Popüler Yayınlar

31 Ocak 2013 Perşembe

Düzenli uyku, sağlıklı yaşam için önemli


Uzmanlar, düzenli uykunun sağlıklı yaşam için çok önemli olduğunu söylüyor. Bu yönde çalışmalarını sürdüren Uzman Diyetisyen Pınar Kural Enç de "Eğer düzenli bir uykunuz yoksa düzenli beslenmenizin, aktif bir yaşam sürmenizin, stresinizi kontrol etmenizin yararlarından yeteri kadar faydalanamazsınız." diyor.
Uykunun insanı sağlıklı tutan fonksiyonlardan biri olduğunu vurgulayan Pınar Kural Enç, "Uyku yenilenme, tamir, bakım ve onarım sürecidir. Siz mışıl mışıl uyurken devreye giren binlerce süreç, sabaha kadar adeta arı gibi çalışarak bir önceki günün yıpranmalarını giderir, bozulmalarını düzeltir. Eğer düzenli bir uykunuz yoksa düzenli beslenmenizin, aktif bir yaşam sürmenizin, stresinizi kontrol etmenizin yararlarından yeteri kadar faydalanamazsınız. Uyku bir lüks değil, bir ihtiyaçtır." ifadelerini kullanıyor.
Sağlıklı yaşamanın anahtarının düzenli uyku olduğuna dikkat çeken Enç, "Uykudan fedakarlık yapmak, 3-4 saatlik bir uykuyla yetinip gün boyu çalıştığını söyleyip hava atmak, uykusuzluk sorununa bir uzmanla görüşüp çözüm aramamak son derece yanlış şeylerdir. Mümkün olduğu kadar düzenli uyumaya, aynı saatlerde yatakta olmaya, uyku sürenizden fedakarlık yapmamaya ve geç yatmamaya özen gösterin. İyi bir uyku iyi dinlenmiş, kendini yenileyip tamir etmiş, daha güçlü üretici bir beyin ve vücut demektir. Uyku belleğinizi güçlendirir. Odaklanmayı kolaylaştırır. Öğrenmeyi çabuklaştırır. İyi ve yeterli uyuyanlar daha uyanık ve daha zindedir. Performansları daha yüksektir. Sersemlik, bilinç karışıklığı, yorgunluk nedir pek bilmezler. İyi bir uyku daha çok sağlık demektir. Yüzlerce araştırma uykunun kalp ve sindirim sistemi sağlığını koruduğunu, ömrü uzattığını ortaya koymuştur." uyarısında bulunuyor.
Enç, uykusuz bir gecenin ardından yapılması gerekenleri de şöyle sıralıyor: "Kahveyi, çayı azaltın. Kafeini kısıtlayın...
http://www.zaman.com.tr/aile-saglik_duzenli-uyku-saglikli-yasam-icin-onemli_2047716.html

25 Ocak 2013 Cuma

Gübre böcekleri, Samanyolu Galaksisi'nin rehberliğinde ilerliyor


Gübre böcekleri, Samanyolu Galaksisi'nin rehberliğinde ilerliyor

Çok küçük bir beyne ve asgari oranda hesaplama gücüne sahip gübre böceklerinin düz bir hatta ilerlemek için Samanyolu Galaksisi'ni kullandığı belirlendi.
    
Güney Afrika'daki Wits Üniversitesi'nden Prof. Marcus Byrne, bazı canlı türlerinin bir yönde ilerlemek amacıyla yıldızları kullandığının daha önceden bilindiğini, ancak yeni bilimsel çalışmalarının gübre böceklerinin, düz bir hatta ilerlemek için Samanyolu Galaksi'sinden faydalanan ilk hayvan türü olduğunu ortaya koyduğunu söyledi.
    
Beslenmek ve kuluçka odaları inşa etmek için gübre kullanmaları nedeniyle bu ilginç adı taşıyan gübre böcekleri için, yuvarladığı gübre toplarını daire çizmek yerine, düz bir yönde ilerletmesi, diğer hemcinsleriyle karşılaşarak yiyeceklerini paylaşmak zorunda kalmaması açısından büyük önem taşıyor.
    
Byrne, araştırmaları sırasında ışığın gözlerine erişmesini engelleyen bir çeşit başlık takılan gübre böceklerinin, ışık kaynağını belirlemek amacıyla yuvarladığı gübre topağının üzerine çıkarak sanki dans edermiş gibi hareketler yaptığını gözlemlediklerini belirtti.
    
Daha önceki bilimsel çalışmaları sırasında, gübre böceklerinin Güneş, Ay ve polarize ışıktan yararlandığını ortaya çıkardıklarını anlatan Byrne, gece simulasyonu kullanarak yaptıkları bu yeni bilimsel çalışmanınsa, bu tür böceklerin düz bir hatta ilerlemek için Samanyolu Galaksi'sindeki yıldızların oluşturduğu şeridi de kullandığını ortaya koyduğunu söyledi.
    
Tüm ışık kaynaklarının gübre böcekleri açısından eşit derecede yararlı işaretleyiciler olmadığı biliniyor. Örneğin, mum ışığı ile arasındaki mesafeyi koruyarak giden bir gece kelebeği, mum alevi etrafından daireler çizerek hareket ediyor. Ancak gök cisimleri, çok uzakta olmaları nedeniyle bunları işaretleyici olarak kullanan gübre böceklerinin konum değiştirmesinin önüne geçiyor ve böylece bu canlıların düz bir hatta ilerlemesine imkan veriyor.

Beyin tümörü tedavisinde yeni gelişme!


ABD'de Türk hekimin başkanlığındaki uluslararası araştırma ekibi, yaygın beyin tümörü meninjiyomların (beyni çevreleyen zarda oluşan tümör cinsi) genetik altyapısını çözdü.

Yale Üniversitesi Tıp Fakültesi Beyin Tümörü Araştırmaları Program Direktörü Prof. Dr. Murat Günel'in önderliğindeki uluslararası araştırma ekibinin, en sık görülen beyin tümör türü olan meninjiyomlar üzerindeki araştırması Science dergisinde yayımlandı.

Araştırma sonuçlarına göre, meninjiyomların hemen hemen hepsinin genetik altyapısı, sadece beş gendeki düzensizliklerle açıklanabiliyor. Yalnızca cerrahi olarak tedavi edilebilen meninjiyomların genomik profilleri ile beyindeki yerleşimlerinin bilinmesi, bu tümörler için ilk kez kişiselleştirilmiş tıbbi tedavilerin geliştirilebilmesini olanaklı kılıyor.

Araştırma ekibinin başında bulunan beyin cerrahisi Nixdorff-German kürsü başkanı ve aynı zamanda genetik ve nörobilim profesörü olan Murat Günel AA muhabirine yaptığı açıklamada, ''Bu genlerdeki bozukluklar tümörün beynin hangi bölgesinde çıkacağını belirliyor ve kişiye özel tedavilere imkan sağlıyor'' diye konuştu.

Prof. Günel, 300 meninjiyom örneği üzerinde gen analizi yaptıklarını ve hastalığın kökenleri ile tedavisine yönelik ön bilgiler sunan dört yeni genetik şüphe belirlediklerini ifade ederek, hangi genin mutasyon taşıdığına göre tümörün beyinde değişik bir bölgeye yerleştiğini ve bunun da tümörlerin habisleşme potansiyellerini belirlediği bilgisini aktardı.

Kişiye özel ilaç tedavileri

Özellikle nüks eden ya da diğer dokulara yayılan meninjiyomlar ile cerrahi olarak yüksek risk taşıyan hastalarda, NF2 (neurofibromin 2) dışındaki genlerde görülen mutasyonlara yönelik ilaç tedavilerinin artık mümkün hale geldiğinin altını çizen Günel, bu konudaki açıklamalarına şu bilgileri ekledi: 

''Kişiye özel ilaç tedavileri, genellikle iyi huylu olan bu tümörlerin ilerlemesi için bir risk faktörü olan radyoterapi tedavisinin yerine artık geçebilir. Bu yaklaşımların daha kötü huylu tümörlere uygulanması da olanak dahilindedir.''

