıklığına uğramaktadırlar. Oysa önemli olan insanımıza, yaşanılamaz örnekler sunmak değil, hayatın içerisinden örnekler sunmak ve onları ulaşılamaza değil, bizzat hayata hazırlamaktır.
PROBLEM HEP OLACAKTIR v İnsanın var olduğu yerde, insanî zaaflar sonucu pek çok problem de olacaktır. Bunu görmemek yahut görmezden gelmek problemleri ortadan kaldırmaz. Bu meyanda aile içinde de birtakım problemler olacaktır. Bu konuda yapılması gereken yaşanan ve yaşanılabilecek problemleri masaya yatırmak ve bunlara sağlıklı çözümler üretmektir. Eğitilen insanları problemsiz hayalî bir dünyaya hazırlama yerine; onları problemlerle baş edebilecek düzeyde yetiştirebilmek, geleceğe ve hayata hazırlayabilmektir. Zor olan da budur. İnsan için gelmiş olan ve temel amacı insanı önce bu dünyada huzurlu bir hayata hazırlamak, sonra da öteki dünyada cenneti kazandırmak olan Kutsal Kitab'ımız Kur'ân, bunu en güzel bir şekilde yapmış ve hayata geçirmiştir. Zira o, Cahiliyye döneminin problemli insanlarından, İslamî dönemin altın neslini yetiştirmiştir. O'nun sayesinde Mekke'nin eşkıyaları Medine'nin evliyaları olmuştur.
SUNULAN ÇÖZÜMLER UYGULANABİLİR OLMALI
İnsan için, onların dünyalarını dizayn etmek ve onları ahirete hazırlamak için gelmiş olan Kur'an, insanda bulunan güzel hasletleri hem korumayı hem geliştirmeyi hedefler; ondaki zaafların açacağı zararları da kaldırmayı amaçlar. Bu meyanda Kur'an, insanların karşılaşabilecekleri problemleri tespit eder ve daha önemlisi onlara çözümler önerir. Kur'ân'ın bu tespit ve çözüm önerileri, hayatın içerisinden ve tamamen uygulanabilir niteliktedir. Kur'an, uygulanamaz, yalnızca teoride kalan önerilerinde bulunmaz. Kur'an'ın indiği ve bütünüyle yaşandığı dönemler bunun açık göstergesidir...

