Bediüzzaman, materyalist düşüncenin, fikir hayatını hâkimiyeti altına aldığı, komünizmin en çılgın dönemini yaşadığı, dünyanın en bunalımlı, en karanlık, en sıkıntılı günlerden geçtiği çok tali'siz bir zaman diliminde, iman ve ümit tüten eserleriyle, sarsıntı üstüne sarsıntı yaşayan insanımıza Hızır çeşmesine giden yolları gösterdi ve gezdiği her yerde yığınlara hep 'ba'sü ba'del-mevt' üfledi.
Bediüzzaman, iman ve ümit tüten eserleri ile küfür dünyasına karşı en güzel şekilde mücadele etmiştir. O, yeri geldiğinde cephede bir nefer olmuş, yeri geldiğinde en seçkin din adamlarının içerisinde bir ilim ve fikir adamı olarak toplumu irşat etmiştir. Korkmadan, yılmadan doğru bildiği hakikatleri dâhilî ve hâricî düşmanlara karşı seslendirmiştir. Onun davasını anlamaya katkı sağlamak için kaleme alınan bu makalede, Anglikan Kilisesi'ne vermiş olduğu veciz cevap üzerinde durulacaktır. Ayrıca Bediüzzaman'ın İngilizlerle mücadelesi hakkında kısa bilgi verilecektir. Burada öncelikle Anglikan Kilisesi nasıl bir kilisedir? Bediüzzaman bu sorulara neden muhatap olmuştur? Soruları nasıl cevaplandırmıştır… vb. sorulara cevap vermek gerekmektedir.
Genel özellikleri ile Anglikan Kilisesi
Hristiyanlık Katolik, Ortodoks ve Protestan olmak üzere üç büyük mezhebe ayrılır. Anglikan Kilisesi, hem Katolik hem de Protestan özelliklere sahiptir. Bu kilise, Avrupa'daki reform sürecinde oluşturulmuş, millî (İngilizlere has) bir kilisedir. Fakat milli kilise zamanla "evrensel kiliseye" dönüşmüş ve bu kilise sadece İngiltere'ye değil, bütün dünyaya yayılmıştır. Günümüzde dünya üzerinde 80 milyondan fazla mensubu bulunmaktadır. Türkiye'de faaliyetlerine aktif olarak devam eden Anglikan Kiliseleri, İzmir, İstanbul ve Ankara'da bulunmaktadır.
Anglikan Kilisesi diğer kiliselerden farklı özelliklere sahiptir. Meselâ kilisenin başı bir din adamı değil, İngiltere Kralı'dır. Kilise'nin önde gelen din adamları İngiltere'nin meclisinde bulunmaktadır. Kilise, ülkedeki dini uygulamaların yanı sıra özel okulları ile eğitim faaliyetlerinde ve gazeteleri ile medyada etkindir. Bu sebeplerle İngiltere'de din ve siyaset geçmişten günümüze birbirinden ayrılmaz et ve tırnak gibidir.
Bediüzzaman'ın İngilizler ile mücadelesi
İngilizler, 16. yüzyıldan itibaren İslâm coğrafyasına hâkim olmak için çalışmalar yapmışlardır. Misyonerleri, tüccarları ve diplomatları gittikleri yerlerde birer istihbarat elemanı olarak çalışmış ve buralar hakkında bilgi toplamışlardır. Dinî ve içtimâî yapı, aşiretler, din adamları ve bölgenin ileri gelenleri ile ilgili bilgiler ayrıntılı olarak çıkarılmıştır. Sonuçta plânlı çalışmalar yapılmış ve 1. Dünya Savaşı sonrasında İslâm coğrafyasında önemli birçok yer İngilizlerin eline geçmiştir.
İngiliz devlet adamlarının fikirleri ve yetişme tarzları da İslâm düşmanlığında tesirli olmuştur. Burada öne çıkan Gladstone'nun1 fikrî yapısı hakkında kısa bilgi vermek faydalı olacaktır. Gladstone, bütün siyasî hayatını Kur'ân'ı yok etmeye ve Osmanlı Devleti'ni parçalamaya adamıştır.2 Onun gibi eğitim alan İngiliz devlet adamları Helen medeniyetine hayran olarak yetiştirilmişlerdir. Bunda Eton3 gibi eğitim veren kolejlerin etkisi büyüktür. Bu kolejlerde yetişen ve sonrasında İngiltere'nin siyasetinde tesirli olan kişiler Hristiyan Avrupa Medeniyeti inşa etme gayesinde olmuşlardır.
Bediüzzaman'ın, onlarla mücadelesinin başlaması gençlik yıllarına tekabül etmektedir. O, Van Valisi Tahir Paşa'nın konağında misafirken Gladstone'un (Risalelerde İngiliz Müstemlekat Nâzırı Gladiston diye geçiyor) 1882 yılında Avam Kamarası'nda yapmış olduğu konuşmada sarf ettiği sözleri görür. Bu konuşmasında Gladstone eline Kur'ân'ı alarak: "Kur'ân Müslümanların elinde oldukça, onlara kesin olarak galip gelmemiz imkânsızdır. Ya bu Kur'ân'ı Müslümanların elinden almalıyız, ya da onları Kur'ân'dan soğutmalıyız." demiştir.4 Gladstone, bununla da yetinmemiş, Kur'ân'ı açık ifadelerle lânetlemiş ve dünya barışına engel tek şey olarak göstermiştir. Bu durum Sultan 2. Abdülhamid ve hükümet tarafından büyük bir tepki ile karşılanmıştır. Babıali, Gladstone'un hakaretlerini 8 Ocak 1895 tarihinde yaptığı bir açıklama ile kınamıştır.5 Geçmiş yıllara ait söz konusu gazete haberini Bediüzzaman okumuş ve bunun üzerine fikrî mücadelesini başlatmıştır. O, "Kur'ân'ın sönmez ve söndürülmez manevi bir güneş hükmünde olduğunu, ben dünyaya ispat edeceğim ve göstereceğim." demiştir.6 Onun bundan sonraki hayatı iki gaye üzerine şekillenmiştir. Birincisi "Kur'ân", ikincisi din ilimlerinin yanı sıra müsbet ilimlerin okutulduğu "Üniversite Projesi".7 Onun Kur'ân tefsiri olarak yazdığı Risale-i Nurlar ve Medresetü'z-Zehra ismini verdiği Van, Diyarbakır ve Bitlis'te kurulmasını istediği8 üniversite projesi bu gayenin bir sonucudur. Bediüzzaman 1907 yılında İstanbul'a gitmiştir. İlk iş olarak doğuda kurulmasını istediği üniversite ile ilgili dilekçesini padişahın özel kalem dairesi Mabeyn-i Hümayun'a sunmuş; fakat isteğine olumlu bir cevap alamamıştır. Sonrasında yaptığı bütün girişimlere rağmen üniversite projesi hayata geçirilememiştir.
Bediüzzaman'ın İngilizlere karşı mücadelesinde öne çıkan eser Hutuvat-ı Sitte'dir. İngilizlere karşı gizlice yayımlanan bu eser, âlem-i İslâm ve Türkler aleyhinde İngilizlerin sömürgecilik siyasetini, entrikalarını ve tarihî düşmanlığını neşrederek Anadolu'daki Millî Kurtuluş Hareketi'ni desteklemiştir. Hutuvat-ı Sitte, 6 adım demektir. Bediüzzaman bu eserinde şeytanın desiselerini ve onlara karşı takip edilmesi gereken çözüm yollarını göstermiştir. Burada İngiliz siyaseti; fitnekâr, ayrılıklardan istifade eden, menfaat yolunda her tür alçaklığı yapabilen, yalancı, tahripkâr ve hâriçte menfi olarak nitelendirilmektedir. İngiliz Başkumandanı'na Hutuvat-ı Sitte gösterilmiş ve Bediüzzaman'ın aleyhte olduğu bildirilmiştir. Kumandan Bediüzzaman'ın idamını emretmiş; fakat kendisine Bediüzzaman idam edilirse bütün Doğu Anadolu, İngilizlere ebediyen düşmanlık besleyeceği ve aşiretlerin ayaklanabilecekleri söylenmesi üzerine bu kararından vazgeçmiştir. İngilizler boş durmayarak Şeyhülislam'ı ve diğer bazı ulemayı lehlerine çevirmek için çalışmalar yapmışlardır.9 O dönemde Anadolu'da başlayan İstiklal Savaşı ve Kuva-i Milliye'nin aleyhine fetvalar çıkartılmıştır. Bediüzzaman bu fetvalara karşı çıkmış, Kuva-i Milliyecileri mücahit ilân ederek Anadolu'daki istiklal mücadelesini desteklemiştir.