Sonuçlar, Türkiye'deki hastanelerle paylaşıldı 

Beyin tümörü tedavisinde çok önemli bir gelişme kaydeden Prof. Murat Günel, bu çalışmanın başından beri Türkiye ile ortak devam ettiğini ve özellikle Acıbadem Hastanesi, Marmara ve Bahçeşehir Üniversitelerinin bu buluşa katkısının büyük olduğunun altını çizdi. Birçok tümör örneğinin bu hastanelerden geldiğini belirten Günel, bu çalışmaların sonuçlarının Türkiye'deki hastaneler ile paylaşıldığı ve Türk hastaların tedavisinde de kullanılacağı müjdesini verdi.
http://www.samanyoluhaber.com/saglik/Turk-doktor-ve-ekibi-sirri-cozdu/933598/

21 Ocak 2013 Pazartesi

Nasıl bir sevgi, kalbi doyurur?


Nakşibendi şeyhlerinden biri, müritleriyle birlikte hacca gitmiş. Kâbe’deyken bir müridine dönerek, “Eline bir çekiç al ve Kâbe’nin duvarını kırmaya başla!” demiş.
Mürit, şaşkın bir halde şeyhine bakarken şeyh efendi, “Mü’min kardeşinin kalbini kırmak, Kâbe’nin duvarını yıkmaktan daha kötüdür. Çünkü Kâbe, Hz. İbrahim’in yaptığı bir binadır, gönül ise evidir. Bu iki ev bir olabilir mi?” demiş.
Bu örnekten de anlaşıldığı üzere mutasavvıflar, “Kalp, Allah’ın evidir.” derler. Bunun için Yunus Emre,
“Ararsan Hakk’ı içinde ara. Kudüs’te, Kâbe’de, hacda değildir…” demiştir.
Benim için kalp, zikirden hoşlanan makamdır. Kur’an-ı Kerim’de, “İyi bilin ki, kalpler Allah’ı anmakla mutmain olur.” buyrulmuş. (Rad/28)  
Bir şahıs çok güzel bir beldeye tatile gitse, belki orada en güzel yemekleri yer, en güzel yerlerde dolaşır, yüksek mevkiden insanlarla sohbet eder, yer, içer, dolaşır. Amma gece yatağına yattığında bir şeylerin eksikliğini duyar. Çünkü aradığı, bağda bahçede değildir; içinde bir yerlerdedir… Çünkü nefsin doyması ayrı, kalbin mutmain olması apayrıdır… Bunları birbirine karıştırmanın sıkıntısını yaşıyordur…
Fakir, perişan, aç bir insan görsek, “iskelet gibi” deriz. Maddî açlık insanı nasıl perişan ederse, manevî açlık da insanı öyle perişan eder; manen aç olan insanların kalbi de iskeletleşmiştir… Mesela bir ağacı seyrederken, “Aman bana ne, ağaç işte!” diyen adamın durumuyla,  o ağacın yapraklarının birbirine benzediğini, bunun bir tesadüf olamayacağını düşünen adamın durumu aynı değildir. Birinin kalbi aç, diğerinin kalbi mutmaindir. Bir portakalı yiyip yutanla, o portakalı yerken, kabuğunu, tadını, kokusu, içindeki vitamini düşünen kişinin kalbi aynı değildir. Dünyayı eğlence yeri gibi görenle, dünyanın yaratılışını düşünüp, göklere bu gözle bakanın kalbi aynı değildir.
Bediüzzaman Hazretleri’nin hayatına bakıyorum… Bir tarafta ömrünün büyük bölümünü sürgün ve hapislerde geçirmiş; tecrit, aleyhte propaganda, yakınlarıyla görüştürülmeme, defalarca zehirlenme gibi her türlü sıkıntıya maruz kalan bir Bediüzzaman var. Diğer tarafta “Bu sayede hakikat-ı imaniye her tarafta yayıldı. Bu sayede Nur mekteb-i irfanının yüz binlerce talebesi yetişti.” diyen mutmain bir Bediüzzaman var…  
Mutmain kalp, İslam’dan başka memnun olunacak bir alan aramayanın, “Allah’ın çizdiği sınırlar bana yeter!” diyenin kalbidir. Üstad’ın hayatında bunu açıkça görüyoruz…
Barla Lahikası’nda, Hulusi ve Sabri Ağabey’den bahsedilirken, “Dünya hayatının netice-i hakikiyesinin ve dünyaya gelmekteki vazife-i fıtriyelerinin en mühimmi, hakaik-i imaniyeye hizmet olduğunu telakkileridir.” diyerek tarif ediliyor o mübarek ağabeylerimiz... En büyük hizmet, İslamiyet’i yaşamak olduğuna göre düşündüm ki, ben de İslamiyet’e uyduğum anlar kadar Allah’ı seviyorum… Sevgi, lafla olmaz. Mutlaka uygulama gerektirir. Öyleyse ben Allah’a itaat ettiğim kadar Allah’ı seviyorum...
http://www.zaman.com.tr/columnistDetail_getNewsById.action?newsId=2042602

18 Ocak 2013 Cuma

Çocuklarınızı suçlamayın onlar sizi örnek alıyor


Çocuklar nasıl davranacaklarını, neler yapacaklarını, yeteneklerini sizin söylediklerinize ve yaptıklarınıza bakarak, onları taklit ederek öğrenir.
Çocuklarınıza sağlıklı alışkanlıklar öğretmenin en güçlü yolu onları ödüllendirmek ya da cezalandırmak değildir. Bunun yerine pozitif ve sağlıklı davranışlar sergileyin.
İyi bir örnek onların mutlu olmasına ve sağlıklı kiloda kalmalarına yardımcı olacaktır. Peki kendinizi pozitif yönde değiştirmek için bunlara dikkat etmelisiniz.
Kendinizi eleştirin: Çocuklar ve özellikle kızlar annelerinden duyduklarından çok fazla etkilenir. Kızlar annelerinin aynadaki kopyaları gibidir. Bu nedenle siz de yemek yeme alışkanlıklarınıza dikkat edin, çünkü sizin uyguladığınız çeşitli diyetler çocuğunuzun da bunları denemesine ve tehlikeli yeme bozukluklarına yol açabilir.
Çok fazla mesajlaşmayın ve telefonda konuşmayın: Siz sürekli telefon kullanıyorsanız, mesajlaşıyorsanız çocuklarınıza akşam yemeğinde masada mesajlaşmamalarını söylemek adil olmaz. Burada ne söylediğiniz değil, sizin ne yaptığınız önemlidir. Elektronik cihazlar konusunda anne-baba da dâhil olmak üzere herkes için aile kuralları belirleyin ve bunlara mutlaka uyun. Ekran önünde çok fazla vakit geçiren çocuklarda sık sık uykusuzluk, okul performansı ve kiloyla ilgili konularda problemler gelişir. Fakat ailesiyle akşam yemeğini birlikte yiyen çocuklarda obezite riski daha düşüktür.
Anne-kız ilişkisine dikkat edin: Anneyle kız birlikte vakit geçirirken yürüyüşe gidebilir, ilgilendiği bir spor öğretebilir, hobi kazanmasını sağlarken, öğreteceğiniz dini bilgiler ile daha bilinçli yaşamasını sağlayabilirsiniz.
Her şeyi yarışa dönüştürmeyin: Komşunun çocuğunun ya da sınıf arkadaşlarının daha çalışkan olduğunu göstermek çocuğunuzu olumlu yönde motive etmez. Bunun yerine pozitif pekiştirmeyi deneyin. En iyisini yapmak için çocuğunuzu övün, teşvik edin. Kendisiyle yarıştığını, kendindeki gelişmeyi görmesine yardımcı olun. Dayanamayacağı bir aktivite bulmakta ona yardım etmeyi önerin ve pratik yapmasına yardım edin. Her gün niçin hareket etmesi gerektiğini anlatın ve bunun onu nasıl iyi hissettirdiğini öğretin.
Eşinizle sürekli tartışmayın: Eşinizle sürekli olarak tartışıyorsanız, çocuklarınız da bu şekilde hareket etmesi gerektiğini zannedecektir. Bu tarz tartışmalar stres için tetikleyicidir. Stresinizle mücadele edemiyorsanız stres yönetimi tekniklerini araştırmayı deneyin. Tartışmak başlangıçta kendinizi iyi hissettirebilir, ancak daha sonra kötüleştirir. Ayrıca tartışmanın verdiği stres çocuklar üzerinde negatif etki oluşturur. Negatif stresin obezite riskini artırdığı görülmüştür.
Dedikoduyu bırakın: Birisinin görünüşünü ve hareketlerini eleştirmek sizi olumsuz etkiler. Dedikoduyu ve gevezeliği bırakın. Televizyonlarda çocuk gelişimini etkileyecek onlarca dedikodu ve magazin programı var. Televizyonu kapatın, bu tarz basılı yayınları evinize sokmayın.
Davranışlarınıza dikkat edin: Çocuklarınızın yanında negatif davrandığınızı görürseniz, hemen bunu bırakın, yanlışlarınızın farkına varın. Bu konuda çocuklarınızdan da yardım alabilirsiniz... 
http://www.zaman.com.tr/aile-saglik/cocuklarinizi-suclamayin-onlar-sizi-ornek-aliyor/2041908.html

