Popüler Yayınlar

29 Nisan 2013 Pazartesi

Yumruk yapmak, hafızayı güçlendirebilir


Amerika lı psikologların yaptığı araştırma, elleri yumruk yapmanın beynin  hafıza süreciyle bağlantılı bölgelerini harekete geçirdiğini gösterdi.
         
Araştırmada, sağ elin 90 saniye boyunca yumruk yapılmasının hafıza  oluşumuna yardım ettiği, sol elin aynı süreyle yumruk haline getirilmesinin ise  hatırlamayı kolaylaştırdığı belirtildi.
         
Sağ elini kullanan 50 öğrenciden bir kelime listesini ezberlemesini  isteyen araştırmacılar, katılımcıları 5 gruba ayırdı.
         
İlk gruptakiler listeyi ezberlemeye başlamadan önce sağ ellerini 90  saniye yumruk yaptı. Sol ellerini yumruk yaparak bu kelimeleri hatırlamaya  çalıştı.
         
İkinci gruptakiler bu deneyi sol yumruklarını sıkarak yaptı.
         
Diğer gruptakiler kelimeleri ezberlemeden önce ve sonra istedikleri  elleriyle yumruk yaparken, sonuncu gruptakiler yumruk sıkmadı.
         
Listeyi ezberlemeden önce sağ, hatırlama sürecinden önce ise sol  yumruğunu sıkan gruptakilerin başarısının daha fazla olduğu görüldü.
         
"PLOS ONE " dergisinde yayımlanan araştırmada, beynin sol yarısının hafıza  kaydında, sağ yarısının ise hatırlamada etkili olduğunun düşünülebileceği ancak  daha kapsamlı incelemelerin gerektiği belirtildi.