İngilizlerin faaliyetleri bunlarla da sınırlı değildir. Onların en önemli plânı hilafetle ilgili olanıdır. Onlar, hilafeti İstanbul'dan kendi kontrolleri altında bulunan Cidde veya Mısır'a götürmeyi böylelikle bütün Müslümanları istedikleri gibi yönetmeyi istemişlerdir.10
Bediüzzaman'ın Anglikan Kilisesine cevabı
İngiltere'de Dinler Külliyatı Cemiyeti adı altında kurulan ilmî cemiyet, dinler hakkında yazılmış önemli eserlerin toplanacağı bir kütüphane kurmak istemiştir. Kuruluşun Yazı İşleri Müdürü Mr. Arthur Bouthwood da Şeyhülislâmlık makamına bir mektup göndermiştir. Dönemin Şeyhülislamı Haydarizade İbrahim Efendi'ye iletilen bu mektupta 4 soru11 bulunmaktadır. Asıl dinî geleneklere riayet etmek koşuluyla sorulara ilk önce 30 bin kelimeyle cevap istenmiş, daha sonra bu cevabın 50 bin kelimeye kadar çıkarılabileceği belirtilmiştir. Şeyhülislam, soruları cevaplaması için Daru'l-Hikmeti'l-İslâmiye heyetine göndermiştir.12 Heyet, soruların cevaplandırılması için çok detaylı ilmî çalışmalar yaptırmıştır. Heyetin 2 Ağustos 1336/1920 tarihli toplantısında, üyelerin her birinin sorulara cevap vermesi istenmiş, yazılan cevapların tashihi için de Ferit Kam Bey ve Hafız İsmail Efendiler görevlendirilmiştir. Daha sonraki toplantıda hazırlanan cevaplar okunmuş ve değerlendirilmiştir. Konuyla ilgili bir başka toplantıda Ahmet Rasim Avni Efendi'nin yazmış olduğu makale kabul edilmiştir. Sorulara verilecek cevapla ilgili yapılan son toplantıda İsmail Hakkı İzmirli'nin yazmış olduğu "El-Cevabü's-Sedid fi Beyani Dini'd-Tevhid" adlı eserin Meşihat makamına gönderilmesi kararlaştırılmıştır.13 Bu çerçevede İslâm Tetkikleri ve Telifleri Kurulu başkanı Şeyh Abdulaziz Çaviş de Arapça bir cevap yazmış14 ve sonrasında Mehmet Akif Ersoy bu eserin tercümesini yapmıştır. Böylelikle konuyla ilgili iki eser oluşmuş ve Diyanet İşleri Başkanlığı bu eserlerin basımını yapmıştır.
Heyet üyesi Bediüzzaman Said Nursi sorulara ilk önce cevap vermemiştir. Bediüzzaman, Rusya esaretinden sonra İstanbul'a geldiği dönemde Enver Paşa'nın teklifiyle 4 Ağustos 1918'te Daru'l-Hikmeti'l-İslâmiye'ye aza seçilmiş ve 26 Ağustos 1918 tarihinde Sultan Vahdettin tarafından "Mahreç" payesi verilmişti.15
Bediüzzaman, İngilizlerin İstanbul'u işgal etmeleri sonrasında gönderilen bu soruları hakaret kabul ederek "600 kelime ile değil, 6 kelime ile değil, hattâ 1 kelime ile değil, belki bir tükürükle cevap veriyorum. Çünkü o devlet, işte görüyorsunuz, ayağını boğazımıza bastığı dakikada, onun papazı mağrurane üstümüzde sual sormasına karşı yüzüne tükürmek lâzım geliyor… Tükürün o ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne" demiştir. Bediüzzaman'ın bu tavrı Müslümanca duruş ve diplomatik dilin güzel bir örneğidir. Çünkü İngiltere bu dönemde İslâm âlemini parçalamak ve Osmanlı'yı yıkmak için gizli ve açık her türlü faaliyeti yapmaktan çekinmeyen bir devlet konumundadır.
Bediüzzaman'ın İngilizlerle mücadelesi Ankara hükümetinin dikkatini çekmiş ve fikirlerinden istifade edilmek üzere Mustafa Kemal (Atatürk) Paşa tarafından Ankara'ya davet edilmiştir. Fakat Bediüzzaman "Ben tehlikeli yerde mücadele etmek istiyorum. Siper arkasından mücadele etmek hoşuma gitmiyor." diyerek daveti geri çevirmiştir. Sonrasında 3 defa şifreli davet ve eski Van Valisi, dostu meb'us Tahsin Bey'i kırmayarak Ankara'ya gitmiştir. 25 Kasım 1922'de TBMM'de resmî törenle karşılanmıştır. Fakat burada ümit ettiğini bulamamış, özellikle Meclis-i Meb'usan'ın dine karşı lâkaytlığı ve Batılılaşma temayülü onu rahatsız etmiştir. Bunun üzerine meb'usların ibadete bilhassa namaza müdavim olmalarının önemi üzerinde duran bir beyanname neşretmiştir. Çok tesirli olan bu beyanname sonrası, Bediüzzaman'a meb'usluk, Daru'l-Hikmeti'l-İslâmiye'deki eski vazifesi, Şeyh Sünusi'nin yerine doğu vilayetlerinin umumî vaizliği, 300 lira maaş ve köşk tahsisi gibi teklifler yapılmışsa da bunları kabul etmeyerek Van'daki Erek Dağı'nda inzivaya çekilmiştir.16
Bediüzzaman, daha sonra Anglikan Kilisesi'nin sormuş olduğu soruları cevapsız bırakmamıştır. "Bir zaman bî-aman İslâm'ın düşmanı, siyasî bir dessas, yüksekte kendini göstermek isteyen vesvas bir papaz, desise niyetiyle hem inkâr suretinde, hem de boğazımızı pençesiyle sıktığı bir zaman-ı elimde pek şemâtetkârâne bir istifham ile 4 soru sordu bizden. Altı yüz kelime istedi. Şemâtetine karşı: Yüzüne "tuh!" demek, desisesine karşı: Küsmekle sükût etmek, inkârına karşı da: Tokmak gibi bir cevab-ı müskit vermek lâzımdı. Onu muhatap etmem. Bir hakperest adama böyle cevabımız var." diyerek soruları cevaplamıştır.17 Bu cevap Risale-i Nur Külliyatı içerisinde yer alan Sözler Kitabı'nın sonuna eklenmiştir.
1.soru: "Hz. Muhammed'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) dini nedir?"
Bediüzzaman'ın cevabı: İşte Kur'ân'dır; erkân-ı sitte-i iman, erkân-ı hamse-i İslâm. [İslâm'ın] Esas[ı], maksad-ı Kur'ân. (Kur'ân'ın kasdettiği esas ve rükunlardır.)
2. soru: "Bu din fikir ve hayata ne vermiş?"
Bediüzzaman'ın cevabı: Fikre tevhid, hayata istikamet.
Buna dair şahidim: "Emrolunduğun gibi dosdoğru ol"18, "De ki: O, Allah'tır, gerçek ilâhtır ve birdir."19
3. soru: "Zamanımızın çeşitli sıkıntılarını nasıl tedavi eder?" (Buradaki sıkıntılar ile Avrupa'da işçi ihtilali şeklinde görülen siyasî, içtimâî ve ekonomik düzensizlikler yani kapitalizm, sosyalizm ve Bolşevizm gibi sosyal akımların meydana getirdiği kargaşalar kastedilmektedir.20 Bu soru Anglikan Kilisesi'nin gündemini yoğun bir şekilde işgal eden işçi eylemleri ve sonucunda ortaya çıkan yeni dini hareketlere çözüm arayışının bir yansıması olarak sorulmuştur.)
Bediüzzaman'ın cevabı: Hurmet-i riba, hem vücub-u zekâtla. Yani faizin yasaklanması ve zekâtın yerine getirilmesiyle mümkündür.
Buna dair şahidim "Allah faizi mahveder (faiz karışan malın bereketini giderir) faizin bereketini eksiltir"21, "Namazı hakkıyla eda edin, zekâtı verin…"22, "Allah, alış-verişi mubah; faizi ise haram kılmıştır"23.
4. soru: "İhtilâl-i beşere ne nazarla bakıyor?" (Dünyayı gerek daha iyi, gerek daha fena bir surette değiştiren siyasi ve manevi güçlere, diğer bir deyişle; bu din sosyal adaleti nasıl sağlıyor.)
Bediüzzaman'ın cevabı: Sa'y, asıl esastır. Servet-i insaniye, zalimlerde toplanmaz, saklanmaz ellerinde. Yani çalışmak esastır. Servetin âdil dağıtılması ve tekellerin engellenmesi gerekmektedir.
Buna dair şahidim "Ve insan için ancak emeğinin karşılığı vardır"24, "Altını, gümüşü yığıp Allah yolunda harcamayanlar var ya, işte onları acı bir azabın beklediğini müjdele"25 demektedir.26
Netice
Bediüzzaman'ın hayatı mücadeleler içinde geçmiştir. O, kendisine teklif edilen mükâfatlarla değil davası ile meşgul olmuş ve takipçilerine örnek bir hayat sunmuştur. Onun, Anglikan Kilisesi'nin sorularına vermiş olduğu cevaplar, İslâm'ı en veciz şekilde özetlemenin yanı sıra Avrupa'yı derinden etkileyen sosyal meselelere İslâm'ın getirmiş olduğu eşsiz çözümleri de ortaya koymaktadır. Bu çözümlerin günümüzde ekonomik, siyasî ve içtimâî olarak yeniden ele alınarak neşredilmesi gerekmektedir. Onun davasını "vahyin ışığında insanlığın eğitimi" olarak özetlemek mümkündür. Onun, Kur'ân ile ilgili gayesi Risale-i Nur Külliyatı ile meyvesini vermiştir. Bu eserler Kur'ân'ın sönmez ve söndürülmez mânevî bir güneş hükmünde olduğunu, bütün dünyaya ispat etmeye devam etmektedir. Fakat Van, Diyarbakır ve Bitlis'te kurmak istediği "Üniversite Projesi" gerçekleşmemiştir. Bu gaye onun takipçileri tarafından hayata geçirilmeyi beklemektedir.
*Araştırmacı-Yazar
mesud.menderes@yeniumit.com.tr
Dipnotlar
1 William Ewart Gladstone (1809–1898): Liberal Partili, 4 kez (1868–74, 1880–1885, 1886, 1892–1894) İngiltere Başbakanlığı yapmış, İslâm'ın ve Türklerin düşmanı olarak tanınmış İngiliz devlet adamı (Kenan Kırkpınar, Ulusal Kurtuluş Savaşı Dönemi İngiltere ve Türkiye (1919–1922), Phoenix, Ankara, 2004, s. 43).
2 Taha Niyazi Karaca, İngiltere Başbakanı Gladstone'un Osmanlı'yı Yıkma Planı Büyük Oyun, Timaş, İstanbul, 2011, s. 18.
3 Okul ile ilgili ayrıntılı bilgi için bakınız (Birol Biçer, Büyük Britanya'nın Mekteb-i Sultani'si, Chronicle, Sayı 13, İstanbul, 2009, s. 70–79).