14 Ocak 2013 Pazartesi

Türkçeye Göz Kulak Olmak

Bir dilin zenginliğinin göstergesi nedir? Sözcüklerinin çokluğu mu, yoksa yapı bakımından zengin biçimlere sahip olması mı? Dilbilimciler esasen bütün dillerin, konuşurlarının ihtiyacına cevap verecek düzeyde olduğunu belirtmekte, bugün bazı dillerin daha üstün görünmesinin sebebini, o dillerin doğasına değil, siyasal ya da ekonomik güce bağlamaktadır. Ancak kabul etmek gerekir ki her dilin kendine özgü özellikleri vardır. Örneğin Arapçada deve ile ilgili yaş, tür ve cinsiyete bağlı onlarca farklı ad bulunmaktadır. Benzer biçimde Eskimo dilinde ‘kar’la ilgili sözcük sayısı oldukça fazladır. Aput ‘yerdeki kar’, gana ‘yağmakta olan kara’, pigsirpog ‘rüzgârda savrulan yerdeki kar’, gimugsug ‘bir kar savruntusu’ anlamındadır. Bütün bunlar, Arapçanın ya da Eskimo dilinin, başka dillerden daha üstün olduğu anlamına gelmez. 

Akrabalık adları bakımından zengin bir dile sahip olduğumuz bilinmekte. Örneğin Türkçedeki kayınbirader ve enişte sözcükleri, İngilizcede ‘brodher in law’ ‘hukuksal erkek kardeş’ kelime grubuyla karşılanmaktadır. Baldız ve görümce sözcükleri ise ‘sister in law’ ‘hukuksal kız kardeş’. Benzer biçimde dayı ve amca sözcükleri ayırt etmek için İngilizcede başka bir kelimeye ihtiyaç vardır: ‘Paternal uncle’ (baba tarafından amca), ‘maternal uncle (anne tarafından amca)’. 

Bana göre bir dilin anlatım gücü deyimlerinde saklıdır. Deyimler sayesinde onlarca sözcükle ifade edebileceğimiz bir duyguyu kısa ve etkili biçimde karşımızdakine aktarabiliriz. Anlama yüklemek istediğimiz derinliği, abartıyı, yoğunluğu ya da şiddeti deyimler sayesinde kolayca elde edebiliriz. Örneğin kızmak, öfkelenmek ve küplere binmek biçimleri, kızgınlığın derecelerini gösterir. Şeyh Galip’in farklı bir bağlamda söylediği ‘Onlar ki kelama can verirler’ dizesi, bence deyimler için çok uygun. Hakikaten deyimler söze can katmaktadır. 

Türkçede bakma ya da görme eyleminin farklı biçimlerini ‘göz’ sözcüğünü kullanarak anlatan onlarca deyim vardır. Bir şeyi incelemek, için ‘alıcı gözüyle’; çaktırmadan bakmak istediğimizde, ‘göz ucuyla’ ya da ‘gözümüzün kuyruğuyla’; anlamsızlığı ifade etmek için, ‘boş gözlerle’; korkmadığımızda ya da korkutmak istediğimizde ‘gözünün içine’ bakarız. 

Birinden hak etmediğimiz ağır sözler duyunca ‘açtı ağzını, yumdu gözünü’ deriz. Gözümüz dönecek kadar kızdığımızda muhatabımızı ‘gözümüze kestirip’ ‘gözdağı vermek’ten geri durmaz; ‘gözünü yıldırmak’ ya da korkutmak için ‘gözümüzü devire devire bakarız’. 

Hakkımıza ‘göz dikeni’, ‘gözümüz tutmaz’ ve alimallah ‘gözünün yaşına bakmadan’ cezalandırmayı ‘dört gözle’ bekleriz. 
Şöyle bir ‘göz atmak’ için ‘göz gezdirdiğimiz’ bir kitaba kapılıp ‘göz kesildiğimiz’ çok olmuştur. 
Baba oğlunun, ‘gözünü budaktan sakınmayacak’ kadar ‘gözü kara’ oluşuyla övünür; anne ‘gözü açılmamış’ kız arar, ‘gözü gibi sevdiği’ erkek çocuğuna. ‘Gözü dışarda olmasın’ diye oğlunu ‘baş göz etmek’ için ‘gözlerine uyku girmeyen’ anne, ‘göz açıp kapayıncaya kadar’ bir zaman geçtikten sonra ‘anasının gözü’ bir gelinin kendine ‘başım gözüm üstüne’ demediğinden yakınır; ‘sözün başını gözünü yaran’ uğursuz gelinin ‘gözünü oymaktan’ aciz olmadığını; ama her şeye oğlunun mutluluğu için ‘göz yumduğunu’, ‘iki gözü iki çeşme ağlayarak’ anlatır konu komşuya. 

Şansı dönüp kâr sağlayan, ‘turnayı gözünden vurur’; ancak bununla ‘gözü doymaz’, ‘aç gözlü’ olur ve ‘başının gözünün sadakasını’ vermezse, ‘gözünü toprak doyursun’ bedduasına müstahak olur. 
‘Gözümüzde büyüttüğümüz’ nice ‘gözü yüksekte’ sahte kahraman, insanların ‘gözünü boyadığı’ için ‘gözümüzden düşmüştür’. 
‘Yüz göz olmamak’ için ağır, ‘yüzüne gözüne bulaştırmamak için’ dikkatli davranmak akıllı adam işidir. 
Duymanın, dinlemenin farklı yönleriyle ilgili ‘kulak’ sözünü kullanarak oluşturulmuş deyim sayısı da çoktur dilimizde. 
Bize pek de ‘kulak asmayan’, ‘kulak vermeyen’ ya da isteklerimizi ‘kulak ardı’ eden çocuğumuzu, ‘kulağını büküp’ ya da çekip uyarır; söylediklerimizi ‘can kulağıyla’ ya da ‘kulak kesilip’ dinlemesini isteriz.
Azımsadığımızda ‘devede kulak’; aza kanaat etmeyip elindekini yitirene boynuz isterken ‘kulaktan oldu’ deriz. 
‘Kulaktan kulağa’ yayılan ve nihayet bizim kulağımıza çalınan bir söylentiye inanıp kızgınlıkla hakkında ileri geri ettiğimiz lafın, dostumuzun ‘kulağına gitmesinden’ korkar; hakkında söylediklerimizi duyunca ‘kulaklarına inanmamasını’ ümit ederiz. 