27 Nisan 2013 Cumartesi

Kalori saymadan kilo vermenin 10 yolu


Diyet ve Beslenme Uzmanı Simge Çıtak, kalori saymak yerine doğru beslenmeyi öğrenip yaşam tarzında ufak değişiklikler yaparak kalıcı çözümler bulunabileceğiyle ilgili 10 adımlık bir rehber hazırladı.
Art Tıp Merkezi  Diyet ve Beslenme Uzmanı Çıtak, kilo vermek için başvurulabilecek 10 yolu ve uygulamalarını şöyle sıraladı: 
  "1. Besin gruplarını öğrenin 
  Yediğiniz bir yemeğin 500 kalori olduğunu bilmek size pek bir şey kazandırmaz. Önemli olan yediğiniz yemeğin hangi besin grubundan olduğunu bilmeniz. Bunu bilirseniz, günlük beslenmenizi ona göre ayarlayabilirsiniz. Diyelim ki günlük ihtiyacınız bin 500 kalori. Bin 500 kaloriyi geçmeyecek şekilde tüm gün boyunca makarna yediniz. Doğru mu yapmış olursunuz? Hayır. Vücudumuzun tüm besin gruplarına farklı miktarlarda ihtiyacı var. Süt grubu, et grubu, ekmek grubu, sebze ve meyve grubu, yağ gruplarından kişiye göre değişen oranlarda her gün almalıyız. Denge herkes için aynıyken, yeterlilik kişiye göre değişir. 
  2. Normal yediğinizin yarısını yiyin 
  Özellikle dışarıda yemek yediğinizde, porsiyon miktarları sizin kontrolünüzde değildir ve siz de o anda doyup doymadığınızı düşünmeden önünüze gelen bütün yemeği yersiniz. Bu nedenle yarım porsiyon ısmarlamayı alışkanlık haline getirin ya da yanınızdaki kişiyle yemeğinizi paylaşın. Evde yemek yerken de her zaman yediğiniz miktarın önce yarısını tabağınıza alın, doymazsanız yine alabileceğinizi unutmayın. Kullandığınız tabakların boyutlarını küçültün. Yemeğin yanına mutlaka bol salata koyun ve yemeğe salatayla başlayın. 
  3. Yavaş yiyin ve çok çiğneyin 
  Yavaş yemeyi ve çok çiğnemeyi alışkanlık haline getirebilirsiniz. Her lokmayı en az 10 kere çiğneyin. Hem sindirim sisteminize yardım edersiniz hem de yediklerinizin miktarını azaltırsınız. Çünkü hızlı yediğinizde beynin açlık merkezine sinyal ulaşana kadar siz ihtiyacınızdan daha fazla yemeği yemiş olursunuz. Açlık merkezinin sinyali alabilmesi için en az 10 dakika gereklidir. Ayrıca her lokmadan sonra, çatalınızı ve bıçağınızı bırakmak yemek yeme hızınızı azaltmanıza yardım eder. 
  4. Daha çok su, daha az yemek 
  Su içmek için susamayı beklemeyin. Su tüketiminiz arttıkça iştahınızı daha rahat kontrol altına aldığınızı göreceksiniz. Ayrıca su, aldığınız besinlerin termik etkisini artırarak daha fazla enerji harcamanıza yardım eder. Su içmek öğrenilebilen bir alışkanlıktır. Su içmeyi sevmiyorsanız; suyun içine meyve dilimleri atarak içmeyi deneyin. Ya da içmekten keyif alacağınız su ısısını keşfedin. Belki daha soğuk ya da daha sıcak suyun tadını sevebilirsiniz. 
  5. Stresinizi egzersizle atın 
  Stresten tamamen uzaklaşamadığımıza göre, atmanın yollarını bulmalıyız. En güzel yolu da hayatımıza sevdiğimiz egzersizi katmak. Ancak ağır egzersizler yapmaya çalışmayın, gerçekleşmesi zor hedefler belirlemeyin. Sadece kendinize yeni bir stres kaynağı yaratırsınız. Onun yerine uygulayabileceğiniz değişiklikler yapın. Doğada yürümeyi deneyin, hem ruhunuzu, hem bedeninizi besleyin. Vaktiniz yoksa en azından evde dans etmeyi deneyin. 
  6. Yiyeceklere duygusal anlamlar yüklemeyin 
  Bazı insanlar mutlu olunca, mutsuz olunca, yalnız hissettiğinde yani duyguları baş edemediği noktaya gelince yemeye yönelir. Aslında gerçekte aç oldukları için yemezler. Siz de bunlardan birini yaşadığınızda yemek yiyorsanız, yemek yerine kendinize başka bir aktivite bulun. Mesela şarkı söyleyin, müzik dinleyin. 
  7. Başka bir şeyle ilgilenirken yemek yemeyin 
  Televizyon izlerken ya da çalışırken yemek yerseniz ne yediğinizin ve ne kadar yediğinizin farkında olmazsınız. Hatta doyduğunuzu bile anlayamazsınız. Yemek saatinde sadece yemek yiyin. 
  8. Dolap temizliği yapın 
  Evinizi sizi yoldan çıkaran, kalori değeri yüksek, besin değeri düşük yiyeceklerden arındırın. Onun yerine sağlıklı besinlerden oluşan yeni bir dolap hazırlayın. Atıştırma alışkanlığınız varsa sağlıklı atıştırmalıklar olan kuru meyve, leblebi ve tarhana cipsi bulundurun. Ama bunların da miktarlarına dikkat edin. 
  Buzdolabına yaptığınız temizliği giysi dolabınızda da mutlaka yapmalısınız. Kilo verdikten sonra eski kilonuza göre olan büyük giysilerinizi mutlaka verin. O kıyafetleri vermediğinizde bilinçaltınız 'tekrar kilo almak' isteyebileceğinizi düşünüyor. 
  9. Kahve randevusu verin 
  Dostlarınızla buluşmalarınızı ya da iş toplantılarınızı yemekte değil kahve ya da çay içerek yapın. Eğlence için yemek yerine, sinemaya, tiyatroya ya da dansa gidin.
10. Ulaşmak istediğiniz görüntünüzü hayal edin 

24 Nisan 2013 Çarşamba

Yetişmeyen işlerin hastasıyım!


Uzmanların kimi konsantrasyon bozukluğu, kimi işkoliklik, kimi ise hiperaktivite olarak adlandırıyor. Günümüz insanının en sık karşılaştığı rahatsızlıklardan biri yetişememe/yetiştirememe kaygısı. ‘Bu rahatsızlık bende de var.’ diyorsanız korkmayın, yalnız değilsiniz! Zira işin ehli psikologlar bile aynı dertten muzdarip.
Hafta sonu tatili. Evdesiniz. Yetiştirme kaygısı güttüğünüz hiçbir işiniz yok. Ayaklarınızı uzatmış bir yandan çayınızı yudumluyor diğer yandan gazete okuyorsunuz. Bu arada iç sesiniz size bir şeyler mırıldanıyor: “Zaman kaybediyorsun, kitap okuman lazım!” Bu sese daha fazla ayak diretemiyor ve gazeteyi bir yana bırakıp kitap okumaya başlıyorsunuz. Beş on sayfa derken iç ses yeniden devreye giriyor: “Sevdiklerine hiç zaman ayırmıyorsun, oturmuş yalnızca kendin için bir şeyler yapıyorsun. Tek sorumluluğun kendin değilsin!”
İç ses bir kez daha mağlup ediyor sizi ve kalkıp yine söyleneni yapıyorsunuz. Ama değişen bir şey olmuyor. Huzursuzluk ve eksiklik hissi zerre azalmıyor. İçinizde hep bir yetişememe bir şeyleri yetiştirememe kaygısı. Tam odaklandım bismillah derken zihniniz sizden bir adım önde hareket ediyor sanki. Bir diğerini yapamamış olma sancısını çoktan içinize oturmuş bile. Ondan ona derken akşamı ediyorsunuz. Kafanızı yastığa koyduğunuzda bugünden size kalan tek duygu pişmanlık oluyor.
Hepsini yapayım derken hiçbir işi doğru dürüst yapamamış olmanın vermiş olduğu bir pişmanlık bu. Aynı zamanda başkalarına keyif veren meşgalelerin sizde neden iç huzursuzluğa dönüştüğünü bilememenin sıkıntısı. Uzmanlar bunun bir rahatsızlık olduğu konusunda hemfikir olsalar da her biri farklı şekilde adlandırıyor. Kimi konsantrasyon bozukluğu, kimi hiperaktivite kimisi ise işkoliklik kimisi ise yetişememe sendromu diyor. Adı ne olursa olsun uzmanların ortak görüşü, bu kimselerin profesyonel bir destek alması gerektiği.