4 "As long as this book remained with the Muslims in that country and they respected and followed it, the British would never be able to dominate them. He added that the only solution was to try and separate the holy Quran from the Muslims… " http://www.al-islam.org/gallery/kids/books/istories/8.htm.
5 Karaca, s. 302.
6 Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat, Şahdamar Yayınları, İstanbul, 2007, s. 47; Bediüzzaman Said Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybi, Şahdamar Yayınları, İstanbul, 2007, s. 82.
7 Üniversitenin özellikleri ile ilgili bilgi için bakınız (İbrahim Canan, Bediüzzaman'ın Fikri Programı Üzerine Bir Analiz, Nesil, İstanbul, 2008, s. 129–132).
8 Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası 2, Şahdamar Yayınları, İstanbul, 2007, s. 165.
9 Tarihçe-i Hayat, s. 132–133.
10 Mustafa Armağan, Abdülhamid'in Kurtlarla Dansı 2, Timaş, İstanbul, 2011, s. 143.
11 Tarihçe-i Hayat, Mektubat ve Lem'alar adlı eserlerde soruların 6 tane olduğu ve 600 kelime ile cevap verilmesi istendiği geçmektedir (Tarihçe-i Hayat, s. 133; Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Şahdamar Yayınları, İstanbul, 2007, 470; Bediüzzaman Said Nursi, Lem'alar, Şahdamar Yayınları, İstanbul, 2007, s. 217) fakat Sözler adlı eserde 4 soruya 600 kelime istendi şeklinde geçmektedir (Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, Şahdamar Yayınları, İstanbul, 2007, s. 814).
12 İsmail Hakkı İzmirli, Anglikan Kilisesine Cevap, Sadeleştiren: Fahri Unan, TDV Yayınları, Ankara, 1995, s. XLV.
13 Zekeriya Akman, Daru'l-Hikmeti'l İslamiye, DİB Yayınları, Ankara, 2009, s. 72.
14 Abdülaziz Çaviş, Anglikan Kilisesine Cevap, Çeviren: Mehmet Akif, Sadeleştiren: Süleyman Ateş, DİB Yayınları, Ankara, 1987.
15 Akman, s. 134.
16 Ayrıntılı bilgi için bakınız (Tarihçe-i Hayat, s. 133–142).
17 Bkz. Mektubat, s. 470; Tarihçe-i Hayat, s. 133.
18 Hud Suresi, 112.
19 İhlâs Suresi, 1.
20 İzmirli, s. XLVI.
21 Bakara Suresi, 276.
22 Bakara Suresi, 43/83/110; Nisa Suresi, 77; Nur Suresi, 56; Müzzemmil Suresi, 20.
23 Bakara Suresi, 275.
24 Necm Suresi, 39.
25 Tevbe Suresi, 34.
26 Sözler, s. 814–815.
http://www.yeniumit.com.tr/konular/detay/anglikan-kilisesi-ve-bediuzzaman-temmuz-2012
Popüler Yayınlar
-
Hakikate tercüman olmak kolay mı? Her söz gibi, şiir de ancak gönülden kopup geldiği, dosdoğru, samimi, katışıksız olduğu ölçüde hakikate te...
-
Yahya Kemal ve İmtidat / Yağmur - Evden Kaçan Çocuk: Yahya Kemal, 19 yaşında, beş parasız, belki tek kelime Fransızca bile bilmeye...
-
Geçen hafta Özgecan’ın hunharca öldürülmesiyle milletçe paylaştığımız acının büyüklüğü başka acılar yaşamamak için ne yapmalıyız sorusunu d...
-
Prominent figures, including the prime minister, have placed the Hizmet movement under the spotlight in election campaigns. The prime mi...
-
Türkiye’de son bir yılda 100’den fazla cinnet vakası yaşandı. Birçok kişinin hayatını kaybettiği olaylarda erkekler baş aktör olurken, mağd...
-
Çocukları üniversite, askerlik ve evlilik gibi nedenlerle evden ayrılan kimi ebeveynler, ‘boş yuva sendromu’ yaşıyor. Çocuğuna aşırı düşkü...
-
20 yıla yayılan ve 90 bin kişiyi kapsayan araştırmaya göre kan grubu AB olanların kalp hastası olma riski en yaygın kan grubu olan 0...
-
Unutarak ya da hata ile oruç bozmalarda ne yapılır? Soru: Ramazan'ın ilk günlerinde en çok maruz kalınan oruç bozmalar, unutarak yeme...
-
Huzurlu bir aile yuvasının temeli daha ilk hazırlık aşamasında atılıyor. Düğün ve ev kurma arifesindeki netameli alışveriş süreci, her iki ...
-
Birlikte oyun oynayacağı yaşıtları olan çocuk, oyun ihtiyacı yeteri kadar karşılandığında sağlıklı şekilde gelişir. Çocuk ve gençlerle oy...
30 Haziran 2012 Cumartesi
Çocuklara evde süzme yoğurttan dondurma
Sıcak havanın bunaltıcı etkisi ile çocuklar da tıpkı yetişkinler gibi kısa bir süre de olsa serinlemek için buzdolaplarına veya marketlere yöneliyorlar.
En serinletici tatlı önerisi olan dondurma, yüksek kalsiyum içeriği ile özellikle çocukların vazgeçilmezi. Ancak birçok katkı maddesi içeren ve gıda boyaları ile insan sağlığını tehdit eden hazır gıdalar yerine ev yapımı dondurmaların tercih edilmesi daha yararlı olacaktır. Bunun için annelerin lezzetli ve sağlıklı dondurmaları evde yapmalarında fayda var. Bu dondurmalar hem serinlemeye hem de yüksek oranda kalsiyum tüketimine oldukça yardımcı olmakta. Ev yapımı dondurma yapmak için çocukların sevebileceği hayvan ya da çiçek figürlü buz kalıpları ve çubukları temin edilebilir. Yüksek kalsiyum değerine sahip olan ve donduğu zaman daha katı buz kütlesi oluşturan süzme yoğurt ve taze meyveler ile birlikte hazırlanan karışımı kalıplara döküp dondurmak ile taze ve herhangi bir katkı maddesi içermeyen dondurmalar yapmak mümkün.
6 adet çubuklu dondurma yapmak için gerekli olan malzemeler; 1 su bardağı süzme yoğurt, 1 çay bardağı püre haline getirilmiş taze ya da kuru meyve, 1 çorba kaşığı bal. Arzuya göre bir miktar çikolata benmari usulü eritilerek önce buz kalıplarının içerisine az miktarda dökülebilir.
28 Haziran 2012 Perşembe
Darbeci Zihniyet ve Sultan Abdülaziz'in Katli

Son iki asırlık tarihimizde birçok defa çeşitli güçler tarafından şaşırtıcı benzerliklerle "siyasî iradeye müdahale" edildi. Bu coğrafyada yaşananları daha iyi idrak etmemizi kolaylaştıran hâdiselerden biri de, Sultan Abdülaziz'in askerî bir darbe ile tahttan indirilmesi ve katledilmesidir.
Batılı devletlerin baskısı ve içerideki muhalefetin de tesiriyle, Meşrutiyet'i ilân etmesi için 1870'li yıllarda Sultan Abdülaziz'e büyük bir baskı yapılmıştı. Devletin etnik yapısını ve gün geçtikçe tesirini artıran milliyetçilik düşüncesini göz önüne alan Sultan Abdülaziz, rejimin değişmesi taleplerine sıcak bakmıyordu. Fakat bu tavrı, adım adım onun sonunu hazırlıyordu. Güç kullanarak padişahı tahttan indirmeye karar veren Yeni Osmanlılar, bunun için bir cunta teşkil etmişti. Cuntanın, Meşrutiyet'in ilânını beklemeye tahammülü yoktu. Aslına bakılırsa, Mithat Paşa'dan başka Meşrutiyet'i dert edinen pek kimse de yoktu. Mithat Paşa ve Yeni Osmanlılar için asıl mesele, iktidar gücünü ele geçirmekti. Sultan Abdülaziz'in devlete vermeye çalıştığı çeki düzenden ve güçlü bir donanma kurmasından rahatsız olan İngiltere de, onları menfaatleri doğrultusunda kullanıyordu.
Mithat Paşa'nın köşkü, cuntacıların karargâhı olmuştu. İdarî ve askerî bürokraside mühim vazifelerde bulunan ihtilâlin beyin takımı için burası gözden uzak bir mekândı. Devletin önde gelenlerinin, bu hareketin içinde yer almaları, birçok kararsız insanı da cesaretlendiriyordu. Merkez Komutanı Süleyman Paşa, darbeden sadece bir hafta evvel Serasker Hüseyin Avni Paşa tarafından razı edilerek kadroya dâhil edilmişti. Fetvâ emini Filibeli Kara Halil Efendi de, Mithat Paşa ve Şeyhülislâm Hayrullah Efendi'nin gayretleriyle darbeden üç gün evvel ikna edilebilmişti. Paraya ihtiyaç duyan darbeciler, bunun da bir çaresini bulmuş; tahta çıkarmaya karar verdikleri ve destek aldıkları Veliaht Şehzâde Murad'ın borsacısından "mesârif" gerekçesiyle bir hayli para sızdırmışlardı. Üstelik bu parayı, darbeden sonra Sultan Abdülaziz'in mal varlığına el koyarak ödemeyi vaat etmişlerdi. Şehzâde Murad, taht değişikliğinin kan dökülmeden yapılması taraftarıydı ve amcası Sultan Abdülaziz'e bir zarar gelmesini katiyen istemiyordu.