‘Kulağına küpe olsun’ diye bir sevdiğimizin ‘kulaklarına kadar kızarmasını’ uygun buluruz. ‘Kulak misafiri’ olarak dinlediğimiz bir olay, bazen eski bir dostu hatırlatır ve ‘kulağını çınlatarak’ güzel günlerden bahsederiz. Acaba, başka hangi dilde vardır, bu kadar zengin ve canlı, bu kadar anlam yükü taşıyan deyim… Türkçe böylesine güçlü bir anlatıma sahipken, onu yetersiz görmek kimin haddine! Bilinmelidir ki mesele, Türkçenin bizatihi kendine ait değildir; mesele dilimizin zenginliklerinin yeni kuşaklara aktarılamamasındadır. 

Deyimleriyle bu kadar canlı ve bu kadar diri olan Türkçeye göz kulak olacağını iddia eden varsa beri gelsin!..

http://yagmurdergisi.com.tr/archives/konu/turkceye-goz-kulak-olmak-aralik-2012

13 Ocak 2013 Pazar

'Beyaz ölüm' deyip rahmeti afet gibi göstermeyin


Bahar aylarında tüm canlılar için âb-ı hayata ve rahmete dönüşen kar ve yağmur, insanlardan kaynaklanan hatalar sebebiyle bazı sıkıntılara sebep olabiliyor. Ancak, yaşanan sıkıntılardan dolayı perde arkasındaki rahmetin görülmemesi ve kullanılan suçlayıcı ve uçuruma götüren cümleler, imana zarar verebiliyor.
‘Beyaz çile dün yolları kapattı’, ‘Sel, Trakya’da 3 can aldı’, ‘Beyaz kâbus, tüm yurdu etkisi altına aldı’… Geçtiğimiz hafta Türkiye’nin hemen her yerinde görülen yoğun kar yağışı ve yağmur, yazılı ve görsel medyada bu cümlelerle yer aldı. Günlük hayatta çokça duyulan ve dilimize sıradan sözler gibi yerleşen bu cümleler, nereye uzandığı düşünülmeden kullanılıyor. Oysa ‘İnsanı Uçuruma Götüren Sözler’ kitabının yazarı Mehmet Paksu, bu tür cümlelerin imana zarar verdiğini söylüyor. İnanan bir insanın her konuda olduğu gibi imanî meselelerde de dilinden dökülen sözlere dikkat etmesi gerektiğini belirten Paksu, “İnsan şayet umursamaz bir biçimde, sözün nasıl bir sonuca varacağını düşünmeden imana aykırı sözler söylerse, imanını kaybedebilir.” uyarısında bulunuyor. Paksu, böyle bir hataya düşmemek için de kişinin, sözlerini titizlikle seçmesini tavsiye ediyor.
Basında yer alan haberlerde sıkça duyduğumuz ve yaşanan olumsuzluklar sebebiyle suçlayıcı ifadelerin kullanıldığı insanı uçuruma götüren bu sözler, zamanla kanıksanıyor. Yazar İhsan Atasoy da bu kanıksamaya işaret ederek, insanların birtakım zorluklarla karşılaştığında olayları felaket olarak değerlendirdiğine işaret ediyor. Atasoy, özellikle yoğun kar yağışının ardından ‘kar çilesi’, ‘kar engeli’ gibi gazete başlıklarıyla rahmet vesilesi kar nimetinin, afet gibi değerlendirildiğini söylüyor. Karın, insanı birtakım mağduriyetlere sürükleyen bir yanı olsa da arkasından birçok bereket ve tatlı nimetler getirdiğini kaydeden Mehmet Paksu ise bu sözlerin olayın sadece dış yüzünün görülmesiyle söylendiğini aktarıyor. “Arka planda insanlar için hazırlanmış nimetler yumağı var.” diyen Paksu, habercilerin manşet ve spot çıkarırken haberlerini inanç ve iman bağlamında da değerlendirmesi gerektiğini söylüyor. Paksu, “Kar ve yağmuru kâbus, felaket, çığ gibi göstermek, rahmet mesajından uzak bir bakış açısıdır. Haberleri müspet bir yaklaşımla yazmak gerekir.” diyor. Paksu, Allah’ın verdiği nimetlerin şükürle anılması gerektiğini belirtiyor. İhsan Atasoy, kar, yağmur gibi doğal olayları, Allah’ın Celal ve Cemal isimlerinin birlikte tecellisi olarak yorumluyor. Atasoy, “Soğuk rüzgâr ve yoğun kar yağışıyla yolların kapanması gibi olaylar Allah’ın Celal ismini ifade ederken; bunun arkasındaki rahmet, karların dantel gibi her birini tevhit mührü halinde yeryüzüne bir meleğin indirmesi de Allah’ın Cemal ismini ortaya koyan çok önemli bir noktadır.” diyor. Karın, zahmetli tarafları olsa da rahmet taraflarının çok daha fazla olduğunu niteleyen Atasoy, olayların Bâtıni cephesi ve manevi boyutuna bakıldığı zaman güzelliklerin temaşa edilebilip doğru kanıya varılabileceğini söylüyor. Atasoy, “İnsanlar bu noktalara bakamadıkları için ‘kar çiledir, kar problemdir’ gibi itikadımıza bile ters düşen cümleleri sarf edebiliyorlar. Allah’ın Cemal ve Celal sıfatına bakan her şeyde ayrı ayrı güzellik var.” şeklinde konuşuyor.
http://www.zaman.com.tr/aile-saglik/beyaz-olum-deyip-rahmeti-afet-gibi-gostermeyin/2040326.html

Anne-baba olmak ömrü uzatıyor


Yalnız yaşamak, sıkıcı olmasının yanı sıra insan sağlığız üzerinde olumsuz etkiler yapar. Ailenizle beraber yaşamak ya da arkadaşlarınızla buluşup bir şeyler paylaşmak, kardeşlerinizle sohbet etmek hem ruhsal hem de fiziksel sağlığınız için fayda sağlar.
Huffington Post’ta yayınlanan habere göre, sevdiklerinizle vakit geçirmek yalnızlığınızı azaltır, stresinizi düşürür. Hatta sağlıklı yeme alışkanlıklarınızda fark oluşturma konusunda da etkili olan aile ve arkadaşların diğer yaraları ise şöyle:
Anne-baba olmak ömrü uzatıyor:21 bin 276 çiftin katıldığı çalışmaya göre, anne-baba olmak daha uzun yaşamanızı yardımcı oluyor. "Epidemiology and Community Health" isimli dergide yayınlanan araştırma çocuk dünyaya getiren kadınların kanser, kazalar ya da kan dolaşımıyla ilgili hastalıklar nedeniyle erken ölme riskinin 4 kat daha az olduğunu belirlendi.
Büyük sosyal aile bağları sağlığınız için yararlı:300 bin kişiyi kapsayan ve Brigham Young Üniversitesi ile Kuzey Karolina Üniversiteleri tarafından yapılan araştırmaya göre, güçlü sosyal bağlar daha sağlıklı bir hayat sürmenize yardım ediyor.
Kız kardeşler yalnızlığı azaltıyor:Brigham Young Üniversitesi'nde yapılan araştırmaya göre, kız kardeşiniz olması zihin sağlığınız açısından çok iyi. Çünkü araştırmacılar kız kardeş sahibi olmanın kişinin kendisini ilk gençlik yıllarında daha az yalnız hissetmesine, daha az korkmasını sağlıyor. Ayrıca kız kardeşi olan çocuklar daha fazla sevgi dolu oluyor. Ayrıca “Journal of Family Psychology" isimli dergide yayınlanan çalışmaya göre, araştırmacılar kız ya da erkek kardeşe sahip olmanın kişileri iyi işler yapmaya teşvik ettiğini ifade ettiler.
Aile ve arkadaşlar sağlıklı alışkanlıklar kazanmanızda yardımcı:2011 yılında yapılan bir araştırmaya göre, arkadaşlarınız ve aileniz yaşam tarzınızı belirlemede oldukça etkililer. İnsanların yüzde 36'sı beslenme alışkanlıklarının ailelerinden ya da arkadaşlarından etkilendiğini söylüyorlar. Katılımcıların yüzde 46'sı tüm sağlıklı hayat tarzında sevdiklerinden birinin büyük fark oluşturduğunu ifade ediyor.
Anneyle konuşmak stresi azaltıyor:2010 yılında Wisconsin-Madison Üniversitesi'nde yapılan araştırmaya göre, annenizle uzun uzun sohbet etmek stresinizi azaltıyor. Uzmanlar yaşları 7-12 arasındaki kız çocuklara arasında anneleriyle telefonda konuştuklarında bile stres hormonunun azaldığı ve kandaki oksitosin hormonunun (sevgi hormonu) arttığını söylüyorlar.
http://www.zaman.com.tr/aile-saglik/anne-baba-olmak-omru-uzatiyor/2039899.html