‘Her faaliyeti zaman kaybı gibi görürler!’

Mehtap KAYAOĞLU (Psikolojik danışman &Psikoterapist):Bu durum psikolojik bir rahatsızlıktır. Biz buna işkoliklik diyoruz. İşkoliklik, kişinin hayatındaki pek çok aktiviteyi ihmal ederek sadece işiyle uğraşması halidir. Her insanın değişikliğe, farklı işlerle uğraşmaya, farklı sosyal ilişkiler yaşamaya ihtiyacı vardır. İşkolikler diğer insani ihtiyaçlarını bir kenara iterler ve sadece çalışarak kendilerini var ederler. Çalışmadıkları zaman, bir şeyleri eksik yapıyorlarmış duygusuna kapılırlar.

Genellikle işkolik anne-babaların çocuklarında da sosyal öğrenme yoluyla görülebilir. Nefes almadan çalışmayı maharet sayıyoruz. Ayrıca mükemmeliyetçi ve bağımlı kişilikler asla eksik kabul etmezler. İşlerini iyi yapmak için her dakikayı değerlendirirler. Birazcık ara verecek olsalar suçluluk duyarlar. Mola verdiğinde suçluluk duyan insanlar uyku, yemek, sohbet, eğlence, dinlenme gibi en insani ihtiyaçlarını bile gerçekleştirmedikleri için genelde yalnızlaşırlar. Çevreleri kalabalık görünür ama gerçek dostluklara zaman ayırmadıkları için iç dünyalarında yalnızdırlar. Kendi ailelerinden bile uzaklaşırlar. Ev halkı bu durumdan şikâyet edecek olursa, aslında onlar için çalışıp durduklarını dile getirirler. Ev halkıyla evde zaman geçirecek olsalar, sanki bir şeyleri eksik yapmışlar gibi duygulara kapıldıkları için, davranışlarına yansıyan bu duygu, aile bireylerini de rahatsız etmeye başlar. Bir şeyleri unutmuşluk duygusu tedirgin olmalarına neden olur. Kafa dinlemek için yapılan her faaliyeti zaman kaybı gibi algılarlar.
Genellikle her meslek alanında görülmekle birlikte, sağlık, medya, tekstil ve bilgisayar/bilişim sektöründe daha fazla karşılaşıyoruz gibi. İtiraf etmem gerekirse kendimde bile görüyorum bazen. Yıllardır aktif olarak çalışmaya ve sürekli ofis ortamında terapi yapmaya, terapi dışındaki zamanlarımda yazı yazmaya öyle çok alışmışım ki, boş bir günümde hiçbir iş yapmadan evde oturduğumda sanki bir şeyleri unutmuşum, aklımdaki bir şeyi yapmamışım, o günü boşa geçirmişim gibi duygulara kapılıyorum. Sonra düşününce fark ediyorum ki hayır, eksik bir durum yok! Her şey yolunda. Yoğunuz evet ama hiç olmazsa günün belirli kısmını dinlenmeye, arkadaş sohbetlerine, sinemaya, yürüyüşe ayırarak kendimizi dinlendirmeliyiz. Ben öyle yapıyorum. Ölüp gidersem ne olacak? Bitmek tükenmek bilmeyen işleriniz, siz ölünce ne olacak? İllaki birileri sizin yerinize bu işleri yapacak. Öyleyse siz niçin hayattayken hayatta olmanın diğer sosyal ve keyifli nimetlerinden istifade etmeyesiniz.