Cunta evvelâ darbeye zemin hazırlamak için faaliyetlerde bulundu. Mithat Paşa ve yandaşlarının kışkırtmaları neticesinde medrese talebeleri tarafından 10 Nisan 1876'da bir protesto yürüyüşü düzenlendi. Mahmud Nedim Paşa kabinesinin istifası için yapılan bu yürüyüş hedefine ulaştı. Üç gün sonra gerçekleşen kabine değişikliğiyle tarihe "hal' erkânı" diye geçen ekip, devletin mühim makamlarına geldi. Mütercim Rüştü Paşa "sadrazam", rüşvet aldığı ortaya çıkan Hüseyin Avni Paşa "serasker", Mısır Hidivlerine dış borçlanma yetkisi vererek Mısır'ı İngilizlere bir nevi satan Mithat Paşa "devlet nazırı" ve Hasan Hayrullah Efendi "şeyhülislâm" oldu.
Hazırlıklarını tamamlayan cunta 30 Mayıs 1876 Salı günü sabaha karşı harekete geçti. Dolmabahçe Sarayı, Serasker Hüseyin Avni Paşa ve Süleyman Paşa komutasındaki askerler tarafından basıldı. Kansız bir şekilde tahtından indirilen ve Topkapı Sarayı'na götürülen padişah için "aklını kaybetti" diye hakkında bir hal' fetvası hazırlandı. Ama hâdiseler bununla sınırlı kalmadı ve saraydaki birçok kıymetli eşya yağmalandı. Fakat Sultan Abdülaziz'in güçlü bir istihbarat teşkilâtı olsaydı ve her şeyi göze alarak darbecilere direnseydi, belki de tarihin akışı bambaşka olabilirdi.
Gözetim altında tutulduğu üç gün içerisinde Topkapı Sarayı'nda kendisine pek de iyi davranılmayan Sultan Abdülaziz, karşılaştığı incitici muameleler sebebiyle yeğeni 5. Murad'a bir mektup yazdı. Saltanatını tebrik ettikten sonra, şartların daha müsait olduğu başka bir mekâna nakledilmesini istedi. Ancak güç kullanarak Abdülaziz Han'ı tahttan indirenler, onu öldürmeyi kafalarına koymuşlardı. Halk tarafından sevilen bir padişahın mahpus da olsa, yaşamasını kendi varlıkları açısından tehlikeli buluyorlardı. Darbeciler tedirgin olmaya başlamıştı. İhtilâlin lideri Hüseyin Avni Paşa, endişe duyanların başında geliyordu. Yalanlarla ihtilâle âlet edilen ordu ve sahih olmayan bir fetvâ ile kandırılan halk uyanmadan, Abdülaziz Han ortadan kaldırılmalıydı. Böylece tekrar padişah olması önlenecekti. Zîrâ 5. Murad'ın ruh sağlığının devleti idare edecek vaziyette olmadığı görülmüştü. Onun başarısız olması hâlinde, tahta tekrar Sultan Abdülaziz gelebilirdi.
Abdülaziz Han ve ailesi, yeni padişahın emriyle 2 Haziran Cuma sabahı Ortaköy'deki Feriye Sarayı'na nakledilirken, yine incitici muamelelere maruz kaldı. Esasında o tarihlerde tahttan indirilmiş olsa bile, hiç kimse padişaha ve ailesine böyle davranmaya cesaret edemezdi. Bu durum, geçmişten bugüne darbeci zihniyetin sergilediği cüretkârlığı ve hukuksuzluğu göstermesi bakımından önemlidir.
Bir tabur askerle koruma altına alınan sarayda geçirdiği iki gün içerisinde, Abdülaziz Han âdeta "şehadete" hazırlandı; ibadet ve Kur'ân'la meşgul oldu. Başına gelecekleri hissetmişçesine, annesi Pertevniyal Valide Sultan'la dertleşip helâlleşti. Kuzguncuk'taki yalısından Ortaköy'ü gözetleyen Hüseyin Avni Paşa'nın gözü kulağı, saraydan gelecek haberdeydi. Bütün plânlar hazırlanmıştı. Cinayet sonrası ortalığı velveleye verecek saraylı hazinedar kalfaların çığlık seslerinin Kuzguncuk sahillerinde yankılanması, ân meselesiydi. Ve acı haber 4 Haziran 1876 Pazar günü evvelâ Feriye Sarayı'nda, ardından bütün bir İstanbul'da duyuldu. O sabah Abdülaziz Han, saraydaki odasında bilekleri kesilmiş bir vaziyette bulunmuştu. Bahçıvan süsü verilerek saraya sokulan ve içeriden destek aldıkları anlaşılan katiller, işlerini birkaç dakika içinde bitirmiş ve kendilerine karşı direnen padişahın kol damarlarını intihara benzeyecek bir şekilde kesmişlerdi. Pertevniyal Valide Sultan ve Mabeynci Fahri Bey odaya girdiklerinde, bileklerinden kanlar akan Abdülaziz Han, "Allah, Allah!" diye inliyordu. Çok geçmeden Hüseyin Avni Paşa da, gösterişli Serasker kayığıyla saraya geldi. Saray halkının feryatları arasında Donanma Kumandanı Arif Paşa ile birlikte odaya girdiğinde, Abdülaziz Han son ânlarını yaşıyordu. Emir komuta zinciri içinde padişahın hall'ine giden yolu açan Avni Paşa, her zamanki soğukkanlı tavrıyla otoritesini ortaya koydu. Evvelâ kadınları ve saray erkânını odadan çıkardı. Sonra da onun emriyle Abdülaziz Han, askerler tarafından yandaki karakol binasına götürüldü ve alt katta, kahve ocağının karşısında erlerin oturduğu minderlerin üzerine yatırıldı. Sadrazam Rüştü Paşa ve Mithat Paşa'nın da karakola geldiği, hâdisenin sıcaklığını koruduğu o dakikalarda Avni Paşa: "Sultan Aziz vefat etti. Makasla bileklerini kesmiş. Şimdi doktorlar gelip rapor tutacak. Padişahımız nereyi irade buyururlarsa oraya gömeceğiz. İşi uzatmamak lâzımdır." dedi. Ardından kendi elleriyle karakol pencerelerinden bir tanesinin perdesini kopardı ve Sultan Aziz'in cesedini örttü.
Feriye Karakolu'na gelen doktorların ceset üzerinde inceleme yapmalarına müsaade edilmedi. Hazırlanan rapora imza atan doktorlardan sadece birkaçı padişahın kesilmiş bileklerini görebildi. Ölüm raporunu imzalamak istemeyen doktorlardan biri, derhal Trablusgarp'a sürüldü, diğer doktorun da apoletleri söküldü. Cenazeyi yıkayan imam efendilerin sonradan, "Sultan Abdülaziz'in iki dişinin kırık olduğunu, sakalının sol tarafının yolunduğunu, sol memesinin altında büyük bir çürüğün bulunduğunu" söylemeleri, aslında o sabah sarayda nelerin yaşandığını ortaya koyuyordu.
Şehit padişahın cenazesi, ertesi gün Enderun ağalarının ve vükelânın hazır bulunduğu mütevazı bir merasimle babası Sultan 2. Mahmud'un Divanyolu'ndaki türbesine alelacele defnedildi. Halktan çok az insan cenazeye iştirak edebildi. Zîrâ insanlar, Serasker Avni Paşa'nın gazabına uğramaktan korktukları için, evlerine kapanmışlardı. Hazin ve yürek yakıcı bir hâlde hayata veda eden bu dindar padişahı, geniş halk kitleleri hiçbir zaman unutmadı. Modernleşme çalışmalarına ehemmiyet veren Abdülaziz Han'a, ikinci bir "Yavuz" gözüyle bakılıyor ve ondan çok şey bekleniyordu. Tahttan indirildikten sonra içine düştüğü durum karşısında milletin yüreği yanmış ve hakkında türküler söylenir olmuştu. "Seni tahttan indirdiler/ Beş çifteye bindirdiler/ Topkapı'ya gönderdiler/ Uyan Sultan Aziz uyan/ Kan ağlıyor bütün cihan." mısraları halk arasında dalga dalga yayılıyordu.
Tarih kitaplarında yıllarca Sultan Abdülaziz'in, tahttan indirildikten sonra, sarayda hapis hayatı yaşamaya dayanamadığı ve sakalını düzeltmek için istediği söylenen makasla iki bilek damarını keserek intihar ettiği yazıldı. Tarihçiler arasında münakaşa mevzuu olan bu hâdise, kesin bir hükme bağlanamadı; ama birçok tarihçiye göre Sultan Abdülaziz, intihar etmemiş, öldürülmüştür. Pertevniyal Valide Sultan da, oğlunun saraya gizlice sokulan üç pehlivan tarafından öldürüldüğünü söylemiş ve intihar ettiğine hiçbir zaman inanmamıştı. Zaten bir insanın iki bileğini keserek intihar etmesi mantıken mümkün değildi.
Sultan Abdülaziz'in, hal' edildikten sonra saray fotoğrafçılarından Vasilaki Kargopulo tarafından çekilen ve yıllar sonra ortaya çıkan fotoğrafı, ölümü üzerindeki sır perdesini tam olarak kaldırmasa da, bir Osmanlı sultanına revâ görülen "aşağılayıcı" tavrı gözler önüne seriyordu. Ahşap bir sandalye üzerine oturtulan ve endişeli gözlerle etrafa bakan hüzünlü padişahın iki yanında düşük rütbeli subaylar durmuş ve bunlar, sultanın omzuna dirsek dayayarak lâubali bir şekilde poz vermişlerdi.
Abdülaziz Han'ın şehadeti sırasında üzerinde bulunan pantolonu, gömleği, hırkası, atkısı, dizliği ve iç kıyafeti, ölümünün üzerinden 131 yıl geçtikten sonra kamuoyu ile paylaşıldı. "Her şeyi, affederim. Oğlumun kanını helâl etmem!" diyen Valide Sultan, kıyafetleri sandıkta saklayarak, oğlunun ölümüyle alâkalı tarihî hakikatlerin er veya geç ortaya çıkmasını istemişti. Eşyalar arasında Sultan'ın bileklerini kestiği iddia edilen bir de "makas" vardı. Topkapı Sarayı'nın depolarında ortaya çıkan giysilerin, hâdisenin üzerinden geçen zamana rağmen kan kokması, padişahın cenazesini yıkayan imamların, "Hâlâ bileklerinden kanlar süzülüyordu, vücudunda darp izleri vardı." şeklindeki ifadelerini doğruluyordu.