6 Ocak 2013 Pazar

Eğitimcinin Duruşu Nasıl Olmalı?


“Duruş”, üzerinde sayfalarca yazı yazılması gereken çok önemli bir konu. Nedir duruş? “Duruş”, sözlükte “durma işi” olarak açıklanmakta. Gerçek anlamının dışında bu kelimeye mecazi anlamlar da yüklenebilir. Kelime kullanıldığı cümleye göre değişik anlamlar kazanabilir. Bu açıdan bakarsak “duruş” kelimesine: “Fikriyle, hâl ve tavırlarıyla insanın korumuş olduğu pozisyonu” diyebiliriz. Hayatın ve olayların karşısında sergilenen hareket, tarz ya da insan kimliğinin fiile yansıması” şeklinde açıklayabiliriz.

Yazımızın başlığı: “Eğitimcinin duruşu nasıl olmalı?”, konumuz eğitimci; eğitimciden kastımız öğretmen, eski tabirle muallim. Peki, kimdir muallim? O her şeyden önce bir insan. O zaman insanı tanımak lâzım. “Hak karşısındaki konumu ve duruşuyla insan” başlıklı yazısında, Muhterem Fethullah Gülen Hoca Efendi insanı anlatırken: “O, yaratılış ağacını tamamlama vaadiyle gelmiştir dünyaya.” der. Aynı makalede “Bütün bunların ötesinde, Allah'ın insanı hilâfet pâyesiyle şereflendirmesi onun için mansıplar üstü bir mansıptır. Kur'ân-ı Kerim insanı Allah'ın halifesi olarak zikreder. Buna göre, yerlerde, göklerde ne varsa, her şey bir mânâda onun için var edilmiştir. Musahhardır varlık ve bütün eşyâ onun emrine.” diyerek insanın cismen küçük ama mana bakımından Yüce Mevlâ (celle celaluhu) tarafından ne kadar büyük bir görevle vazifelendirildiğini anlatır. Ayet-i kerimede Yüce Rabbimiz: “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.' (Bakara, 2/30) buyurur. Bu halife, insandır. Başka bir âyetinde de: “Biz emaneti göklere, yere, dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten kaçındılar. Zira sorumluluğundan korktular, ama onu insan yüklendi. İnsan (bu emanetin hakkını gözetmediğinden) cidden çok zalim, çok cahildir. (Ahzâb 33/72) Bu âyet-i kerimeden, Rabbimizin (celle celaluhu) insanı ne kadar büyük bir görevle vazifelendirdiğini, aynı zamanda insana düşen sorumluluğun ağırlığını, insanın emanetin hakkını vermediği takdirde zalim ve cahil olduğunu öğreniyoruz.
Muhterem Hocamız, yazısının devamında insanın vazifesini hakkıyla yaptığı takdirde çıkacağı mertebeleri, alacağı payeleri sıralar. “Allah'a inandığı, inanması ölçüsünde O'na saygılı olduğu, nimetlerine karşı şükürle mukabelede bulunduğu takdirde gün gelir başı gökler ötesi âlemlere ulaşır, rûhânîlerle aynı atmosferi paylaşır, istîdadı müsaitse gider meleklerle selâmlaşır. ‘Cennetü'l-Me'vâ’ der ilerler ve mevsimi gelince yürür ‘Sidretü'l-Müntehâ’da ikamet eyler...” (Sızıntı, Şubat 2004, sayı: 30)
İnsanın mahiyetine kısmen değindikten sonra muallim kimdir? Bir de onu tanımaya çalışalım. Muallim, günümüz ifadesiyle öğretmen demektir. Muallimlik bir mesleğin adıdır. O meslek ki kutsaldır. Zira o, bir peygamber mesleğidir. Efendiler Efendisi (aleyhisselâm): “Ben, ancak ve ancak muallim olarak gönderildim.” (İbn Mace, Mukaddime, 17, No: 229) buyurmaktadır.
Muallimi ve yapmış olduğu vazifenin kutsiyetini daha iyi tanımak için Muhterem Hocamızı dinleyelim. “Maarifimizde Muallim” başlıklı makalesinde: “Muallim, doğumdan ölüme kadar, bütün bir hayat boyu, hayatı şekillendiren kudsî üstaddır.” der. Ve devamında: “Milletine, kader programında rehberlik yapıp, ahlâk ve karakterini yücelten ve ona ebediyet şuurunu aşılayan, melek soluklarının mihraklaştığı bu üstün varlığa denk yeryüzünde ikinci bir yaratık gösterilemez.” ifadesiyle muallimi en başlar üstü bir konuma taşır. Yazısının devamındaki şu tarife bakalım: “O, Allah'ın insanları yükseltip, alçaltmasında kullandığı bir el ve bir dildir.”(Sızıntı, Aralık 1979, Sayı 11) Bundan daha orijinal bir tanım olabilir mi?
Konuyu yukarıdaki ifadeler perspektifinde ele aldıktan sonra şimdi muallimin duruşu, günümüz Türkçesiyle, eğitimcinin duruşu üzerinde duralım.
Bizim için esas olan Hak karşısında bir kul olarak kulluğun gerektirdiği ölçüler doğrultusunda duruş, esas duruştur. Konuyu bu çerçeveden ele alarak maddeleştirirsek:
1. Eğitimci, çalışmalarında dikey yükseldiği kadar yatay ve derinlemesine gelişmeyi de sürdürmelidir.
2. Eğitimci, çalıştığı zeminde tenafus (rekabet) hissinin hasetle hemhudut olduğunu unutmamalı, kıskançlığın, nefretin varlığını bilmeli, bunların izalesi adına hassas olmalı, nefreti kırmalı, kıskançlığı ortadan kaldırmalı, muhataplarına karşı ilgiyi artırmalı, duyarlı çalışmalı, nabzı tam kıvamında tutmalıdır. Aksi halde kapıları açılan baraj gibi bir durumla karşılaşabilir.
3. Eğitimci, etrafındakilere ideal aşılamalı, biri, bin; onu, yüz bin yapacak insanlarla çok iyi temas kurmalı ve muhataplarının kalblerini kazanmalı, onlara yeterli bilgi vermeli, çalışmaları ortak planlayıp onlarla birlikte hayata geçirmelidir. İnsan potansiyelini iyi tasnif etmeli, işinin erbabı olabilecek yeterlilikte, iz’an ve idrak sahibi nesiller yetiştirmelidir. İnsanlara küresel ölçekte kucak açmalı, yaptıklarında ve söylemlerinde çelişki yaşamamalıdır. Kullandığı dil, muğlâklıktan uzak, açık ve net olmalı, insanlara içeriği dolu bir kavramla yaklaşmalı, iç dış anlatımında bütünlüğü sağlamalı, terminolojisini zenginleştirmelidir. Değerler eğitimine önem vermeli, muhataplarının kalb ve gönül dünyalarına seslenmeli, çift buutlu bir nesil inşa etmeli, kalb kafa izdivacını gerçekleştiren bir nesil yetiştirme sevdasıyla hedefine koşmalıdır.
4. Eğitimci, ilke ve prensiplerinde tutarlı olmalı, çifte standartlı olmamalı, asla dayatma yapmamalıdır. Duruşunu küresel açıklıkla paralel olacak genişlikte ayarlamalı, olaylara geniş perspektiften bakmalıdır. Sosyal gerçeklikteki değerleri göz ardı etmemeli, bu değerleri paylaşarak yaygınlaştırmalıdır.
5. Eğitimci, herkesle yan yana, zaman zaman ortak, zaman zaman onları destekleyerek yoluna devam etmeli ancak asla başkasının düşüncesi altına girmemelidir. Eğitimde kendi eğitim öğretim modelini oluşturan Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin dediği gibi: "Ekmeksiz, susuz yaşarız ama hürriyetsiz yaşayamayız.” demeli bu düsturla hareket etmelidir.
6. Eğitimci, aleyhte cereyan eden ve fırtınalar koparılan hadiselere bakarak nefret ve öfke insanı olmamalı. Her zaman müspet hareket etmelidir.
7. Eğitimci, bulunduğu toplumda herkesle temasta olmalı, irtibat kurmalı, sağlam, ölçülü ve güvenilir bir iletişim kurarak kalıcı dostluklar kazanmalıdır.
8. Eğitimci, çalıştığı yerde kendine küsler, gayri memnunlar yığını oluşturmamalı, herkesle iyi geçinmeli, akışkan olmalı, akışkanlıkta bereket olduğuna inanmalıdır. Onur ve izzet olmazsa olmazı olmalı, ilmin izzetini muhafaza etmelidir.
9. Eğitimci, muhataplarına, başkalarının yanında sevilmeyen üslupla hitap etmemeli, şeffaf olmalı, fobi ve tereddüt oluşturmamalı, hâl ve hareketinde net olmalı, muğlâklıktan uzak durmalıdır.
10. Eğitimci, mefkûre insanı olmalı, gaye-yi hayaline ulaşmak için mücadele etmeli, fiili ve kavli dualarını gereği gibi yapıp tam bir teslimiyetle sebepler dairesinde hareket ederek şükür çeşmesinden daima zikir akıtarak her şeyin sahibine, kimsesizler kimsesine sesini duyurmaya çalışmalı, ideallerini âli tutmalı, hedefsizlik hastalığına yakalanmamalıdır. Hedefine ulaşmak için:
·         Kendini kontrol etmeli, ölçüyü elden bırakmamalıdır.
·         Büyümeye paralel stratejiler geliştirmeli, sürekli kendini yenilemeli, ideallerini kazanma ızdırabı içinde olmalıdır.
·         Kollektif akılla hareket etme düşüncesinden vazgeçmemelidir.
·         Yolda yürürken tedbiri ve temkini elden bırakmamalıdır.
·         Sürekli anlatma ve insanlara faydalı olma düşüncesiyle hayatını süslemeli, “insanlara faydalı olmazsam yaşamam anlamsız” mülahazasıyla faydalı olma düşünce ve aksiyonunu günlük hayatının içine koymalı, her anı güzelliklerle süsleme düşüncesiyle hareket etmeli, harekette bereket olduğuna inanmalıdır.
http://www.herkul.org/index.php/sizden-gelenler/sizden-gelenlerr/10138-egitimcinin-durusu-nas-l-olmal