‘Aceleci, kaygılı, takıntılı kişilerde sık görülür’

Vahdettin Yaşar (Psikolojik danışman):Günlük yaşantımızda dikkatimizi dağıtan, enerjimizi azaltan çok fazla gereksiz uyarıcıya maruz kalıyoruz. Bu durum zihnimizi etkiliyor. Örneğin televizyon izliyorsunuz, bir yandan Facebook’ta gelen bildirimleri kontrol ediyorsunuz, bir yandan da aklınız bitirmeniz gereken başka bir işte. Zaman zaman kendim de aynı sorunu yaşıyorum. Bakın şu an bir seminerdeyim, aklım eşim, çocuklar ve işyerinde. Acaba ne yapıyorlardır demekten kendimi alamıyorum. Bu da konsantrasyonunuzu etkiliyor. Daha çok çocuklarda rastladığımız bu sorun günümüzde yetişkin bireylerde dikkat eksikliği şeklinde görülüyor.

Konsantrasyon bozukluğu ya da yoğunlaşamama ya da dikkat dağınıklığı, pek çok kişinin dert yandığı, çağın problemi olarak tanımlanabilecek bir konudur. Tedavi edilmezse kişinin eğitim, iş ve aile hayatını olumsuz etkilediği gibi arkadaşlık ilişkilerinin bozulmasına da neden olur.
Eğer bir kişide yaptığı işe kendini verememe, yaptığı işi bitirme güçlüğü yaşama, o an uğraştığı işten başka şeyler düşünme, sık sık dalıp gitme, ders çalışma, kitap okuma gibi alanlarda uzun zaman geçirememe, sıklıkla eşya kaybetme vb. gibi sorunlar görülüyorsa kişi muhtemelen konsantrasyon bozukluğu yaşıyor demektir. Bu bazı psikolojik hastalıklarda ya da kullanılan ilaçların yan etkileri olarak görülebildiği gibi  yapılmakta olan işi isteksiz yapmaktan da kaynaklanabilir.
İlginin başka bir alana kayması ya da gerçekte başka bir yerde olma isteği bunlara sebep olabilir. Aile yaşamındaki olumsuz olaylar, duygusal açıdan yaşanan sorunlar konsantrasyon bozukluğuna sebep olur. Yeteneklerini ve zihinsel aktivitelerini yeterince kullanamamasına sebep olur. Aceleci, kaygılı, takıntılı ve stresli insanlarda konsantrasyon sorunu ile daha sık karşılaşılır. Hatta başarı odaklı kişilerde başaramama kaygısı ile yapacağı işe konsantre olamamaktadır. Böyle bir sorunla karşı karşıya kalan birey öncelikle bir uzmandan yardım almalıdır. Aksi takdirde bireyin hayat standardı düşecektir.

‘Fazla görev ve sorumluluk bu durumu tetikleyebilir’

Osman Abalı (Psikolog):Mükemmeliyetçi her şeyi çok iyi yapmak isteyen, başarı konusunda çok hassas, yapamadıkları şeylere çok üzülen, kaygılı ve aynı zamanda hiperaktivite eğilimli, aceleci, sabırsız her şeyden çabuk sıkılan, ayrıntıcı, hareketli ve görsel konulara eğilimli kişilerde daha sık görülür. Kişi birçok iş ve görevi yapmak ister ama bir işe başladığında hemen başka bir şey aklına gelir ve onun da tamamlanması gerektiğini düşünür. Bu şekilde planlamada güçlük çeker. Bu kişilerde dağınıklık, huzursuzluk ve başladığı işleri yarım bırakma söz konusudur. Buna bir rahatsızlık demeyelim ama normal sınırları aşmış hafif düzey problemler diyebiliriz. Eğer günlük hayatı çok etkiliyorsa o zaman rahatsızlık boyutuna girer ve müdahale gerekir. Tedavisi mümkündür, ama mizaç özelliği olduğu için davranışçı yaklaşımlarla terapi alması gerekir. İlaç tedavisi bile kullanılabilir. İlgi dağınıklığı artışı görsel araç gereçleri kullanma ile artar. Kişinin zihnini toparlaması, yapması gerekene odaklanması gerekir. Bu açıdan başladığı işi bitirme gibi bir hedef belirlenmelidir.

23 Nisan 2013 Salı

Teknoloji bağımlılığı kişilik bozukluklarına yol açabilir


Sakarya Üniversitesi (SAÜ) Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Ali Arslan, teknoloji bağımlılığının kişilikte bozukluklar meydana getirebileceği uyarısında bulundu.