Koskoca devletin bir numaralı idarecisinin otopsi yapılmadan alelacele defnedilmesi, hâdisenin delilleri ve şahitleri ortadayken adlî bir tahkikat açılmaması, hâdisenin intihar değil, bir cinayet olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. 5. Murad'ın 93 günlük saltanatının ardından padişah olan Sultan 2. Abdülhamid, amcasının ölümünün "intihar" olmadığını, tam aksine plânlı bir "cinayet" olduğunu düşünüyordu. Hâdisenin karanlıkta kalan noktalarının ortaya çıkarılmasını arzu ediyor ve bunu amcasının ruhuna karşı bir vefa olarak telâkki ediyordu. Neticede Sultan Abdülaziz'in "intihar edip etmediğini" tespit etmek, şayet bir cinayet işlenmişse faillerini ve azmettirenleri ortaya çıkarmak için 27 Haziran 1881'de meşhur "Yıldız Mahkemesi" kuruldu. Yapılan derin tahkikatlar sonrasında, İngilizlerle işbirliği yapan bazı şahısların, Abdülaziz Han'ın katlinde rol oynadıkları ortaya çıktı. Aralarında Mithat Paşa'nın da bulunduğu dokuz sanık hakkında idam kararı verildi; ama Sultan 2. Abdülhamit insaflı davranarak bunların hiçbirini tatbik ettirmedi ve idam cezalarını müebbet hapse çevirdi.
Kaynaklar
- 2. Abdülhamit ve Dönemi Sempozyum Bildirileri, Seha Neşriyat, İstanbul 1992.
- Avni Özgürel, "Darbecilik Aynı, Günlükler Değişik", Radikal, 3 Mayıs 2009.
- Ayşe Osmanoğlu, Babam Sultan Abdülhamid (Hatıralarım), Selçuk Yayınları, Ankara 1986.
- Halûk Y. Şehsuvaroğlu, "Sultan 2. Abdülhamid", Resimli Tarih Mecmuası Koleksiyonu.
- Yılmaz Öztuna, Bir Darbenin Anatomisi, Ötüken, İstanbul 1990.
- "Sultan Abdülaziz'in Öldürülmeden Önceki Son Fotoğrafı", Zaman, 5 Mart 2005.
- İşte Abdülaziz'in Kanlı Gömleği", Zaman, 16 Şubat 2007.
Tecdid-i İman ve Nikâh Ne Demek?
Memleketimizin çeşitli yerlerinde değişik tarzda yapılan tevbe istiğfarlarla birlikte, tecdid-i iman ve tecdid-i nikâh da vardır. İfâdeden de anlaşılacağı üzere tecdid-i iman, imanı yenilemek, tecdid-i nikâh da, nikâhı yenilemek demektir. Bir okuyucum bu mevzuda şâhit olduğu hâdiseyi şöyle anlatıyor: — Kasabamızda cami çok. Toplu hâlde ibâdet eden mü'minler her geçen gün çoğalmaktadır. Buna din adamlarımızın te'sirli ve yerinde irşadları da sebep olmaktadır. Ancak bir husus var ki, hocalarımız bunu bizlere açıkça anlatmadılar. Biz bu şüphelerden kurtulamadık. Okuyucum devam ediyor: — Bilhassa Perşembe günü yatsı namazından sonra hoca efendiler tevbe istiğfar eder, cemaatına da tecdid-i iman ve nikâh yaptırır. Meselâ der ki: Bilerek veya bilmeyerek ağzımızdan çıkan hatâlı sözlerden imanımıza ve nikâhımıza bir zarar ve bozukluk gelmişse, biz bu gibi sözlerin cümlesine tevbe istiğfar ediyor; hatâlı sözlerimizin hepsinden de rücû ederek pişmanlığımızı ilân ediyor, afvımızı diliyoruz. Yâ Rab! Bizleri aslî imanımızda ve aslî nikâhımızda sabit kıl, bozup zedeleyecek söz ve davranışlardan muhafaza eyle.. Bu şekilde nikâh tazelemeye itiraz edenler de şöyle karşı çıkıyorlar: — Nikâh tazelemek hanımın haberi olmadan mümkün değil. Öyle ise mescidde kendi kendimize tecdid-i nikâh eylememiz faydasız bir sözden ibarettir. Çünkü hanımın haberi yoktur. Hem nikâhın bozulması boşamakla olur. Boşama olmayınca bozulma da olmaz. — Ben, okuyucumun anlattığı bu tecdîd-i îman ve nikâhın aslını şöyle görmekteyim. — Bir müslüman herhangi bir öfke ve sinirlenme hâlinde (Allah korusun) kendini imandan çıkaracak sözler söylerse durumu son derece tehlikeli hâle gelir. Dine, imana dince mukaddes olan şeylere küfür edip, inkârda bulunmak... gibi. Müslüman bu gibi ağır küfürleri savurunca sanki dinden çıkmış olur. Dinden çıkmış olunca, dinde kalan hanımın nikâhı da feshedilmiş hâle gelir. Aradaki bağlantının şartı olan İslâm yok sayıldığından dolayı... İşte gerek bilerek, gerekse bilmeyerek bu duruma düşen Müslüman, ağzından çıkan bu tehlikeli sözlerden dolayı tevbe istiğfar eder de pişmanlığını dile getirirse;tekrar imana, islâm'a dönmüş olur. Eski hâlini alır. Eski hâlini alınca da eski hâlindeki nikâh da hemen aynen tahakkuk eder. Boşama sözüyle kopan nikâh gibi yeniden nikâh gerekmez. Kendi imana rücû edince hem imanı, hem de nikâhı yenilenmiş olur. İşte bunun adına "Tecdîd-i îman ve tecdîd-i nikâh"denir. Demek ki, imandan çıkmayı netice veren bir küfürlü sözü söylemiş olan Müslüman, bundan tevbe istiğfar etmekle tecdîd-i îman edince de feshedilmiş olan nikâhı kendiliğinden gelir, tecdîd-i nikâh da edilmiş olunur, nikâh sözlerini söylemeye hacet bile kalmaz. Ama, imamlarımız daha sahih ve sağlam olsun için "Bilerek, yahut da bilmeyerek dilimizden imanımıza ve nikâhımıza zarar verecek hatâlı bir söz çıkmışsa, biz onlardan tevbe ediyoruz"diyerek daha şümullüsünü söylemiş oluyorlar. Demek ki, elfaz-ı küfür dediğimiz küfürlü sözleri sarf etmemek gerekiyor. Allah korusun, imanımıza, nikâhımıza zarar veriyor. Ama bir hatâ neticesinde söylenmiş olunursa, tevbe istiğfar ederek imanımızı ve nikâhımızı yenilemek mânasına geliyor, kesin pişmanlık yerinde bir çare oluyor... Bu mes'ele için (Nimetü'l-İslâm)'ın "Nikâh-ı Küffâr"bahsine bakılabilir.
24 Haziran 2012 Pazar
iktidar ahiretteki ücret ve mükâfat
Kur’an-ı Kerim’in Hazreti
Yusuf’a Mısır’da itibar ve iktidar verildiğini anlattıktan hemen sonra
ahiretteki ücret ve mükâfata vurguda bulunması hangi mesajları ihtiva
etmektedir? (17:44)
-Kur’an-ı Kerim, Hazreti
Yusuf’a Mısır’da “müknet” verildiğini ve onun bir muvazene unsuru kılındığını
şöyle anlatır:
وَكَذَلِكَ مَكَّنِّا لِيُوسُفَ فِي الأَرْضِ يَتَبَوَّأُ مِنْهَا
حَيْثُ يَشَاءُ نُصِيبُ بِرَحْمَتِنَا مَن نَّشَاء وَلاَ نُضِيعُ أَجْرَ الْمُحْسِنِينَ
“Böylece
Biz Yusuf’a Mısır’da itibar ve iktidar verdik. Dilediği yerde konaklayabilir,
orayı dilediği şekilde yönetirdi. Biz lütfumuzu dilediğimiz kimselere eriştirir
ve güzel hareket eden muhsinlerin ücretlerini asla zayi etmeyiz.” (Yusuf, 12/56) (17:58)
-Hazreti Yusuf onca
badireyi atlatıp dünyevî imkanlar açısından zirveye çıktığı bir anda, Cenâb-ı
Hak onun nazarlarını bütünüyle ahiret yamaçlarına çevirmiş ve şöyle
buyurmuştur:
وَلَأَجْرُ الآخِرَةِ خَيْرٌ لِّلَّذِينَ آمَنُواْ وَكَانُواْ يَتَّقُونَ
“Âhiretteki
ücret ve ödül, iman edip haramlardan sakınanlar için elbette daha hayırlıdır.” (Yusuf, 12/57) Aslında, iffet âbidesi Yusuf aleyhisselam bu
mevzuda da sâdıktır; Allah Teâlâ’nın bu ikazı onun şahsında bize yöneliktir,
“Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla!” kabilindendir. (23:45)
-İbret verici hadiselerin
en güzel şekilde nakledilişi ve kıssaların en güzeli manasına gelen
“Ahsenü’l-kasas” tabiriyle anılan Yusuf suresi, Kur’ân’ın en tafsilatlı kıssası
olarak Hazreti Yusuf’un (aleyhisselam) hayatından ibret-âmiz tablolar ihtiva
eder. Surenin sonuna doğru, kıssanın âhirinde Hazreti Yusuf’un şu duası
zikredilir:
رَبِّ قَدْ آتَيْتَنِي مِنَ الْمُلْكِ وَعَلَّمْتَنِي مِن
تَأْوِيلِ الأَحَادِيثِ فَاطِرَ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ أَنتَ وَلِيِّي فِي
الدُّنُيَا وَالآخِرَةِ تَوَفَّنِي مُسْلِماً وَأَلْحِقْنِي بِالصَّالِحِينَ
“Ya
Rabbî! Sen bana iktidar ve hakimiyet verdin. Kutsal metinleri ve rüyaları
yorumlama ilmini öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan! Dünyada da, âhirette de
mevlam, yardımcım Sensin. Sana tam itaat içinde bir kul olarak canımı al ve
beni hayırlı, dürüst insanlar arasına dahil eyle!” (Yusuf, 12/101) Bu ayet, onca sıkıntı ve meşakkatten sonra
Mısır’ın azizi olan, anne-babasına kavuşan ve kardeşleriyle buluşup barışan
Hazreti Yusuf’un, en mesut ve bahtiyar olduğu bir anda gözlerini âhiretin
yamaçlarına dikmesini ve ölümü istemesini nazara vermektedir. Kuyuya atılırken,
değersiz bir meta gibi satılırken, köle misal çalıştırılırken, ismetini
muhafaza uğruna iftiraya uğrarken, ancak bir cânîye reva görülebilecek şekilde
zindana tıkılırken ve mazlumiyetinin yanı sıra sıla hasretiyle de kavrulurken...