5 Ocak 2013 Cumartesi

Galile Davası

Galileo Galilei 15 Şubat 1564’te Pi­sa’da doğdu. Floransalı aris­tokrat bir ailenin ilk çocuğuydu. Onu dört erkek, iki kız kardeş takip edecekti. Babası Vincenzo, mağazası olan bir kumaş tüccarı, matematiğe ilgi duyan bir müzik teorisyeni ve bestekârdı. 

Ailece Floransa’ya taşındıkları 1574’te bir Benedikt Manastırı’na bağlı Cizvit Koleji’ne rahip adayı olarak girdi. Ailenin mâlî problemleri sebebiyle oradan alındı, tıp tahsili için Pisa Üniversitesi’ne gönderildi. 1583’te Floransa’ya döndü, Resim Akademisi hocası ve saray matematikçisi olan Ostilio Ricci’den ders almaya başladı. O zamanlar Toskana Sarayı, Noel (Aralık) ve Paskalya (Nisan) arasında Floransa’dan Pisa’ya taşınırdı. İşte, kabiliyetli ve istekli Galile bu dönemde Ricci’nin Öklid üzerine verdiği derslere katılırken Saray kütüphanesine de girme imkânı buldu. Galile’deki cevheri gören aile dostları Ricci, babası Vincenzo’yu ikna edebildi: Galile tıp tahsilini bırakacak ve matematik kabiliyetini değerlendirebilecekti. 

1585’te Floransa Akademisi’nde, cisimlerin özgül ağırlığını belirlemek için hidrostatik bir terazi icat etti ve bunu yazıya döktü. Arşimed’den aldığı ilhamla, mekanik teoremleri geliştirdi. Bunlar özel notlar şeklinde elden ele dolaştı ve Galile birçok matematikçinin saygınlığını kazandı. 

Toskana Sarayı’nda bıraktığı intiba ve bazı matematikçilerin tavsiyeleriyle, daha önce Pisa’da okuduğu üniversitenin Matematik Kürsüsü’ne 1589’da üç yıllığına atandı. Görevi bitince tekrar geçim sıkıntısı çekmeye başladı. 1591’de babasının vefatıyla, ailenin en büyük erkek evlâdı olarak annesinin ve kardeşlerinin bakımını üstlendi. Aynı yıl evlenen kız kardeşi Virginia’nın çeyiz masraflarını “gücünün çok üzerinde” olmasına rağmen, gelecek birkaç yılda elde edeceği gelirin büyük kısmını ipotekleyerek karşıladı. Ardından ikinci kız kardeşi Livia’nın evliliği sözkonusu oldu. Galile sonraki iki yılda elde edeceği maaşı da yine peşin olarak talep etti ve kabiliyetli bir müzisyen olsa da elinden iş gelmeyen erkek kardeşi Michelangelo ile birlikte büyük bir düğün kontratı imzaladı. Fakat Michelangelo, payına düşen kısmı ödeyemediği gibi kendi eşi ve çocuklarını geçindirmek için de sürekli olarak abisi Galile’den yardım talep ediyordu. 

Medici ailesinin tavassutuyla 28 yaşında Padua Üniversitesi’nde matematik profesörü oldu. Yıllık 180 florin olan maaşı daha sonra 520’ye yükseltildi (Felsefe hocasınınki ise 2000 florin idi). Üniversite, bilim ve tıpta Aristo öğretisine bağlılığıyla meşhurdu. Burada hocalığı ve âlet yapma kabiliyetiyle çok başarılı oldu. On sekiz yıl geometri, astronomi ve askerî mühendislik dersleri verdi. Mekanik, istihkâm ve küre geometrisinde neşrettiği makalelere yansıyan dehası daha da tanınmasına vesile oldu. Venedik tersane ve tophane ustalarına mühendislik danışmanlığı yapmaya başladı. Ayrıca, diğer ülkelerden gelen aristokrat çocuklarına özel dersler veriyordu. Evinde onbeş-yirmi öğrenci pansiyoner olarak kalıyordu. Bahçesinde kurduğu atölyede yüzlerce âlet geliştirdi. Oyma ve döküm işinde kendisine yardımcı olması için tuttuğu bir metal ustasıyla ailesini onbir yıl boyunca kalabalığı ve gürültüsü bol olan evinde barındırdı. 