 Ali Arslan, Cihan Haber Ajansı (Cihan) muhabirine yaptığı açıklamada, pek çok faydaları bulunan cep telefonu ve bilgisayar gibi teknolojik ürünlerin aşırı kullanılmasının insani özelliklerde bir takım erozyonlar oluşturabileceğini kaydetti.
        Teknolojinin kullanımının mutlaka dengelenmesi gerektiğini ifade eden Arslan, "İnsanlar teknolojiye karşı çıkamıyor. Teknolojinin pek çok faydaları var. Ancak aşırı yoğun bir kullanım olursa insani özelliklerimizde bir takım erozyonlar meydana gelebiliyor. Birbirimizden uzaklaşabiliyoruz. Her gün bilgisayarın başında oturup adeta esir durumuna gelebiliyoruz. Burada kullanımı dengelemek lazım. Teknoloji işlerimizi kolaylaştırıyor, basitleştiriyor, hızlandırıyor. Ama insan olduğumuzu da unutmamak gerekir. Belki bunu bilinçli bir çabayla gerçekleştirirsek çok daha güzel olabilir. Bilgisayar başında zamanımızı geçirirken dostları da ihmal etmemeliyiz. Anne, babamıza, arkadaşlarımıza, çocuklarımıza, ailemize zaman ayırabilmeliyiz. Eğer bu dengeyi kurabilirsek hem teknolojinin nimetinden, güzelliklerinden faydalanmış oluruz. İşlerimiz hızlanmış ve kolaylaşmış olur. Hem de ilişkilerimizi, normal bir düzen içerisinde tutmuş oluruz." dedi.
        Artan cep telefonu kullanımının yüz yüze iletişimi azalttığını kaydeden Arslan, yüz yüze iletişimin bir alternatifinin bulunmadığını dile getirdi. Mesaj göndermekle meselelerin hallolmadığını vurgulayan Arslan, şunları söyledi: "Gençler kendilerini bir selin, bir akıntının önüne kaptırmış gibi olmaması lazım. Sadece bir tek şeye bağlı kaldığınız zaman bu insanı bağımlı hale getirir. Kişilikte de bir takım bozukluklar meydana gelebilir. Günün 10 saati internetin başındaysanız insanlardan yavaş yavaş uzaklaşıyorsunuz demektir. Mesaj göndermekle meseleler hallolmuyor. Telefon ederek konuşabiliriz. Ancak mutlak suretle belli zamanlarda bir araya gelmek lazım. Yüz yüze etkileşim içerisinde bulunmak lazım. Hiç bir şey yüz yüze iletişim kadar kuvvetli değildir. Bu zaman zaman yapılır. Gönül bağları devam ederse teknolojiyi kullanmakta her hangi bir sakınca yok. Ama tamamen kopartırsanız burada negatif durumlar, daha baskın olmaya başlıyor. Ama denge kurulursa o zaman işlerimiz hızlanmış olur. Aile içi iletişim, arkadaşlık bağlarımız, dostluk bağlarımız da varlığını devam ettirmiş olur."
        Yüz yüze iletişimin kişiliklerinin oluşmasında önemli rol oynadığına vurgu yapan Arslan, "İşlerin içerisine duygularında karışması lazım. İnsanın bir düşünce boyutu var. Aynı zamanda duygu boyutu da var. En çok sevdiğimiz insanlar duygusal olarak bağlandığımız insanlar. Atasözümüz 'gözden ırak olan gönülden de ırak olur' diyor. Siz mesaj gönderirken duygularınızı işin içerisine yeterince koyamıyorsunuz. Ama yüz yüze geldiğiniz zaman bir paylaşım olduğu zaman zihinde bir iz bırakıyor. O sizin ruh dünyanıza, düşünce dünyanıza katılmış oluyor. Yüz yüze iletişimin hiç bir alternatifi yok bu yüzden. Olumsuz alışkanlıklar zaman içerisinde bizde bir davranış ve karakter haline dönüşüyor. 

17 Nisan 2013 Çarşamba

Tansiyon, kalp, kansızlık gibi hastalıklar vertigoya sebep olabilir


Çağın hastalığı olarak bilinen vertigonun dikkat edilmesi gereken bir hastalık olduğunu belirten Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Kulak Burun Boğaz Ana Bilim Dalı ve Cerrahi Tıp Bölümleri Bölüm Başkanı Prof. Dr. Sefa Dereköy, kalp hastalıklarının vertigoya sebep olabileceğini söyledi.
 Vertigonun baş dönmesi olduğunu söyleyen Prof. Dr. Sefa Dereköy, "Vertigo, rotatuar dediğimiz bir şekilde baş dönmesidir. Baş dönmelerinde bir dengesizlik hissi de olabilir. Vertigo bir semptomdur, bir belirtidir. 'Vertigomuz var' dediğimizde, 'Başımız dönüyor' anlamına gelir. Baş dönmesi dediğimizde denge sistemi giriyor. Başta beyin, beyincik, kalp, iskelet ve kas sistemi bölgelerinden gelen uyarılar ve boyun bölgesi dengeyi yönetiyor. Tansiyon düzeni ve nihayet iç kulak dengeden sorumlu. Dolayısıyla bir baş dönmesi ile karşılaştığımız zaman bütün bu sistemleri gözden geçirmek lazım. 'Başım dönüyor, o halde kulak hastasıyım' demek oldukça zor. Bütün bu sistemler gözden geçirildikten sonra eğer bir hastalık çıkmazsa KBB'de neler olabileceğine bakıyoruz ve gereğini yapıyoruz. 