[HAFTANIN FİLMLERİ] Siyah giyen 'sulugöz' adamlar


Siyah Giyen Adamlar 3, Ajan K'nın geçmişine giderek serinin uçuk, zıt, uyumsuz komedisine duygusal bir açılım kazandırıyor. Bu açıdan, siyah giyen 'sulugöz' adamlara dönse de, sıkı esprilerin yer aldığı eğlenceli ve komik öykü; inandırıcılığından, sürükleyiciliğinden bir şey kaybetmiyor.
Televizyonda yayınlanan bir çizgi diziden sinemaya uyarlanan 'Siyah Giyen Adamlar' (Men in Black / MIB), on yıl aradan sonra üçüncü filmle beyazperdede. İyi bir uyum gösteren Will Smith – Tommy Lee Jones ikilisine yeni karakterlerin de katılmasıyla film, belli bir ritmin altına düşmüyor. İlk iki filmdeki, zıtlıklar üzerinden ilerleyen coşkulu komedinin yoğunluğu ise bariz bir biçimde azalmış. Dolayısıyla, üçüncü film için kahkaha patlamaları söz konusu olmasa da, akılda kalıcı birkaç sıkı espri mevcut.
Malum, 'Siyah Giyen Adamlar', dünya dışından gelen yaratıkları takip eden federal bir birim. 'İyi huylu uzaylılar'a oturum izni verip onları kontrol altında tutarken, kötü emelleri olanlarla amansızca mücadele ediyor. MIB'nin birinci sınıf ajanları K ile J, usta-çırak ilişkisi içinde uzaylıları bertaraf ediyor. Serinin üçüncü filmi, kötü emelli uzaylı yaratıklardan Bogloditlerin son üyesi 'Hayvan Boris'in Ay'daki hapishaneden kaçmasıyla başlıyor. Boris'in amacı, 1969 yılında kendisini tutuklayıp hapse atan Ajan K'yı öldürmektir. Ajan K ile J arasında ise başka bir mesele vardır. Ajan J, K'nın neden bu kadar soğuk, somurtkan ve suskun olduğunu merak etse de cevap bellidir: "Cevabını bilmek istemediğin soruları sorma!" Ajan K'nın hayatı ve gezegenin kaderi risk altındayken, Ajan J'nin zamanda geriye gidip olayları düzeltmesi gerekir. Ajan J'nin esas derdi, Ajan K'nın ona asla anlatmadığı sırları öğrenmektir. Bu sırlar, Ajan J'nin ortağını, çalıştığı kurumu ve insanlığın geleceğini kurtarmak üzere geçmişe gidip genç Ajan K ile birlikte çalışmaya başlamasıyla birer birer ortaya çıkar.
NOSTALJİK VE DUYGUSAL DOKUNUŞLAR
Siyah Giyen Adamlar'ın üçüncü filmi, yeni bir düşman ve yan karakterlerle yola düşse de, ağırlık noktasında Ajan K'nın geçmişine yaptığı duygusal ve nostaljik yolculuk var. Hayvan Boris, aksiyon serilerinin vazgeçilmez teması, kişisel hesaplaşma motivasyonu ile hikâyeye dâhil oluyor. 1969'da kolunu koparan ve kendini hapse atan Ajan K'yı öldürmek için geçmişe gider. Bu arada, Ajan Z vefat etmiş; Ajan O, teşkilatın başına geçmiştir. Seriyi, usta-çaylak dedektif/ajan/polis hikâyesi ile uzaylı/yaratık filmlerinin başarılı kombinasyonunda buluşturan zıtlıklar komedisi, bu bölümde çok üst seviyede değil. Bu yönüyle 2002'deki ikinci filmin ilerisinde olsa da, birincisinin birazcık gerisine düşüyor. Fakat burada, 1960'lara yapılan yolculuk vesilesiyle öyküyü kaplayan nostaljik hava, espri patlamasını da beraberinde getiriyor. Özellikle Mick Jagger üzerine yapılan bir espri var ki, serinin en iyisi olmaya aday. Andy Warhol'un ünlü mekanı 'Factory'de geçen bölüm ise filmin en çok akılda kalan kısmı. Fakat, yükseklik korkusu olanlar için 'en heyecanlı bölüm', Ajan J'nin New York'un sembollerinden Chrysler Binası'nın meşhur kartal başları üzerinden yaptığı 'zaman atlayışı' olacaktır.
Oyunculuklarda, Tommy Lee Jones bildik poker suratı, Will Smith de her zamanki 'zıpırlığıyla' göz önünde olsa da filmin asıl yıldızı, Ajan K'nın gençliğindeki performansıyla Josh Brolin oluyor. Değeri yeterince bilinmeyen Brolin, sanki Jones'un gençliğini oynamıyor da, Tommy Lee Jones onun yaşlılığını canlandırıyor. Griffin rolünde Michael Stuhlbarg da kısa ama parlak bir oyunculuk sergiliyor. Emma Thompson ile Jemaine Clement ise senaryonun izin verdiği ölçüde üzerine düşeni yapıyor.
Sonuç? Serinin ikinci filminden iyi olan Siyah Giyen Adamlar 3, ilkinden geride kalıyor. Karakterlerin geçmişine yapılan sondaj, hikâyenin açılımına katkı sağlasa da, MIB tarzının aşırı, uçuk, zıt, uyumsuz komedisine fazla gelen bir duygusallığa da sebep oluyor. Bu açıdan, siyah giyen 'sulugöz' adamlara dönüyor karakterler. Öte yandan, sıkı esprilerin yer aldığı eğlenceli ve komik öykü, inandırıcılığından, sürükleyiciliğinden bir şey kaybetmiyor. 13 yaş ve altını hariç tutarsak, iyi bir hafta sonu seyirliği olabilir.
Siyah Giyen Adamlar 3
Men In Black 3
YÖNETMEN: Barry Sonnenfeld
OYUNCULAR: Will Smith Josh Brolin, Tommy Lee Jones, Emma Thompson
'İyi niyet elçisi'nden yetersiz bir Bosna filmi
İnsanlık tarihinde utançla hatırlanacak olayların sayısı hayli fazla. Bu tür olayların, tarihin utanç sayfalarına yazılması o olaya verilen tepkiyle eşdeğer. Suskunluk, görmezden gelme ve nihayetinde zulme seyirci kalma... en çok da, yardım edemeyişin acziyeti; bambaşka bir utanç. Bosna Savaşı, geçen yüzyılda insan soyunun yaşadığı son utanç tablosu olarak çoktan kayda geçti. Esasen 'filme alınsa da tüm dünya görse' denilecek bir şey değil. Yaşanan acının izleri, Bosna'ya 'turistik' amaçlarla gidenlerin gününü bile zehir edebilecek kadar taptaze duruyor...

24 Mayıs 2012 Perşembe

Regaib, Ramazan'ı müjdeleyen ilk haberci


Yüce Rabb'imizin (cc) katında zamanların değerleri birbirine eşittir.
Ancak öyle zamanlar vardır ki o zamanlarda öyle hadiseler olur ki, o vakit diğer zaman dilimlerinden daha üstün bir değer kazandırır. Recep ayının ilk cuma gecesine isabet eden Regaib Gecesi de bu müstesna zamanlardan biridir. Cuma geceleri zaten böylesine kıymetli vakitler arasında yer alır. Cuma ve Regaib gibi iki mübarek zaman dilimi bir araya gelince, bu gece daha da bir kıymet kazanıyor. Bu gece, yalvarış ve yakarışların Yüce Mevla'ya sunulduğu ve O'nun rahmetinden af istenildiği umut, huzur ve müjde gecesidir.
Allah Teâla'nın kullarına lütfunun çokluğu, kereminin bolluğu ve pek çok günahkârı bağışlaması sebebiyle bu geceye "Regaib Gecesi" adı verilmiştir. Bu gecenin bu değeri nereden kazandığı hususunda değişik rivayetler bulunmaktadır. Bunlardan biri; Hz. Amine validemizin böyle bir gecede Resulullah'a (sas) hamile olduğunu anladığıdır.
Sevgili Peygamberimiz (sas) Regaib Gecesi'nin içinde bulunduğu Recep ayında çok dua eder, namaz kılar, oruç tutar, iyiliklerin her çeşidini yapar, sadaka vermeye özen gösterirdi. Resulullah'ın (sas) Recep'in ilk perşembe gününü oruçla geçirdiği ve cuma gecesinde, bu geceye mahsus olmak üzere on iki rekât namaz kıldığı rivayet edilir. Regaib gecelerinde dua etmek, tevbe ve istiğfarda bulunmak, bu geceyi mübarek kabul etmek suretiyle çeşitli ibâdetlerle geçirmek, genel olarak alimler arasında kabul görmüştür.
Bu aylara "Çok sevaplı ibadet ayları." diyen Bedüzzaman şu müjdelerde bulunuyor: "Her hasenenin sevabı başka vakitte on ise, Receb-i Şerif'te yüzden geçer, Şaban-ı Muazzama'da üç yüzden ziyade ve Ramazan-ı Mübarek'te bine çıkar ve cuma gecelerinde binlere ve Leyle-i Kadir'de otuz bine çıkar." (Şualar)
Bu geceyi fırsat bilerek gönlümüzü kasvetle boğan duygu ve düşünceleri kalplerimizden atalım. Nefsin kötü arzularını frenleyip, huzur-u kalple ibadetin lezzetini almaya, o hal üzere Rabb'imize yönelmeye çalışalım. Gıybet, haset, riya, ucb, kin, nefret ve kanaatsizlik gibi kötü duygulardan temizlenelim.
Nasıl ihya edebiliriz?
Mübarek kandillerin gecesini ibadetle, gündüzünü de oruçla geçirmek tavsiye edilmiştir. Mümkünse oruçlu olarak karşılanmalıdır...