Bu yıllarda Venedikli Marina Gambina ile tanıştı. Anne ve kardeşlerine de sürekli yardım eden Galile, o devir geleneklerinin baskısıyla çok tekellüflü hâle gelmiş olan evlilik ve düğünü için gereken masrafları karşılayabilecek güçte değildi artık. Marina ile asla evlenmemesine ve aynı evde oturmamasına rağmen, ikisi kız biri oğlan çocuklarının babalığını kanunen kabul etti. 1610’da yeni bir iş için Floransa’ya taşınırken bu münasebeti bitirdi. İki kızını Floransa yakınlarında bir manastıra yerleştirdi. Kızların hayat boyu manastırdan çıkmaları yasaktı. Normal şartlarda Kilisenin kabul etmeyeceği yaşlardaydılar (oniki ve onüç). Kural ve geleneklere göre kızların bir manastıra girmek için kendi hür iradeleriyle karar verecek yaşta olmaları gerekiyordu. Fakat Galile, Kilise hiyerarşisine tesir edecek bir konum ve saygınlık kazanmıştı. 

Burada şu husus merakı celbediyor: kuralları by-pass ederek kızlarını küçük yaşta manastıra yerleştirebilecek kadar Katolik çevrelerine yakın bulunan Galile’nin evlilik-dışı bir hayat sürmesi nasıl oluyordu da Kilise tarafından mesele edilmiyordu? 

Büyük kızı Virginia, inziva ve fakirlik prensibine uygun yaşadı. Antonia ise, zihnî ve fizikî rahatsızlık nöbetleri geçirdi. Virginia’nın notları şefkat ve sevgi dolu bir baba-kız münasebetini resmediyor. Galile, oğlu Vincenzo’nun eğitimini finanse etti, evlenince ona ev satın aldı. Fakat çok yakın olduklarına dair bir bilgi yok. 

Kopernik’in (1473-1543) Nasıruddin Tusî’den (1201-1274) bire bir alıntı yaparak geliştirdiği, Kilise’nin resmî görüşüne aykırı Güneş-merkezli âlem modeli o sıralarda çok ilgi çekiyordu. Aristo fiziğine uymayan bu modeli birçok akademisyen reddetmişti. Protestanlar da bunu kabul etmemişti, çünkü kelime kelime yorumlandığında, Kitab-ı Mukaddes’in bazı pasajlarıyla çelişiyordu. Vatikan’ın Kopernik faraziyesi karşısındaki tavrı ise yumuşak bir kayıtsızlık şeklindeydi. 

Galile, Padua’daki astronomi derslerinde, Pisa’daki gibi Batlamyus sistemi öğretmek mecburiyetindeydi. Fakat Kopernik sisteminin âlemin tasviri ve matematik açısından üstünlükleri olduğuna inanıyordu. 

Mekanikteki çalışmalarının çoğunu Padua Üniversitesi’nde yaptı. Niyeti bunları hemen yayımlamaktı. Fakat 1609’da Hollanda’dan gelen ve insanların “küçük dürbün” olarak isimlendirdiği bir oyuncaktan ilham alarak bir teleskop geliştirdi. Bununla Ay’ın yükseltilerini, Jüpiter’in uydularını ve Venüs’ün Ay’ınkine benzeyen safhalarını gözledi. 1610’de, daha geniş bir okuyucu kitlesine ulaşmak için İtalyanca yazdığı Göklerin Habercisi (Sidereus Nuncius) kitabında bunları çizerek gösterdi. (Galile tıpkı Giordano Bruno gibi, tabiat felsefesi ve astronomide İtalyanca, matematikte Lâtince yazıyordu). Venüs’ün safhaları Batlamyus sistemine uymuyordu ve Güneş etrafında döndüğünün deliliydi. Jüpiter’in etrafında dört uydunun dönmesi ise Güneş Sistemi’nin bir minyatürünü düşündürüyordu. Böylece Galile, Kopernik sisteminin geçerli tek izah olabileceğine daha da inandı.

Aynı yıl, Floransa’da Büyük Dük İkinci Cosi­mo’nun Saray matematikçisi olarak tayin edildi, ardından Roma’ya gitti. Papa Beşinci Borghese kendisini hususî olarak kabul etti. Kardinaller’in tebrikleriyle karşılaştı. 

1611’de teleskobuyla Güneş’teki lekelerin hareketini tespit etti. Yüzen Cisimler Üzerine Konuşmalar kitabı (1612) Pisa Üniversitesi’ni kızdırdı. 1613’te, Güneş lekeleri konusunda Cizvit Scheiner’le ters düştü. Karşı görüşlere, dinî bir gayretin ve Kopernik’i destekleyen görüşlerin yeraldığı açık mektuplarla cevap vermeye başladı.

Destekçileri arasında, yıllar sonra onu savunmak için kitap yazan ve bir Dominikan olan ütopya yazarı (Güneş Ülkesi) Campanella da vardı. Dominikan Nicolo Lorini ise 1615’te Galile’yi Vatikan’a şikâyet etti. Vatikan, Galile’nin yazılarını inceledikten sonra lüzum-u muhakeme görmedi. 

Tekrar Roma’ya gitti; fakat bu defa fazla alâka görmedi. 1616’da Güneş-merkezli âlem modeli üzerine bir yazı yazdı ve Papa’ya gönderdi. Vatikan’daki mahkeme Kopernik’in tezlerini Kutsal İndeks kısmına koydu (Bu İndeks, 1542’de Papa Üçüncü Urban tarafından sapkınlıklar ve küfürle mücadele için kurulan bir kurulun hazırladığı ve güncellediği mahzurlu yasak kitapların listesini ihtiva ediyordu. Bu kurul Aralık 1965’te Papa Altıncı Paul tarafından lağvedilecekti.) Kardinal Bellarmin’in gönderdiği bir yazı, Galile’nin savunmasını zora soktu ve saygınlığını sarstı; çeşitli yaptırımların yeraldığı mektupta Galile’den Kopernik sistemini desteklememesi isteniyordu. Galile’nin savunduğu “Güneş merkezli âlem” anlayışı, kelimesi kelimesine mânâ verilen Kitab-ı Mukaddes ile ters düşmüştü. “Güneş’in hareketinin Yuşa Peygamber tarafından bir an için durdurulduğu” şeklindeki bir ifadenin Kitab-ı Mukaddes’te geçmesi (Mezmurlar 19:5), Güneş’in hareket hâlinde olduğunun, yani Dünya’nın etrafında döndüğünün delili olarak kabul ediliyordu.

Galile, yazdığı savunmada Kopernik’ten uzak olduğunu belirtirken fikirlerini de dile getiriyordu. Neticede, Bellarmin’in de bulunduğu mahkemede azarlandı. Bir daha bunlardan bahsetmemesi istendi.

Boylam ölçümüyle ilgilenmeye başladı. 1619’da Cizvit rahibi Grassi ile kuyruklu yıldız tartışmasına girdi. Dört yıl sonra, ona açık bir mektup yazarak yayımladı (Denemeci, Il Saggiatore). 

Eski dostu Maffeo Barberini 1624’te Papa seçilince Galile tekrar Roma’ya döndü. Papa tarafından kucaklanarak kabul edildi, madalya ve ecclesiastical pension (Kilise’den yıllık ödenen emeklilik maaşı) ile taltif edildi. Papa, Kopernik sisteminin tanıtılacağı bir eserin yayımlandığını görmekten büyük memnuniyet duyacağını ifade etti. Galile bunu önemsedi ve 1632’de, Dünya, gezegenler ve Güneş’i ele aldığı, İki Kâinat Sistemi Üzerine isimli meşhur çalışmasını bastırdı. Fakat bu, beklemediği gelişmelere sebebiyet verdi. Eser red muamelesiyle karşılaştı, hakkında soruşturma başlatıldı, dağıtımı durduruldu ve Galile 12 Nisan 1633’te Vatikan’da mahkemeye çıktı.