16 Nisan 2013 Salı

Dikkat! Çocuklar 'siber zorbalık' kıskacında


Sanal ortamda ‘küçük düşürücü saldırı’ anlamına gelen siber zorbalık, gençler arasında hızla yayılıyor. Bu tehlike yüzünden birçok öğrenci psikolojik çöküntü yaşarken okulu bırakan, intihara kalkışanlar bile var. Lise öğrencileri arasında yapılan bir araştırmaya göre,  siber zorbalığa başvuranların oranı yüzde 28’e ulaştı.
İnternet hayatın her alanına yayılırken birçok yeni zararı da ortaya çıkıyor. Bunların başında gelen siber zorbalık, iletişim teknolojilerini kullanarak kişileri sürekli rahatsız ve alay etme, küçük düşürücü sözlerle hayatlarını zorlaştırma, fotoğraflarını izinsiz kullanma, sahte isimle sosyal paylaşım sitelerine üye olma, kişiler hakkında dedikodu yayma gibi birçok yolla yapılan eylem. Türkiye’de siber zorbalık yapma oranı yüzde 28’e, maruz kalma oranı ise yüzde 30’a ulaştı. Bu oran Belçika’da yüzde 18, Amerika’da yüzde 21. Bu yüzden birçok öğrenci psikolojik çöküntü yaşarken aralarında okulu bırakan ve intihara kalkışan da var. 14-19 yaş arasında lisede okuyan 227 öğrenciyle bir anket yapan ODTÜ Eğitim Fakültesi Eğitim Bilimleri Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Özgür Erdur Baker, bu kavramın Türkiye için çok yeni olduğunu fakat gittikçe yaygınlaştığını belirtiyor. Prof. Dr. Kürşat Çağıltay da mücadele için bilinçlendirme çalışması yapılması ve çocukların sanal dünyada korunmaya yönelik becerilerinin geliştirilmesi gerektiğini ifade ediyor. Uzmanlar, çocuğu siber zorbalığa maruz kalan ailelere “Sorunu kendiniz çözmeye çalışmayın, resmî mercilere başvurun.” tavsiyesinde bulunuyor. Ayrıca çocukların internet kullanımının yakından takip edilmesi öneriliyor.
Siber zorbalığı uzun süre fiziksel ortamda yapılan akran zorbalığının uzantısı diye düşündüklerini kaydeden Baker, şu önemli noktalara dikkat çekiyor: “Bir baktık ki internet ortamının kendine özgü çok farklı dinamikleri var. Mesela kimliklerini saklayabiliyorlar, birisiyle ilgili hazırladıkları web sayfasını ya da tehditleri arşivleyebiliyorlar, tekrar tekrar buna ulaşabiliyorlar. Birisine zorbalık için kalkıp okula gitmesine gerek yok. Evde pijamayla otururken de birisine zarar verebiliyor ve bunun karşısında da yakalanma korkusu, bir cezası yok.”
Türkiye ile diğer ülkelerdeki çocukların siber zorbalık olarak tabir edilen tavırlarının farklılık gösterdiğini anlatan Doç. Dr. Baker, “Diğer ülkelerdeki çocuklar daha çok internetten dedikodu yayma, başkaları hakkında utandırıcı web sayfaları yapma yaygınken bizde şifre ele geçirme, başkalarının hesabını ele geçirme durumları söz konusu.” diyor. Araştırmalara göre erkek öğrencilerin, kızlara göre daha fazla risk altında olduğunu söyleyen Baker, “Siber zorbalık yapan çocukların arkadaşları tarafından dışlanmış, sevilmeyen, kaba ve düşüncesiz, kendini beğenmiş ve empati kurma becerisine sahip olmayan kişiler olduğu belirlenmiştir. Siber zorbalık mağdurlarının ise ya fazla içedönük ya da dışadönük, dikkat çekici bir kişiliği olduğu görülmüştür.” ifadelerini kullanıyor.
Baker, “Çocuklar niye bunları yapıyor?”sorusu-nuysa şöyle cevaplıyor: “Öncelikle bunu, karşıdakine verdiği zararın etkisini göremiyorlar ve şaka olarak düşünüyorlar. İkincisi akran zorbalığı kapsamında bir güç gösterisi ve daha popüler olmak için yaparlar. Daha çok fiziksel güçten ziyade kim internete daha iyi kullanıyorsa, kim bilgisayarı daha iyi kullanıyorsa güç dediğimizde artık siber zorbalıkta onu düşünüyoruz. O yüzden fiziksel ortamda zorbalığa maruz kalan bazı fiziksel olarak zayıf olan çocuklar, siber ortama girdiklerinde intikam almak için de bunu yapıyorlar.” diye konuşuyor.
Yaptıkları çalışmalarda siber zorbalığın yalnızlık ve depresyonla ilişkisine baktıklarını anlatan Baker, çocukları bekleyen tehlikelerin altını çiziyor: “Siber zorbalık kurbanı olan çocuklarda depresyon görülme sıklığı daha fazla, yalnız çocuklar bunlar. Kendini dışlanmış hissediyorlar, okulu bırakıyorlar, intihar eden çocuklar bile var. En büyük risk de aslında yaş küçüldükçe internet kullanma becerisi artıyor, yani genç yaştaki çocuklar daha iyi bilgisayar kullanabiliyor. Bu da büyük bir tehlike, o yüzden neler yapacağız, nasıl yapacağız, onlara nasıl öğreteceğiz derken yetişkinlerin ‘ben internet kullanmıyorum, cep telefonu kullanmıyorum’ deme lüksleri kalmıyor.”
Siber saldırı bir suçtur!
 Zorbalık içeren mesajları okumayın, beğenmeyin, başkalarıyla paylaşmayın.
 Yazdıklarınızın karşı tarafı incitebileceğini, depresyona sokabileceğini düşünün.
 Kişilerin yüzüne söyleyemediklerinizi, sanal ortamda da söylemeyin.
 Siber zorbalığın bir suç olduğunu, şikâyet halinde ceza alabileceğinizi unutmayın.
 Gerçek hayatta nasıl davranıyorsanız, sanal ortamda da öyle davranın.
 Siber zorbalık ihbar hattı: siber.izmir@egm.gov.tr
Sanal âlem, kişilik bozukluğu ve intihara neden oluyor
Bilgi Teknolojileri Uzmanı ve Bilgi Güvenliği Uzmanı Onur Oktay ise teknolojinin hızla ilerlemesiyle zorbalığın sanal âleme taşındığını söylüyor. Oktay, ‘siber zorbalık’ adını alan internet ortamındaki saldırı ve tehditlere şöyle dikkat çekiyor: “Bu durum öyle boyutlara ulaştı ki, kullanıcıları paranoyaya bile sürüklüyor. Sosyal ağ kavramının ve mobilitenin yaygınlaşmasından dolayı gençler ve çocukların elinde gördüğümüz telefonlar tehlikeli hale geliyor. Yaptığım bir araştırmaya göre birçok veli, çocuklarının bilgisayarına güvenlik amaçlı antivirüs yazılımı kuruyor. Fakat telefonundan internete girmesine karışmıyor ve kontrol etmiyor. Akıllı telefonların yüzde 70’inde antivirüs yer almıyor. Dolayısıyla telefonları kullanan gençler ve çocuklar da direkt olarak internetin tehlikeli sularına korunmasız olarak çıkıyor. 