onca musibet karşısında ölümü arzu etmeyen ve bu haliyle yalnızca risalet
vazifesinden dolayı yaşadığını ortaya koyan Hazreti Yusuf (aleyhisselam), tam
dünyevî imkanlara, ailesine, huzura, saadete ve feraha kavuştuğu bir dönemde
Cenâb-ı Hak’tan vefatını dilemiştir. Demek ki, kabrin arkasında o dünyevî
saadetten daha cazibedâr bir saadet vardır ve Hazreti Yusuf gibi hakikatbîn bir
zat, o gayet lezzetli dünyevî vaziyet içinde, gayet acı görünen mevti
istemiştir, tâ öteki saadete mazhar olsun. Kur’an-ı Hakîm, Yusuf kıssasının
hâtimesinde Yüce Peygamber’in bu talebine dikkat çekerek şu irşadda
bulunmuştur: Kabrin arkası için çalışınız; hakikî saadet ve lezzet ondadır.
(27:17)
-Rasûl-ü Ekrem Efendimiz
(sallallâhu aleyhi ve sellem), ruhunun ufkuna yürümeden önceki son gecesinde
Hazreti Ebû Bekir’i imam tayin buyurmuştu. Hazreti Ebû Bekir’in böyle bir
göreve tayin edilmesi önemli bir mazhariyet olduğu gibi, cemaatin o imamın
imamlığını kabul etmesi de ayrı bir mazhariyettir. Evet, sahabe-i kiram engin havsalasıyla
bu durumu kabullenmiş ve iktida edilmesi gereken o zata iktida etmişti. Bu
esnada Peygamber Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm) mübarek sütresini sıyırıp,
cemaatin o mübarek mukteda bihin arkasında huzur içinde ubudiyetlerini ifa
ettiklerini görmüş, vazifesini yapmış olmanın süruruyla tebessüm buyurmuş ve
perdeyi indirmişti. O perde aynı zamanda dünyaya karşı da inmişti; fakat
Kâinatın İftihar Tablosu ruhunun ufkuna yürürken mesrurdu. Çünkü iman davasını
omuzlayacak o güzide topluluk, birlik ve beraberlik ruhu içerisinde Allah
huzurunda el pençe divan durmuştu. Zaten İki Cihan Serveri’nin hayatının gayesi
de buydu. Bundan dolayıdır ki, mübarek sütresini huzur ve itminan içerisinde
indiriyordu. Evet, İki Cihan Serveri, dünyada bulunuyor olma gayesini,
vazifesine bağlamıştı. Vazifesi biter bitmez de bu ten cenderesinden kurtulup
bir an önce Hakiki Dost’a kavuşma arzusundaydı. Aynı ulvî yaklaşım, aynı duygu
ve düşünce Hazreti Yusuf gibi diğer peygamberlerin ve salih kulların da
şiarıydı. (29:15)
-Gerçek dava adamı ve
hakiki kul, dünya çapında başarılara muvaffak olsa da şöyle düşünür: “Benim
yerimde bir başkası bulunsaydı, bu işin çehresi daha farklı olurdu; demek ki
ben bu işin çehresini biraz kararttım.” Diğer taraftan da şu mülahaza ile dolu
bulunur: “Allah’ım, benim sa’y ü gayretime terettüp edecek neticeler varsa,
onları bana gösterme; nefs-i emmâremin onlara bakıp gurura kapılmasına fırsat
verme!”
19 Haziran 2012 Salı
Çocuğunda dikkat eksikliği olan ailelere tatil tavsiyeleri
Dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu (DEHB) teşhisi konulmuş çocuklar, kendini kontrol etmekte zorlanır, devamlı huzursuzdurlar, düşünmeden hareket eder. Bütün gün "canım sıkılıyor" diyen çocuklara karşı anneler çaresiz kalabilir. Tatile girmekten korkan anneler, evde çocuklarının özel durumuna uygun bir yaz programı yaparak bunu hayata geçirebilir.
Ali, 10 yaşında. Dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu (DEHB) tanısı almış, 4. sınıf öğrencisi. Hayatında en çok kullandığı kelimeler"off çok sıkıldım" ve "şimdi (veya) sonra ne yapacağız?" Bıraksanız saatlerce bilgisayar oynayabilir ve TV'nin başından kalkmaz. Bu zamanlarda da can sıkıntısı hiç aklına gelmez. Onun dışındaki zamanlarda yerinde duramaz, huzursuzdur, plan yapmakta güçlük çeker, dalgın ve dikkatsizce davranır, kendini kontrol etmekte zorlanır, düşünmeden hareket eder. Annesi Ayşe Hanım ise yaz tatili için gerçekten çok endişeli. 3 ay boyunca oğluyla nasıl baş edebileceğini ve tatilini nasıl verimli halde geçirebileceğini düşünüyor."Ben gerçekten tatilde Ali'yle ne yapacağımı bilmiyorum. Tatilden korkuyorum." diyor.
Dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu olan çocuklar organize olma ve zaman yönetiminde yetersiz oldukları için yaz tatili onlar için öncelikli olarak planlanmalı. Yoksa anne-baba ve çocuk arasında çatışma yaşanması çok yüksek ihtimaldir. DEHB'li çocuklar için tatili verimli bir halde geçirmek ekstra çaba ve gayret ister. İşte DEHB'li çocukları ve ergenleri olan ailelere yaz tatili için tavsiyeler:
1-Ailece bir yaz tatili kontratı yapın. Anne-babanın ve ailenin her bireyinin hedefleri olsun. Yaz tatilinde neler yapacağınızı, planlarınızı, isteklerinizi, hedeflerinizi konuşun. Öncelikle anne baba kendileri yaz hedeflerini koymalı, sonra çocuklarına hedeflerini sorup ondan beklentilerini dile getirmeli. Bu şekilde hem ortak, hem bireysel hedefler çıkarılmalı. Kitap okuma, bisiklete binme, yürüyüş yapma, yüzme, tarihî ve doğal yerleri gezme veya anne-babanın sevdiği hobilerle ilgilenme vs. gibi. Hangi kitapları okuyabileceği düşünülüp kitap seçimi yapın.
2-Plan yapılırken DEHB'li çocuğun öğretmeniyle de görüşülmeli. Çocuğun gelişme gösterdiği ve zorlandığı alanlar belirlenmeli ve yaz tatili hedefleri içerisine akademik destek hedefleri de konulmalı.
3-Ailece ulaştığınız hedefler için kendinizi ve çocuğunuzuödüllendirebilirsiniz. Ayrıca çocuğunuza her hedef için ayrı bir küçük ödül veya günlük ödül verebilirsiniz.
4-Yaz tatilinde neler yapacağınızı birlikte planladıktan sonra aylık takvime yazın. Tatil zamanlarınızı takvime işaretleyin ve duvara asın.
5-Ajanda kullanın. Ajandayı da haftalık yazın. Her günün dolu olması gerekmez. Esnek davranabileceğiniz boş günler de kalmalı.
6-Her sabah çocuğunuzun tatil ajandasına birlikte bakın. O gün için ondan beklediğiniz uygun davranışları, programları sıralayın ve söz alın. Ödülünü de hatırlatın. Günün sonunda yaptıklarınızın üstünü çizin.
7-Kurallarda esnek olun. Yaz günleri uzun olduğundan yatma saati gecikebilir. Bilgisayara hafta içi 2 saat izin verilebilir. Bütün gün bilgisayarda kalmasına veya televizyonun başında kalmasına izin vermeyin.
8-Çocuğunuzun kullandığı ilacı doktorunuzla birlikte düzenleyin. Tatil programınızı doktorunuza anlatın ve onun izniyle ilacınızı kesin veya devam edin.
9-Tatil günlüğü tutmasını isteyin. Başına gelen ilginç olayları defterine duygularını da ifade ederek yazabilir ya da çizebilir.
10-Tatilin keyfini birlikte çıkarın. Çocuğunuzla düzenli oyun, sohbet veya keyifli aktivite zamanlarınız olsun. Birlikte bakkala, alışverişe giderken yolda koşu yarışı yapın veya birlikte sevdiği müzikleri dinleyin. Küçük çocuklarla oyun oynayın. Görsel hafıza, dikkat oyunları oynayın. Ev işlerini birlikte yapın.
17 Haziran 2012 Pazar
Kalp krizi sırasında yapılması gereken..

Kayseri Avrupa Hastanesi Kardiyoloji UzmanıDr. Muzaffer Yılmaz , kalp krizine yalnız yakalanılması durumunda, sancının başladığı andan itibaren devamlı ve şiddetli bir şekilde öksürülerek krizin etkisinin azaltılabileceğini söyledi.