20 Mayıs 2012 Pazar

HDL kalp dostu değilmiş


TIP dünyasının en saygın dergilerinden The Lancet’te yayınlanan ve Massachusetts General Hastanesi’nde yapılan HDL’nin (iyi kolestrol) kalp krizi riskindeki etkisiyle ilgili araştırma, kalp dostu olarak bilinen HDL’nin etkisiz olduğunu gösterdi. 

Araştırmayı yapanlara göre böyle bir sonuç ilk defa elde edildi. Gen faktörünün öne çıktığı araştırmada 116 bin kişi incelendi. Araştırma genleri sayesinde iyi kolestrolleri yüksek olan bu kişilerin diğer kişilerden kalp krizi geçirme riskiyle ilgili hiç bir avantaj sağlamadığını ortaya koydu. Araştırma kötü kolestrol olarak bilinen LDL yükseldiğinde kalp krizi riskinin arttığını bir kez daha teyit etti.

Tüm dünyada çok ses getiren araştırma 2009’da aynı tezi ileri süren Türk doktorlarını haklı çıkardı. Türk doktorların görüşleri şöyle:

‘Yıllardır bunları söylüyorduk’

Prof. Dr. Ahmet Rasim Küçükusta: “Biz HDL’nin (iyi kolestrol) kalp krizine bir etkisi olmadığını yıllardır söylüyoruz. Yeni çıkmış bir durum değil bu. Bu sonuca katılmayanlar ilaç firmalarıyla bağlantılı kişiler. Araştırma ortada, HDL ilaçlarının da faydası olmadığı anlaşıldı. HDL’nin yüksek olmasının kalp krizi riskiyle ilgili hiç bir avantajı yoktur. HDL için verilen ilaçların faydası olmadığı gibi aksine zararlı oldukları için ilaç araştırmaları durduruldu.”

‘Sabah-ı şerifleri hayrolsun’

Prof. Dr. Altan Onat: “Biz bunu zaten çok önce söyledik. Araştırmayı yapan doktor meslektaşlarımıza ancak sabah-ı şerifleriniz hayrolsun diyebilirim. Aynı araştırmayı Türkiye’de 3 binden fazla kişiyle yaptık. 2009’da yine ABD’de yayınlanan uluslararası hakemli ve saygın bir dergi olan Metabolism’de yayınlayarak duyurduk. Bir çok uluslararası yayınlarımızda da buna atıf yaptık. Bizim için yeni bir şey değil.” Vatan



17 Mayıs 2012 Perşembe

Amerika'da Öğrenciler İçin Ehliyet ve Sosyal Sigorta Numarası Başvurusunda Dikkat Edilecek Hususlar


Bilindiği üzere yabancı öğrencilerin Amerika’da geçici bir sure eğitim görebilmeleri için üç farklı vize olanağı mevcuttur. Bunlar, akademik öğrenciler için F vizesi, meslek öğrencileri için M vizesi ve kültürel değişim programıyla gelen öğrenciler için de J vizeleridir. Öğrenciler bu vizelere full-time öğrencilik yaptıkları y ada değişim programına katıldıkları sure boyunca hak kazanırlar.
Bu kategorilerdeki öğrencilerin sıkça zorlandıkları mevzulardan biri de Sosyal Güvenlik Numarası (Social Security Number - SSN) alımı ve sürücü ehliyeti (driver’s license) işlemleri. Öğrencilerin çoğu ya Amerika’ya gelir gelmez bu işlemler için başvuruda bulunuyor y ada gerekli belgeleri tamamlayamamalarından ötürü zorluklarla karşılaşıyor. Bu mevzuda doğru bilgiye ulaşma ve doğru zamanlama gerçekten çok önemli. Bu konuda en önemli yardımcınız okuldaki Yabancı Öğrenci İşleri Ofisi (Designated School Official – DSO)  olacaktır.
F, M veya J vizeleriyle ülkeye giriş yapan kişilere ilk tavsiye, ülkeye girişlerinden itibaren 10 gün bekledikten sonra sürücü ehliyeti ve SSN işlemlerine başlamalarıdır. Nedeni ise, devletin ülkeye giriş yapanlar ile ilgili veri tabanlarını güncellemesinin 10 günü bulması. Bu 10 günlük bekleme sürecinde okulunuzdaki öğrenci işlerine bilhassa DSO’ya da Amerika’ya gelmenize sponsor olan yetkili kişilere danışarak haklarınızı öğrenmek için daha ayrıntılı bilgi edinmeyi ihmal etmemelisiniz.
SSN almak için öğrencilerin çalışma hakkına sahip olmaları gerekmektedir. Genellikle Curricular Practical Training (CPT), Optional Practical Training (OPT) veya kampüs içi çalışma izinleri SSN almak icin gereklidir. DSO’dan çalışma hakkına sahip olduğunuzu gösteren onay almanız faydalı olur...