13 Nisan 2013 Cumartesi

Ninni, uyku bozukluğuna iyi geliyor


Müziğin, akut ya da kronik uyku bozuklukları tedavisinde uyku kalitesini yükselttiği ortaya çıktı.
Çinli araştırmacılara göre özellikle ninniye benzeyen, yavaş, yumuşak ve rahatlatıcı melodiler, uyku  bozukluğunda ve merkezi sinir sistemi üzerinde etkili oluyor. Bilim adamları, farklı ülkelerde 18 yaşın üstündeki üniversite öğrencilerini, sığınma evlerinde kalan kadınları, yeni ameliyat olmuş hastaları müzik terapisine tabi tuttu. Asyalı katılımcılara kendi ülkelerinin geleneksel müzikleri, Avrupalı katılımcılaraysa klasik Batı müziği dinletildi. Kullanılan müziğin temposu dakikada 60-80 vuruşu geçmedi. Araştırma sonunda kültürel ve coğrafi farklılıklara rağmen müzik-uyku ilişkisinin son derece tutarlı olduğu görüldü. ankara aa

9 Nisan 2013 Salı

Ölüm riskini azaltıyor


ABD 'deki Harvard ve Washington Üniversitelerinden bilimadamlarının yaptığı araştırma, kanında, özellikle somon gibi bazı balıklarda çokça bulunan Omega 3 yağ asidi fazla olan 65 yaş ve üzerindeki kişilerin ortalama 2,2 yıl fazla yaşadığını, bu kişilerin ölüm riskinin yüzde 27'ye kadar azaldığını gösterdi.