Kardiyoloji uzmanı Dr. Muzaffer Yılmaz, yaptığı açıklamada, kalp krizi geçireceğini anlayan bir kişinin, öksürme ve derin nefes alma yöntemi ile akciğerlere ulaşan oksijen miktarını artırması gerektiğini, şiddetli öksürüğün kalbi sıkıştırarak kan dolaşımının sürmesini sağlayacağını söyledi.
Aniden gelen kalp krizlerine karşı herkesin bilinçli olması gerektiğini söyleyen Yılmaz, "Kalp krizi geçireceğini anlayan bir kişinin, kalp ağrısının başlamasıyla bilincini yitirmesi arasında çok kısa bir süre vardır. Bu nedenle kişinin yanında kimse olmadığı bu süre içerisinde bahsettiğimiz yöntem uygulanabilirse kalp krizi önlenebilir. Kolunuza ve göğsünüze kalp krizine ilişkin sancının girmesinin hemen ardından en geç 10 saniye içinde devamlı ve şiddetli bir şekilde öksürmek gerekir. Her öksürükten önce derin nefes alınmalı ve öksürük sanki balgam çıkarmak istercesine derin ve uzun olmalıdır. Derin nefes alma ve öksürmeye, profesyonel yardım gelene kadar her iki saniyede bir devam edilmelidir. Bu yöntem uygulanarak kalp krizinin etkisi azaltılabilir" şeklinde konuştu.
Varlığın Anlamı
Çağımızın büyük İslâm mütefekkiri, Allah’ın varlık ve birliğine delil olarak şu misal üzerinde ısrarla durur: “Toprağa düşen bir tohumun çimlenip ağaç olması veya anne karnındaki döllenmiş yumurtanın neticede insan olarak gün yüzüne çıkması için üçüncüsü olmayan iki alternatif vardır: Ya yumurtanın insan olma veya tohumun ağaç olma sürecinde rol alan moleküllerin herbiri yerini, vazifesini, çevreyi ve diğer organ ve yapılarla olan münasebetlerini bilecek bir şuur ve ilme sahiptir; veya onları bütün bu saydıklarımızı bilen Biri yerli yerine yerleştirmektedir.” Çağımız mütefekkirinin ısrarla üzerinde durduğu bu gerçek zihnime çok kuvvetli bir delil olarak görünmüyordu. “İşte herşey olup bitiyor. Ağaçlar meydana geliyor, insanlar doğuyor; belli sebepler ve program çerçevesinde bunlar mey dana geliyor” diyordum. Derken bir gün zihnimde şafak attı ki, herşeye içinden bakıyor ve Yaratıcı’yı şuur dışı kabullenme çerçevesinde meseleye yaklaşıyordum. Bir an için bir Yaratıcı’nın olmadığını düşündüm ve o anda birdenbire kendimi dipsiz ve kapkaranlık bir boşlukta hissettim. Şu muazzam kozmos, şu şaşmaz nizam birdenbire kapkaranlık bir kaos halinde etrafımda dönmeğe başladı. Bu durumdan kurtulmak ve verilen örneği daha iyi kavramak için bilimin vardığı neticeler ve yapılan bazı deneyler üzerinde fikir ve düşünce seyahatine başladım. İşte, size bu seyahatten bazı parçalar: Bilim adamları, anne karnında embriyonun nasıl geliştiğini, simetrik ve asimetrik oluşumların nasıl gerçekleştiğini genel hatlarıyla çözebilmişlerdi. Ancak embriyonun ve onun gelişmesinde yapı taşları görevi yapan moleküllerin sol sağdan nasıl ayırdığı, organların yerlerinin nasıl belirlendiği, hiç şaşırmadan nasıl kiminin gidip göze, kiminin kulağa, kiminin ayağa… yerleşeceğinin nasıl tesbit edildiği; organların ihtiyaçlarının nasıl bilindiği ve organlar arası haberleşmenin nasıl sağlandığı konularında bugün çok az şey bilinmekteydi. Öyle ya daha ilk günden itibaren gelişmeye başlayan embriyo, annenin aldığı gıdalarla büyümekte, gıda olarak embriyoya ulaşan besin molekülleri, bilinmez bir şekilde vücudun alacağı şekli, organların yerini, bedendeki bütün organların ve hücrelerin birbiriyle olan münasebetlerini ve hatta o varlığın kaderini biliyormuşçasına, mükemmel ve eşsiz bir varlık oluncaya değin çalışmaktadırlar. Bütün insanlar, hatta hayvanlar hatta bir dereceye kadar bitkiler, aynı elementlerden meydana geldikleri ve benzer organlara sahip oldukları halde karakter, sima, arzu... gibi çok çeşitli özellikler ve ayrıca parmak uçlarına varıncaya kadar, şahıslarına has ayırıcı özellikler taşımaktadırlar. İşte hergün milyonlarcasına şahid olunan bu oluşumların gerçekleşmesi için iki alternatif vardır: Ya bu moleküller sonsuz bir ilim, irade ve kudrete sahip veya bütün bunlara sahip Biri var, onları yerli yerine yerleştiriyor. O kadar yerli yerine ki, bir genin yanlış yerde, zamanda ve uygun olmayan miktarlarda okunması, göze gidecek bir molekülün bir başka yere gitmesi, neticede ölüme varacak oluşum bozukluklarına sebeb olmaktadır. Buna güzel bir örnek ABD’de yapılan bir çalışmadır. ABD Houston Baylor Tıp Fakültesi’nde beyaz fareleri renkli fare haline getirebilme üzerinde çalışan Paul Overbeek ve arkadaşları, bu maksatla pigment üretilmesinde rol alan renk genini, beyaz farenin tek hücreli döllenmiş embriyosuna zerkettiler. Bu farenin yavrularını çiftleştirdiler ve torunlardan herhangi bir renk değişimi görülmediği gibi, tersine yarısı bir hafta içinde öldü. Overbeek bunun sebebini şöyle açıklıyordu: “Fare embriyosuna enjekte ettiğimiz gen fonksiyonunu kaybetmişti. Embriyonun genom kütüphanesinde bu renk geninin diğer genlerle etkileşimi, bu genin mesajının okunmasını engellediği gibi, diğer genlerin de doğru çalışmasına mani olmuştu. Gelişim sırasında mide, karaciğer, kalb kısaca bütün iç organları ters yerlerde oluşmuştu. Pankreasla böbrekler tamamen hasara uğramıştı. Anladık ki, şu aşamada herhangi bir gen transferini başarabilme şansımız, farede tahmin edilen gen sayısı olan 100.000’de birdir. Farenin genom kütüphanesinde bulunan her bir gen diğer 100.000 gen ile bağlantılı olarak fonksiyon görmektedir.” Görüldüğü üzere sahip olduğu ilim, şuur, iradeyle bütün varlığın emrine verildiği insan, ancak deneme-yanılma yoluyla tabiat kitabının sırlarını öğrenebilmektedir. Hâlbuki insanın doğrudan müdahalesinin olmadığı yaratılışta, deneme ve yanılma yoktu ve yeraltına düşen her tohum toprağını bulmuş, ısı ve su gibi gerekli ve yeterli şartlar oluşmuş ise, arızasız ağaç haline gelmekte ve anne karnında aşılanmış yumurtacık da neticede şuurlu, canlı, her türlü maddi ve manevî melekelerle donatılmış bir varlık halinde canlılar dünyasına gönderilmektedir. Gerçekten yaratılışın tecellileri olan varlıklarda, mutlak bir irade, mutlak bir kudret ve mutlak bir ilmin tecellisini görmemek mümkün değil. Kâinatta her partikülü yerli yerine yerleştirmek, ayrı ayrı her bir varlığı, birbiriyle olan münasebetle içinde tanımayı gerektirir. Aynı kaynaktan gelen benzer molekülleri aynı yapıda, ayrı sima, ayrı karakter ve ayrı kadere sahip varlıklar halinde ortaya çıkarması, herşeyi bilen bir ilim, herşeye gücü yeten Kudret ve dilediğini dilediği gibi yapan bir İradenin varlığını ispatlamakta değil midir? Hakikat böyle iken biyoloji ve fizik deki materyalizm yörüngeli bilim adamları yaratılışa hadiselerin içinden yaklaşmakta ve kâinatın dış yüzünde otomasyon(kendi kendinelik) perdesini aşamama sancısını çekmektedirler. Evet, herşey belli prensipler ve sebebler çerçevesinde olup bitiyor ve bu olup bitenleri laboratuarda incelemeyi kendine meslek bir grup bilim adamı da, olup bitenlerin üstündeki Varlığı laboratuara sokmaya çalışmaktadırlar Oysa bu Varlığı laboratuarda görmeye çalışmak, Onu yaratıcı değil, yaratılmış; ezeli değil sonlu; madde ötesi değil maddi; namütenahi değil sınırlı yapacak ve bilim adamını da adeta Onun da üstünde bir mevkiye oturtacaktır İnsan bu noktada soramadan edemiyor. Yoksa materyalist bilim adamının istediği varlığın üstünde tanrılaşmak mıdır? Böyle değilse Yaratıcı’yı yaratılmışların içinde aramanın herhangi bir mantığı olabilir mi? Ayrıca Allah’ı kabul etmeme adına ya şuursuz ılımsız iradesiz, cansız maddeye veya bizatihi varlığı olmayan yine şuursuz, bilgisiz iradesiz ve cansız sebeblere ve tabiat, kanun gibi kavramlara mutlak irade, mutlak kudret ve mutlak ılım yüklenmeye çalışılmakta. Bazen de hayat ve ezeliyete takılınıp kalınarak, maddeye ezeliyet veriliyor veya kâinatta tesadüflere yer olmadığını göre göre ve bile bile herşey tesadüflere bağlanıyor. Eğer tesadüfler varlığa yön verecek ve cansız