16 Mayıs 2012 Çarşamba

Yabancı Dil Öğrenme Yaşı



Çocukluğumuza dönelim ve dili nasıl öğrendiğimizi düşünelim. Anne-babamız dilimizi öğretmemiz, kelime hazinemizi oluşturmamız, kelimeleri doğru kullanmamız, doğru telâffuz etmemiz ve konuşmamız için hususi bir gayret göstermedi. Dil okuluna, kursuna göndermedi, ilkokula gidinceye kadar bir öğretmen desteği de sağlamadı. Buna rağmen, en bilgisiz, en âciz çağımızda dil öğrenmek gibi zor bir marifeti farkına varmadan kazandık. Zor, çünkü milyonlarca yetişkin insan çok istediği ve ciddi gayret gösterdiği hâlde bir yabancı dili öğrenemiyor. Çocukların dil öğrenmesi ise, tamamen mu'cizevî bir hâdisedir. Dünyanın her yerinde bütün çocuklar, yaklaşık dört-beş yaşına kadar çevresinde konuşulan dili herhangi bir eğitim almadan öğrenir. Bu öğrenme hızlı, kolay ve zahmetsizdir. Çocuk daha anne karnındayken, onun sesini ve dilinin vurgularını fark eder, doğduktan sonra da aynı dili, aynı çevrede yaşarken kolaylıkla öğrenir. Buna 'anadil edinme' denir. Dünyadaki altı bini aşkın dil bu şekilde öğrenilir ve nesilden nesle aktarılır. Dil edinmede en önemli basamak 'anlama'nın gelişmesidir. Umumiyetle, bebeklerin anlaması konuşmasından altı ay ileridedir.

On beş aylık bir bebek, anadilini daha çok işaret maksadıyla kullanır. 18 aylık olunca kelime hazinesi yaklaşık 20–30'a çıkar ve iki-üç kelimelik mânâlı cümleler kurabilir. Altı ayda kelime hazinesi 10 kat artarak, 24 aylık olduğunda yaklaşık 200–300 kelimeye ulaşır. Kullanabildiği bu kelimeler her gün karşılaştığı nesnelerin adlarıdır. Artık kısa ve tam olmayan cümleler kurabilir. Üç yaşındaki çocuğun kelime hazinesi 900–1.000, dört yaşındakinin ise 1.500–2.000 kelime civarındadır. Beş-altı yaşına gelince konuştuğu kelime iki-üç bine, anladığı kelime 20–24 bine ulaşır. Çocuk ilköğretimin birinci kademesinin sonunda, konuşulan dilde yaklaşık 50 bin kelimeyi anlayabilir. Sayılardaki bu büyük artış çocuğun dili ne kadar hızlı öğrendiğini açıkça göstermektedir. Meselâ, çocuk üç-dört yaş arasında iken her gün ortalama iki-üç yeni kelime öğrenmektedir. 

Çocuğun dil edinmesi şuurlu bir süreç değildir. Dil, çocuğun önce tercihini ortaya koyup karar vermesi ve sonra da bu yönde gayret göstermesiyle kazanılmaz. Bu, çocukların elinde olmadan gelişen bir süreçtir. Çünkü onların zihni, beyni ve ruhu dil öğrenmeye istidatlı yaratılmaktadır. Çocuklarda dil edinme üzerine çalışan uzmanlara göre; insanlar doğuştan, dil öğrenebilmek için hususi bir mekanizmaya sahiptir. Bu mekanizma, çocuğun yakınında konuşulan dili edinmesini, kurallarını anlayıp öğrenmesini, sonra da bu kurallar ile konuşmasını sağlar. Bu mekanizma sayesinde bütün çocuklar aynı safhalardan geçerek, biyolojik olarak belli bir olgunluğa geldiklerinde, tıpkı yürümeyi öğrendikleri gibi konuşmayı öğrenirler. 

Halk arasında, 'İşitemeyen aynı zamanda konuşamaz.' denmesine rağmen, çocukların dil öğrenmesi sadece işitmeye bağlı kılınmamıştır. Tamamen sağır çocuklar işaret diline maruz bırakılırsa, aynen duyabilen çocuklarda olduğu gibi dil öğrenebilirler. Hattâ zihin kapasitesi çok düşük çocuklar, toplum içine sokulurlarsa, dilin karmaşık yapısını öğrenebilirler. Bunlar bize, beyanın vasıtası olan dilin insanlara Rahman'ın bir hediyesi olduğunu açıkça göstermektedir. "İnsanı yarattı. Ona güzel beyanı öğretti." (Rahman 3–4) mealindeki âyetler buna işaret etmektedir. 