Araştırmaya imza atanlardan Dr. Dariush Mozaffaris , uzun zamandır Omega 3 bakımından zengin balıklarla beslenmenin sağlıklı olduğunun düşünüldüğünü ancak yaşlılara olumlu etkisine ilişkin az araştırma bulunduğunu belirtti.

Araştırmada bilimadamları, kanda yeterli Omega 3'ün bulunmasının, kalp-damar sağlığı açısından önemli olduğunu bir kez daha vurgulayarak, “kalan yaşam süresini uzatabileceğine” dikkati çekti.

Bilimadamları, bu sonuçlara ABD'de 65 yaş ve üzerindeki yaklaşık 2 bin 700 kişiye ait 16 yıllık verileri inceleyerek vardı. “Annals of Internal Medicine” dergisinin internet sitesinde yayımlanan araştırmada, Omega 3 içeren balık yağı hapları dikkate alınmadı.

7 Nisan 2013 Pazar

Bu hatayı hepimiz yapıyoruz!


Hipertansiyon ve Ateroskleroz Derneği Başkanı Prof. Dr. Serap Erdine, evlerdeki tansiyon ölçüm cihazları konusunda vatandaşları uyararak,''Bilek ölçümleri hastanın yaşına, hava koşullarına, pozisyonuna göre değişiklikler göstermekte ve yanlış sonuçlar verebilmekte. Bu nedenle bilekten ölçüm cihazlarını hiçbir şekilde kabul etmiyoruz'' dedi.

10. Akdeniz Hipertansiyon ve Ateroskleroz Kongresi için Antalya'da bulunan Erdine,  yaptığı açıklamada, hipertansiyon hastası sayısında son yıllarda artış olduğuna dikkati çekti. İnsanların geçmişe oranla daha az hareket ettiklerine değinen Erdine, değişen yaşam koşullarının hipertansiyon görülme sıklığını da olumsuz etkilediğine işaret etti.

Erdine, stres, aşırı tuz alımı ve kilo alımının kan basıncını artırdığını belirterek, ''Hipertansiyonun ülkemizde görülme sıklığı yüzde 20. Ancak 45-50 yaştan itibaren bu oran yüzde 50'lere ulaşmakta'' diye konuştu.

Erdine, şöyle devam etti:

''Steteskopla ölçülerek yapılan ölçüm aletleri cıvalı. Ancak Avrupa Birliği ülkelerinde cıva, zararları nedeniyle yasaklanmış durumda. Hastanın el sıkma hareketi yapmadan, doğrudan doğruya koldan ölçüm yapan cihazları öneriyoruz. Bilekten ölçümleri önermiyoruz. Çünkü bilek ölçümleri hastanın yaşına, hava koşullarına, pozisyonuna göre değişiklikler göstermekte ve yanlış sonuçlar verebilmekte. Bu nedenle bilekten ölçüm cihazlarını hiçbir şekilde kabul etmiyoruz.''

Ev ölçüm cihazlarının ''oyuncak haline getirildiğini'' savunan Erdine, tansiyonun tercihen sabah saatleri olmak üzere günde bir kere ölçülmesi ve arka arkaya ölçüm yapılmaması gerektiğini kaydetti.

1 Nisan 2013 Pazartesi

Sıfır kalorili şeker otu diyabetlilerin umudu oldu


Anavatanı Paraguay ve Brezilya olan, şekerden 30 kat daha tatlı stevia (şeker otu), Türkiye’nin iklim şartlarına uyum sağladı.
İlk deneme üretimi 2009 yılında Antalya’da başlayan bitkinin adaptasyon çalışmalarından olumlu sonuç alındı. Ardından İzmir ve Antalya’da tarımı yapılmaya başladı. Stevianın kuru yaprakları şekerden 30 kat, sıvı ekstresi ise 250 ile 300 kat daha tatlı. Bitkinin en büyük özelliği, kalori içermemesi. Bu sayede yiyecek ve içeceklerde suni tatlandırıcıların yerine kullanılıyor. Taze, kurutularak veya sıvı konsantre halinde kullanılabiliyor. Bakımı iyi yapılan bir fideden, 80 ile 120 gr. kuru yaprak elde edilebiliyor. 1 gr. kurutulmuş stevia, 50 gr. şekere eşdeğer. Stevia, diyabet ve kan şekerini düzenliyor. Dişler üzerinde plak gelişimini önlüyor ve durduruyor. Vitamin ve mineral kaynağı. Vücudun daha fazla kalsiyum emmesini sağlıyor ve hipertansiyonu önleme etkisi var. Antalya’nın Serik ilçesinde 60 dekar alanda stevia yetiştiren Agma Tarım Genel Müdürü Metin Azizoğulları, “Doğal tatlandırıcı olan stevia, şekerin tek alternatifi. Japonlar, bu bitkiyi 30 yıldır şeker yerine kullanıyor.