maddeye hayat kazandıracak kadar güçlü ise, niçin hayatımız bütünüyle tesadüflere bırakılmıyor? Mutlak ilim, irade ve kudrete işaret eden kâinatın varlıkları için bu vasıflara sahip bir Varlığı kabul etmeyenler, şuursuz, cansız, ilimsiz ve iradesiz maddeye veya sebeblere yoktan var olma ve var etme özelliğini ilim adına nasıl verebiliyorlar? Bütün bunlar düşünülmesi gereken sorular.. Malumdur ki, bilim gözlem ve deney kadar, ortaya atılan hipotezler ve teorilerle gelişir. Öyleyse varlığa ve var oluşa Allah’ın eserleri açısından ve O’nun hesabına bakmak veya yaklaşmak, niçin bilime ters olsun aksine bilimin gereği olan bir yaklaşım tarzı değil midir? Şimdi de bilimin yaratılış noktasında takıldığı noktalardan biri olan ezeliyet gerçeğine bir göz atalım: Yukarıda arzetmeye çalıştığımız gibi cansız, şuursuz, ilimsiz, iradesiz, kudretsiz maddeye ezeliyet bahşetme hamakatine düşmeyenler, varlığın bir başlangıcı olduğunu kabul etmekte, fakat başlangıcın öncesini izah edememektedirler. Oysa önce insan varlığın bir parçası olarak kendisinin de sınırlı bulunduğunu, ilminin de varıp bir sınıra dayanacağını kabul etmek zorundadır. Aksi halde ortaya sonsuzluk iddiası çıkar ki, bu da insanın kendini Yaratıcı’nın yerine koyması demektir. Varlık, Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellisinin neticesidir. İnsan, bu tecellilerin neticelerini inceler, onları tanıyabilir ve bilebilir; bundan sonra Zat ve Zatî tecelli gelir ki, O, hiçbir zaman yaratılmışın cinsinden olamayacağı için, bir Mevcud-u Meçhuldür. Bilim oraya yol bulamaz. Yoksa bilenin bilinenden büyük olması kuralınca, insan -hâşâ- Allah’ın ötesinde bir yere çıkmış olur. Bu ise, muhallerin en muhalidir. Şu halde, insan önce sınırlılığını idrak etmelidir. İkincisi, insan sonradan meydana gelme, bir varlık olarak zamanın içindedir. Zaman yaratılışla başlamıştır ve zamanın sınırlarından sıyrılmadan ezeliyeti, yani zamansızlığı kavramak mümkün değildir. Bu da akılla değil, amelle, tecrübeyle ve vicdanla elde edilir. Dolayısıyla, yaratılmışı inceleyen bilim buna yol bulamaz. Müslüman kelamcılar, Allah’ın varlığını ispat için eski dönemde “teselsülün batıl oluşu” deliline sarılmışlardır. Buna göre kâinatta apaçık bir değişim vardır. Sürekli doğum ve ölüm vardır. Doğan, ölen ve değişen şeyler ancak sonradan meydana gelme olabilir. O halde sonradan meydana gelen şey, bir meydana getirene muhtaçtır. Çünkü görüyoruz ki, hiçbir şey kendi kendini meydana getiremiyor. Varlığın en şuurlusu, güçlüsü ve iradelisi olan insanın bile yaratılışında, hususiyetlerinde, hatta bedeninin fizyolojik fonksiyonları üzerinde hiçbir rolü yoktur. Öyleyse, her sonradan olan, bir Olduran’a her yaratılan bir Yaratan’a muhtaçtır. Mesela anneyi çocuğun, yumurtayı da tavuğun yaratıcısı kabul etsek bu yaratıcılar silsilesi ilânihaye gidemez ve bir noktada durmak zorundadır. Bu noktadan sonra Müsebbibü’l-Esbab yani sebepleri yaratan ve varlığı harekete geçiren Yaratıcı başlar ve O sonsuzdur, ezelidir, yaratılmamıştır ve varlığı kendisindendir. Hakikatte kelamcıların yaptığı gibi varlığın başına kadar uzanmaya da gerek yoktur. Kâinatta her bir varlık, her bir oluşum, her bir hâdise, İlim, İrade ve Kudret’i ortaya koymaktadır. Şu anda herşeyin belli sebebler ve program çerçevesinde olup bitmesi bizi aldatmamalıdır. Bir defa hayatımızı sürdürebilmemiz için sürekli gelen İlahi tecellilere, istikrara çekecek bir programa bir perdeye ihtiyacımız var ki, bunu da sebebler yapmaktadır. Yani sebebler, kâinattaki durmamacasına akışın üzerine çekilmiş bir örtüdür. İkinci olarak sebebler ve programın varlığı nominal, yani zihinde var olan bir varlık çeşididir. Biz sonuçlara bakarak, sebeblerin ve kanunların var olduğuna inanıyoruz. Ancak bilinmesi gereken nokta; sebeblerin ve kanunların varlığını kabul veya red etmenin Yaratıcı’nın varlığını göz ardı etmeyi gerektirmediğidir. Kâinat her bir cümlesi, herbir kelimesi, her bir harfi birbiriyle alakalı bir kitaptır. Allah, isimlerinin tecellileriyle bu kitabı adeta konuşturmakta ve insana okutmaktadır. Bu kitabın aslı ve asıl manası, O’nun ilmindedir. Yani kâinat varlık sahasına çıkmadan önce Allah’ın ilminde manalar halinde vardı. Bu ilmi (manevi) varlığa İrade ve kudret taalluk edince, bu ilim cümleler, kelimeler ve harfler halinde(eşya ve hadiseler) görüldü. İşte Allah’ın zaman şeridine taktığı şu kâinat, ezeli İlmi üzerinde Kudret ve İradesiyle tecellisinin neticesidir. İlmi vücudu olan varlıklar, üzerinde Kudret ve İradenin tecellisiyle varlık sahnesine çıkmakta, ölmekte, yeniden Kudret’den ilme, Kudret dairesinden İlim dairesine geçmektedirler. Kitap yazmaya karar vermiş bir insanın zihninde, bu kitabın varlığı mana halinde mevcuttur ve bu mananın dışta bilinmesi, onun harfler ve kelimeler kalıbını giymesini gerektirir; ayrıca, kitabın harf ve kelimelerdeki maddi varlığı yok edilse bile, yine manevi varlığı sahibinin zihninde, hatta bir defa yazıya döküldükten sonra onu okuyan binlerce insanın zihninde mevcudiyetini korumaktadır. Bunun gibi, kâinat da, bir kitap olarak, Allah’ın ilminde mevcuttur. Yaratılmadan önce de mevcuttu. Allah’ın daha başka isimleri ve daha başka tecellileri vardır. Nasıl ilmine irade ve Kudreti’nin taallukuyla kâinat ortaya çıkmışsa, Kelamı’nın taallukuyla da, İlahi Kitaplar ve onların en sonuncusu ve mükemmeli olan Kur’an ortaya çıkmıştır. Kur’an, Peygamber Efendimiz’e vahy edilmekle insanın anlayabileceği şekilde had ve kelimeler kalıbını giymiş ve kitap halinde arz-ı endam etmiştir. Dolayısıyla, Kur’an ve kâinat iki ayrı tecelliden ibarettir ve yine İslâm’da Kur’ân’la, dinle, onun bir başka platformdaki şekli olan kâinatı inceleyen ilimler arasında hiçbir çatışma olamaz. Çatışma olsa olsa bilim adamlarının zihninde olur. Bu sebeple, İslâm ve ilimlerin konusu olan kâinata aynı gerçeğin ki faklı ifadesi olarak bakabiliriz. Allah’ın varlığı, varlığın asıl manasıdır. Doğmalar, ölmeler, meydana gelmeler, meydandan çekilmeler, kısacası bütün hadiseler, ancak böylece bir anlam kazanır. Düşünün ki, kâinatta tek bir varlığın, bir elmanın bile fiyatı kâinat kadardır ve kâinat için pek büyük masraf yapılmıştır. Buna rağmen, pek çok varlık doğar doğmaz ölmekte, pek çoğu ancak birkaç saniye yaşamakta, insan gibi, varlığın kaymağını oluşturan bir yaratık bile ortalama 60 yıl ömür sürmektedir. Böylesi kısa bir ömür için bu kadar masrafa, ‘uçsuz bucaksız’ bir kâinata ne gerek vardı denebilir. Neticede her şey bir yoklukta son buluyorsa, bu hayata ne gerek vardır? Eğer, bu hayatın, ötesinde sonsuz bir hayat yoksa, şu olup-bitenler, şu hayat, şu kâinat bir oyun ve eğlenceden ibaret olmaz mı? Oysa, öyle değildir. Her şeyde sonsuz bir mana vardır, sonsuz bir Kudret, İlim ve İrade nümayandır. Her şeyde apaçık bir kasıt, yani bir maksat gözlemlenmektedir. Dolayısıyla her şey, her hadise, her varlık bir kelime olarak Allah’ı anmakta, O’nu gözler önüne sermekte; her varlığın hayatı doğrudan O’na bakmaktadır. Allah, ezelî olduğu gibi ebedidir de. Şu halde, ezeli ilimden gelen her şey, ebede gitmektedir. Allah’ın ebedi oluşu ve ebedi hayat, kâinatın yaratılışı, doğma ve ölmelerin asıl anlamını oluşturmaktadır. Aksi halde, kendi başına her varlık değersiz bir sıfır, kâinat da kocaman bir sıfır olur. Bu anlam, sonsuz sayıda sıfırların önündeki 1 (bir) gibidir. Bu mana görülmezse, bu sıfırlar, her türlü İlahi tecellileri ve güzellikleri soğuran, emen birer ‘kara delik’ olurlar. Bu mana ise imanla görülür. İman kara deliklerin karanlığını gideren, her köşeyi aydınlatan neticede varlıktaki pırıl pırıl mânâyı, gayeyi ve güzelliği gösteren nurun tâ kendisidir. http://www.sizinti.com.tr/konular/ayrinti/varligin-anlami.html |
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)