Bundan daha şaşırtıcı olan şey, çocukların bütün dilleri eşit zamanda ve eşit derecede öğrenme kapasitesiyle yaratılmalarıdır. Dünyada 6.000'i aşkın dil vardır. Kişi bebekliğini ve çocukluğunu hangi dilin konuşulduğu çevrede geçirirse 'anadil' olarak onu öğrenir. Çocuğun ilk öğreneceği veya kullanacağı dilin, yani anadilin, ırkla veya milletle bir alâkası yoktur. Meselâ Türk anne-babadan doğan bir çocuk, bebekliğinden itibaren Japonca konuşulan bir çevrede büyürse, onun anadili Japonca olur. Ve onun Japoncası bir Japon çocuğunkinden geri kalmaz. Eğer aynı çocuk Türkçe konuşulan bir ortamda büyürse, anadil olarak Türkçeyi öğrenir ve yaşıtlarıyla aynı derecede ona hâkim olur. Buradan anlaşılacağı üzere, çocuklar dünyadaki bütün dilleri öğrenmeye istidatlıdır. Erken yaşta anadilini öğrendiği gibi, bu dönemde birkaç dili aynı anda öğrenebilir.

Kritik dönem
Dil edinme ve öğrenmede en merkezî ve önemli rol beyne verilmiştir. Beynin sol yarımküresinde dil edinmeyle ilgili bir bölge vardır, bu bölge doğuştan itibaren çok aktiftir. Bu aktiflik, derecesi giderek azalarak ergenliğin başlangıcı olan 10–14 yaşlarına kadar devam eder. Sağ ve sol beyin yarımkürelerinin gelişmesinin ergenlik döneminde sona ermesiyle, dil edinme artık zorlaşır. Yani dil edinme ergenlik dönemine kadar olur.

Dil gelişiminde kritik bir dönem vardır. Bu pek çok araştırmayla ispatlanmıştır. Meselâ bir araştırmada, dışarıdan gelip İngilizceyi ABD'de ikinci dil olarak öğrenenler; dili öğrendiği yaşa göre, yedi yaş öncesi, 7–15 arası ve 17 yaş sonrası şeklinde gruplandırılarak gramer bilgileri karşılaştırılmıştır. Buna göre, İngilizceyi yedi veya daha küçük yaşta öğrenenler ile anadili İngilizce olanlar arasında fark çıkmamıştır. İngilizceyi 7–15 yaş arasında öğrenenler anadili İngilizce olanlardan belirgin şekilde ayrılmış, diğer yandan bu gruptakilerin gramer başarısı dil öğrenme yaşına paralel olarak azalmıştır. 17 yaşından sonra öğrenenlerde ise, başarının daha düşük olduğu, fakat yaşa bağlı performans farkının giderek azaldığı bulunmuştur.1 Başka bir araştırmada ise, yaş gruplandırması 3–7, 8–10, 11–15 ve 17–39 şeklinde yapılmış ve karşılaştırma neticesine göre, İngilizce öğrenme yaşı ilerledikçe, alınan puan azalmıştır (Grafik–1).2 Buradan, yabancı dil öğrenmede ideal yaşın yedi ve altı olduğu, bunu ergenliğe kadar olan sürenin takip ettiği, ergenlik dönemine girdikten sonra ise, dil öğrenmenin zorlaştığı neticesine varılmıştır. Dil öğrenme hususunda kritik dönem fikrini ortaya atan Lenneberg'e göre, dil sadece bebeklikten ergenlik çağına kadar olan dönemde kazanılır.3 Yapılan araştırmalar, yabancı dilin küçük yaşta anadille birlikte kazandırılmasının en uygun yol olduğunu göstermektedir. Yedi yaştan sonra bir dili aksansız öğrenmek çok zor olmaktadır.

İki dillilik
Çocuğa doğuştan verilen dil edinme kabiliyeti tek dil için değildir. İki dilli ortamda büyüyen bir çocuk için, ya birinci dilde (anadilinde/aile dilinde) veya ikinci dilde (toplum dilinde) dil edinme diye bir durum yoktur. Bilakis, hem birinci dilde, hem de ikinci dilde dil edinme vardır. Bugün dünyada çocukluğundan itibaren iki veya daha fazla dil bilen çok sayıda insan vardır. Göçmen aile çocukları bunun en yaygın örneğidir. Bu çocuklar yeni ülkelerinin dilini çoğu zaman eğitime gerek kalmadan, hızla ve zahmetsizce edinirler. Bir başka örnek, iki farklı dil konuşulan ailelerin çocuklarıdır. Üçüncü örnek, yabancı bakıcı yanında büyüyen çocuklardır. Bu çocuklar her iki dili de eğitim almadan ve hızla öğrenirler...

Prof.Dr. Harun AVCI

13 Mayıs 2012 Pazar

Kanser tedavisinde müthiş gelişme


ABD'de yapılan bir araştırma, bazı kansertürlerinde görülen, kontrol altına alınamayan tümör büyümelerinin nedeninin, daha önce bilim dünyasında kabul gördüğü gibi genetik mutasyonlar değil, hücrelerdeki düşük oksijen seviyeleri olduğunu ortaya koydu.

ABD'nin Georgia Üniversitesi'nde yapılan araştırmanın sonuçlarının habis tümörlerdeki büyümeyi iyileştirmeye yönelik tedaviplanlarında köklü değişiklikler yapılmasına yol açabileceği bildirildi.

Journal of Molecular Cell Biology adlı tıp dergisinin internet sayısında yayımlanan araştırmada, halka açık veri bankalarında bulunan 7 farklı kanser tipindeki mesajcı RNA veri örneklerini analiz eden araştırmacılar, hücrelerde uzun süreli oksijen yokluğunun kanser büyümelerindeki önemli bir etken olabileceğini gösterdi.

Bu konuda önceden yapılan bilimsel araştırmalarda hücrelerdeki düşük oksijen seviyesinin kanserin gelişmesine katkı sağlayan bir etken olduğu öngörülüyordu, ancak bunun kanser büyümesindeki önemli bir etken olduğu bilinmiyordu.

Ortaya atılan yeni kanser büyüme modelinin geçerli olduğunun kanıtlanması durumunda bu, araştırmacıları öncelikle hücrelerdeki oksijen seviyelerinin düşmesini engelleyici yeni metodlar bulmaya sevk edecek ve bu da kanser tedavisinde köklü bir değişikliğe gidilmesi sonucunu doğuracak.

Araştırma ekibinden Prof. Ying Xu, araştırmalarının bilimsel adı ''Hipoksiya'' olan hücrelerdeki düşük oksijen seviyesinin bazı belli kanser türlerinde önemli bir etken olduğunun kanıtladığını söyledi.

Dünyada görülen yüksek kanser oranlarının sadece rastgele genetik mutasyonlarla açıklanamayacağını belirten Xu, biyoloji ve hesaplamalı bilimi bir araya getiren biyoenformatik biliminin araştırmacılara kansere yeni bir ışık altında bakma imkanı sunduğunu kaydetti.

Xu, ''Kanser ilaçları belirli bir mutasyonun moleküler seviyede köküne ulaşmaya çalışır ancak kanser genellikle bunun etrafından dolaşarak kendine yeni bir yol bulur. Bu yüzden genetik mutasyonların kanserin ana etkeni olmayabileceğini düşünüyoruz'' dedi.

Araştırmacılarca öngörülen modele göre, düşük oksiyen seviyeleri hücrenin, ''Oksidatif fosforilasyon'' adı verilen hücrelerin normalde gelen besini enerjiye çevirme yöntemine müdahale ediyor.

Oksijen azaldıkça, hücreler, ''ATP'' adlı enerji üniteleri üretmek için daha az verimli bir enerji üretme yolu olan glikoliz yöntemini kullanmaya başlıyor ve bu yüzden kanser hücreleri, başta glukoz olmak üzere daha fazla besin alabilmek için daha sıkı çalışmak zorunda kalıyor.

Oksijenin tehlikeli seviyeleri düşmesi halinde yeni kan damarları yaratma süreci olarak tanımlanan, ''Anjiojenesis'' başlıyor. Yeni oluşturulan kan damarları hücreye taze oksijen sağlıyor ve böylece hücre ile tümörün içindeki oksijen seviyeleri düzeliyor ve tümörün büyümesini geçici bir süre için engelliyor...

8 Mayıs 2012 Salı

Isı yalıtımında arı gerçeği


Kütahya'da ilköğretim öğrencisi Nida Koçakyaşayan, arıların kovanları korumak amacıyla ürettiği propolisin, binalarda ısı yalıtımı için kullanılabileceğini ortaya çıkardı. 

Kütahya Fatih İlköğretim Okulu 8'inci sınıf öğrencisi Nida Koçakyaşayan; arıların, kovandaki çatlak ve kırıkları kapatmak amacıyla ürettiği propolis maddesinin, binalarda harç katkı malzemesi olarak kullanıldığında ısı yalıtımında iyi sonuçlar alınabileceğini belirledi.

Koçak; propolisin, arıların bitki filiz ve tomurcuklarından topladığı, kovanda giriş deliği ile çatlak ve kırıkları kapattığı, antibakteriyal, antiviral, antifungal, antioksidan, antiparazitik özelliklere sahip yapışkan ve reçinemsi bir madde olduğunu açıkladı.

Arıların bu maddeyi arka ayaklarında kovana taşıyarak, bal mumu ve bazı sindirim salgılarıyla karıştırıp kovanda kullandığını belirten Koçak, propolisin kavak, meşe, kayın, okaliptus ağaçları ve çalılıklardan toplandığını söyledi.

Koçak, arıların propolisi kovanda dip tahtası, çerçeve kenarları ve giriş deliği arkasında biriktirdiğini anlattı:

''TRT Çocuk kanalı, FC Film Yapım, TÜBİTAK ve İstanbul Teknik Üniversitesi işbirliğiyle '1001 Cin Fikir' proje yarışması düzenlendi. Ben de bu yarışmaya, 'Arıdan Propolise, Propolisten Yalıtıma' projemle katıldım. Projemin ana fikri, öğretmenimizin derste arılardan bahsetmesiyle oluştu. Öğretmenimiz, Albert Einstein tarafından söylenen, 'Arılar yok olursa, dünyada insanlar sadece 4 yıl yaşayabilir' sözünü hatırlattı.

Bunun üzerine arılar dikkatimi çekti. Arıların, propolis maddesi sayesinde kış mevsiminde kendilerini koruduklarını, bu maddenin katı ve sıvı olmak üzere iki hali olduğunu öğrendim. İki tuğla alıp birini normal sıva harcıyla, diğerini propolis katkılı harçla sıvadım. Sıva kuruyunca tüp üzerinde ısıttım. Normal harçlı tuğla fazla, propolisli tuğla ise en az 3-4 derece daha az ısındı. Böylece propolisin yalıtımdaki etkisini tespit ettim.''

'MANTOLAMAYA GEREK KALMAZ'

Projenin danışmanlığını üstlenen okulun Fen ve Teknoloji Öğretmeni Fatih Bozyiğit de projenin enerji tasarrufu ve yalıtım için örnek olabileceğini anlattı.

Propolis katkılı harcın en önemli yönünü, tamamen doğal olması diye niteleyen Bozyiğit, şöyle konuştu:

''Propolisin şimdiye kadar yerli ve yabancı bilim insanları tarafından yalıtım üzerindeki etkileri hiç araştırılmamış. Öğrencimizin çalışmasında, 4 dakikalık ısıtma sonucu propolis içeren harç 1 derecelik, kum ve çimentodan oluşan harç ise 3 derecelik ısı artışı gösterdi. Özellikle küresel ısınmayla son 100 yılda dünyanın ısısının 1 derece arttığı düşünülürse, öğrencimizin ortaya çıkardığı farkın önemi ortaya çıkmış oluyor. İnşaatlarda propolis kullanılırsa mantolamaya gerek kalmaz. Bu projenin geliştirilmesiyle ekonomik anlamda da yarar sağlanabilir.'' 

6 Mayıs 2012 Pazar

Bu alışkanlıklar ağrılarınızı azaltaca


Sizin de ağrılarınız var ve her gün çektiğiniz bu ağrılara dayanamıyor musunuz? Peki bu ağrılardan kurtulmak için neler yapabilirsiniz?

WebMD isimli internet sitesinde yer alan habere göre, işte ağrılarınızı hafifletecek alışkanlıklar şöyle:

Endorfin desteği alın: Egzersiz yapmadığınız takdirde kas hacminizi ve gücünüzü kaybedersiniz, bu da ağrılarınızı kötüleştirir. Neyse ki, yapacağınız hafif egzersiz bile beynin ağrılarınızı durduracak olan endorfin kimyasalı salgılanmanı sağlar. Doktorunuza aerobik, esneme ya da kuvvetlendirme egzersizlerinin vücudunuza destek sağlayıp sağlamayacağını sorun.

Nefes alıp verme, Biofeedback: Yaptığınız her şeye bir süreliğine ara verin ve zihninizi dinlendirin. Derin derin nefes alıp verme ve biofeedback (kişinin stresin bedensel belirtilerine yönelik farkındalığını artırarak bu belirtileri kontrol etmesine, bir anlamda da psikolojik olarak gevşeyip rahatlamayı öğrenmesine yardımcı bir teknik) stresle baş etmenize yardımcı olur. Vücudunuzu rahatlatır ve ağrılarınızın hafiflemesine yardım eder.

Sigarayı bırakın: Bazı insanlar sigaranın stresini ve ağrıları azalttığını düşünür. Ancak tam tersine sigara ağrıların uzun süreçte artmasına yol açabilir, iyileşmenizi yavaşlatır, dolaşımı kötüleştirir ve bel ağrısına yol açan dejeneratif disk problemleri riskini artırır. En kısa sürede sigarayı bırakmaya çalışın.

Daha iyi beslenin: Kronik ağrılarınız varsa, vücudunuza yardım etmek için yapabildiğiniz her şeyi yapmak istersiniz. Vücudunuzu güçlendirmenin bir yolu da dengeli beslenmedir. Doğru beslenme kan şekeri seviyenizi düzenler ve kilo kontrolü sağlar, kalp hastalığı riskini azaltır ve sindirime yardımcı olur. Tam tahıllar, taze sebze ve meyve ile az yağlı proteinler bakımından zengin gıdalarla beslenin.

Ağrı defteri tutun: Bu şekilde bir ağrı defteri tutmak doktorunuzun kronik ağrınızı etkili şekilde tedavi etmesine ve ağrılarınızı anlamasına yardım eder. Günün sonunda 1 ile 10 arasında rakamlarla ağrılarınızı değerlendirin. Gün içinde ne yaptığınızı ve bu aktivitelerin sizde ne hissettirdiğini not edin, doktorunuza gittiğinizde bu defteri de götürün ve bunları doktorunuzla paylaşın.

Sakinleşmeyi düşünün, sınırlar koyun: Fiziksel ve ruhsal sağlığınıza dikkat etmek, ağrılarınızla daha iyi savaşmanıza yardım eder. Kendinizi yorgun hissediyorsanız mutlaka en az bir gün dinlenin.

Bir şeylerle meşgul olun: Ağrıya odaklanırsanız ağrıyı daha fazla hissedersiniz. Bu nedenle kendinize ağrınızı unutturacak aktiviteler bulun.

İlaçlarınızı tanıyın: Kullandığınız ilaçların yararını ve yan etkilerini iyice öğrenin. Sonra kendinizi başka tedavi seçenekleri için eğitin. Hedefiniz normal bir ruh sağlığına ve hareket kabiliyetine sahip olmak olmalı. Farklı bir ilaç sizin için daha iyi olabilir.

Yalnız değilsiniz: Her üç kişiden biri kronik ağrıyla yaşıyor. Sizin bu ağrılarla baş etmenize yardımcı alışkanlıklar geliştirmek çok önemlidir. Ağrınız olduğunda neler hissettiğinizi ailenize ve arkadaşlarınıza anlatın. Çünkü başkaları duygularınızı anlayamaz. Yardım isteyin, durumunuz hakkında daha fazla şey öğrenin ve bunları diğer insanlarla paylaşın.

4 Mayıs 2012 Cuma

efeler: Fethullah Gülen'den sonra hareket ne olacak, yola ...

efeler: Fethullah Gülen'den sonra hareket ne olacak, yola ...: Hizmetler, Türkiye’nin her ilinde ve dünyanın her ülkesinde birbirinden bağımsız, vakıf dernek ve şirketler üzerinden ayrı mütevelli ve yöne...

Fethullah Gülen'den sonra hareket ne olacak, yola nasıl devam edecek?

Hizmetler, Türkiye’nin her ilinde ve dünyanın her ülkesinde birbirinden bağımsız, vakıf dernek ve şirketler üzerinden ayrı mütevelli ve yönetim kurulları tarafından yürütülüyor. Bu sistem elbetteki Gülen sonrasında da, şimdiye kadar uygulanan prensiplerle hizmetlerine devem eder. Zaten Allah rızası düşüncesi ile işlenen bunca hizmet ve hareketin Allah’in bir inayeti olduğu kabulü de hareketin hem bugününde hem de yarınında kişilerden bağımsız olabilmeyi gereketirmektedir.

Hareketin yapısal dokusu itibariyle bir tarikat olmadığını, dolayısıyla bir halife tayiniyle şeyhlik makamının el değiştirmesi gibi bir durumun sözkonusu olmadığını belirten Gülen; kendisine yakıştırılan "liderlik" konumuna da şöyle itiraz etmektedir:


http://www.hizmetesorulanlar.org/Sorular_fethullah_gulenden_sonra_hareket_ne_olacak_yola_nasil_devam_edecek.html

3 Mayıs 2012 Perşembe

"Fethullah Gülen hareketi, ABD'nin Büyük Ortadoğu projesinin taşeronu ve Ilımlı İslam projesinin temsilcisidir" iddiası hakkında ne diyorsunuz?

1. Proje genel anlamda Ortadoğu'yu parçalamayı, özelde ise bölge ülkeleri ve toplumlarını bazı etnik, mezhepsel ve siyasi kriterlere göre yeniden şekillendirmeyi hedefleyen bir projedir. Ama Gülen hareketinin inanç tabanlı söylemi çatışmadan uzak, en temel manada insan olma ortak paydasında bile buluşabileceği, diyalogdan yana bir söylemdir. Her türlü şiddete karşıdır. Hareket toplumların bütün farklı kısımlarını birleştirmeyi amaçlamıştır ve şimdiye kadar olan bütün aktiviteler (Dinler arası iftarlar, projeler, Abant toplantıları vs) bu perspektife göre dizayn edilmiştir. 

2. Büyük Ortadoğu Projesi’nin metotları Gülen’in yıllardır dile getirdiği söylemleri ile çatışmaktadır. Kendi ifadesiyle: "...Birileri bu türlü projeleri seslendirirken bölgeyi demokratlaştırma gibi mülahazalara dayanıyorlar... Gerçekten samimiler mi bu mevzuda? 1911'de Bingazi'yi işgal edenlerin başindaki adam da "Sizi medenileştirmeye geldik" diyordu. Şimdilerde dillere pelesenk olan iddia: ‘Bölgeyi demokratlaştırma’... Demokrasiye kimse bir şey demez ve demokrasi sözü hakikaten arkasından gelecek çok şeyleri de mazur gösterecek kadar yumuşatıcı bir ifade. ‘Demokrasi için insan gerçekten bir kısım fedakârlıklara katlanmalı’ bahanesi de tam şeytanca bir mülahaza."...

1 Mayıs 2012 Salı

Los Angeles'de Turkce ogrenme cok kolay...


Turkish Language Institute Logo
Turkish Language Institute Summer Term Los Angeles
Greetings!

Merhaba everyone,
The Turkish Language Institute is proud to announce the new term of Turkish classes, beginning on May 7th 2012 for learners at all levels.
For more information please visit www.turkishlanguage.us
Please click here to see the new schedule.
Locations:
Westwood LA 1019 Gayley Ave., #A, Los Angeles CA 90024

Orange County, Irvine 17851 Sky Park Circle, # C Irvine, CA 92614

San Fernando Valley 9704 White Oak Avenue, Northridge, CA 91325
(818) 614- 4349
To learn more please contact us.
Ph: (310) 208-7290
Cell: (646) 272-8762
Sincerely,
Emre Puskulluoglu
Turkish Language Institute
contact@turkishlanguage.us
310-208-7290

Gargara ilaçlarının sağlığa zararlı olduğu belirlendi.


Danimarkalı bilim insanları tarafından yapılan bir araştırma, gargara ilaçlarının sağlığa zararlı olduğunu ortaya çıkardı.

Araştırmaya göre antibakteriyal maddeler içeren gargaraların sık kullanılması ağız içindeki bakterilerin direnç kazanmasına sebep oluyor.

Danimarka Diş Hekimleri Birliği yetkililerinden Ole Marker, araştırma sonuçlarını doğruladı.

Piyasada bulunan gargaraların alkol yada antibakteriyal maddeler içerdiğini belirten Marker, "Bu maddeler ağız içindeki bakterilerin direnç kazanmasına sebep olarak hastalıklara davetiye çıkarıyor." dedi.

Danimarka Diş Hekimleri Derneği sağlıklı insanlara gargara kullanmama tavsiyesinde bulunuyor. Ole Marker "Bunun yerine diş fırçası, diş ipi gibi ürünler kullanılmalı." dedi.

samanyoluhaber