Pişmanlık ifadelerini dinleyen mahkeme heyeti, evine dönüp kararı beklemesini istedi. (1600’de Giordano Bruno, Engizisyon’un kararıyla Roma’da Campo dei Fiore Meydanı’nda diri diri yakılmıştı. Çünkü Bruno, Dünya’nın Güneş etrafında döndüğüne, başka güneşlerin ve başka dünyaların varolduğuna, kâinatın sonsuz olduğuna inanıyor, Hz. İsa (as) öldüğünde etinin ekmeğe, kanının şaraba dönüştüğü şeklindeki Kilise doktrinini kabul etmiyordu.) Açıklanan karara göre Galile dinden çıkmış bir sapkındı. Bunu kamuoyu önünde yüksek sesle ilân etmeli, hapis ve işkence cezası çekmeliydi. Galile kendisini aldatılmış hissediyordu. Hâkimlerin horlayıcı tavırlarını sineye çekmek zorundaydı artık. Dostu Castelli bir mektubunda şunu yazıyordu: “Bu gibi hâkimlerin arasında yaşamak, ölmek ve daha da zoru, sessiz kalmak zorundayız.”

21 Haziran 1633’te tekrar mahkemedeydi. Solunda Papalık savcı yardımcısı Paolo Febei, karşısında ise çoğu muhalif on kardinal-hâkim bulunuyordu. Başkan Marzio Ginetti söyleyecek sözü olup olmadığını sordu. Galile, “yok!” dedi. Ardından, “Bu âlemin merkezinde Dünya’nın değil Güneş’in bulunduğu ve Dünya’nın da günlük dönme hareketi yaptığı düşüncesini savundunuz mu ve hâlen savunuyor musunuz?” sorusu geldi. Galile inanmadığı şu cevabı verdi: “Uzun zaman oluyor, Papalık Kutsal İndeks Kurulu’nun kararından önce, Batlamyus ve Kopernik sistemlerine eşit mesafedeydim. Bugün artık şüphem yok; Batlamyus’un teorilerini tartışılmaz buluyorum.” Heyet Galile’nin düşüncelerini üç defa sorguladı. Her defasında, “inkıyad içindeyim” cevabını verdi. 

22 Haziran’da tekrar mahkemeye çıktığında hüküm verilmişti: “Kutsal kanunların koyduğu bütün sıkı denetim ve cezalara çarptırılmış durumdasın. Şu andan itibaren, zikredilen hata ve sapkınlıklardan döndüğünü ve bunları lânetlediğini huzurumuzda samimi bir kalb ve tam bir inançla ifade etmen şartıyla seni serbest bırakıyoruz. Yine de, yaptığın büyük yanlışın, tehlikeli hata ve ihlâlin cezasız kalmaması, ayrıca ileride daha ölçülü olman ve diğerlerine misâl teşkil etmen için, Diyaloglar kitabını resmen yasaklıyoruz. Seni bu Kutsal İdare’nin resmî hapis cezasına mahkûm ediyoruz, ıslah edici bir tövbe ve kefaret için üç yıl süreyle haftada bir defa yedi tövbe Mezmuru’nu okuma mecburiyeti getiriyoruz.”

Galile, yanlıştan döndüğünü kabul sadedinde okuyacağı metin uzatıldığında şunları söyledi: “Sizden iki talebim var, daha sonra yüksek huzurlarınızın istediği herşeyi yapacağım. Birincisi, bana Katolik olmadığım söyletilmesin, çünkü ben bir Katoliğim ve kötülüğümü isteyenlere rağmen öyle ölmek istiyorum. İkincisi, herhangi bir kimseyi aldattığım söyletilmesin, çünkü kitabımı bastırma iznini meşru yollardan elde ettim.” 

Bu savunmada Dünya’nın hareketine dair tek bir kelime yoktu. Hâkimler bunu anlayışla karşıladı ve okuyacağı metin üzerinde bazı değişiklikler yaptı. Yetmiş yaşındaki Galile Floransa’daki evinde bir çeşit yarı ağır hapis cezasına çarptırıldı ve susmaya mahkûm edildi. Ölünceye kadar da bu vaziyette yaşadı. 

Bu kararda belki de saygın kişiliği, o güne kadarki başarıları, edindiği geniş muhit, Vatikan’daki dostları ve bilhassa dostu Papa VIII. Urban bir rol oynamıştı. Onun yerinde bu avantajlardan mahrum başka biri olsaydı netice daha farklı olabilirdi. Çünkü bir yandan Reform hareketleriyle, diğer yandan dinî ve siyasî sebeplerin beraber rol oynadığı Otuz Yıl Savaşları’yla sarsılan bu dönemde (1618-1648) Kitab-ı Mukaddes’e aşırı serbest yaklaşılmasına izin verdiği için Katolik Kilisesi’ne de tenkitler yöneltiliyor, Kilise’den muhaliflerine daha fazla konuşma hürriyeti tanımaması isteniyordu. Belki, dinden ziyade Kilise’yi korumaya mâtuf bu tepkilerin de tesiriyle Galile muhaliflerinin sayısı artmıştı.

Aslında bu dava, Galile’yi aşan ve birçok ilke sahne olan karmaşık bir sürece şahitlik ediyor. Batı tarihinde, bilim adına konuşan insanların, din adına hüküm veren kurumlarla karşı karşıya geldiği en büyük gerilimlerden biri bu olsa gerek. Davanın bir yanında araştırma, gözlem, ifade hürriyeti kavramları, diğer yanında ise Papalık yeralıyordu. Bu da davanın nasıl neticeleneceği konusunda peşinen bir fikir veriyordu zaten. Sadece cezanın ne olacağı merak ediliyordu. 

O dönem zihniyetinin hazmetmekte zorlandığı bir başka önemli nokta, Galile’nin Aristo felsefesine ve skolâstik anlayışa darbe vurmasıydı. Avrupa 12. yüzyıldan itibaren İslâm dünyası kanalıyla keşfettiği Aristo felsefesini Thomas d’Aquino’nun (1225-1274) çalışmaları sonucunda Hristiyan teolojisiyle telif ederek skolastik bir eğitim-öğretim sistemi geliştirmişti. Metinlere sadece hocanın ulaşabildiği, talebelerin sevemediği bu sistem Aristo’nun yorumlarına teslim olmuştu. Dünya’da ve kozmosta farklı kanunların geçerli olduğunu, yeryüzünün sürekli değiştiğini, kozmosta ise herşeyin ebediyen sabit ve değişmez olduğunu savunan Aristo anlayışı ve skolastik 13. yüzyıldan itibaren Roger Bacon (1214-1294), Guillaume d’Ockham (ö. 1350) ve Nicolas de Cuse’ün (1401-1464) öncülüğünde terkedilmeye başlandı. “Bir şey gerçektir, çünkü bunu Aristo söylemektedir!” şeklinde özetlenebilecek otoriteryen hükümler giderek daha fazla tepki çekiyordu. 1572’de bir yıldız patlaması (supernova) ilk defa ciddi bir tereddüt doğmasına yolaçtı. Bir yıldan fazla süreyle gündüz bile çıplak gözle görülebilen bir parlaklık sözkonusuydu. Bu, Aristo inancının aksine, göklerin değişebileceğinin deliliydi.

Danimarkalı Tyco Brahe’nin (1546-1601) otuz yıllık gözlem kayıtlarından faydalanan yardımcısı Johannes Kepler (1571-1630) gezegenlerin Güneş etrafındaki hareketlerini tarif eden üç kanunu keşfetti. Fakat bunu delille destekleyemediği için, gürültü çıkaracak bir yayın yapmak istemedi. Tartışmayı seven yapıda birisi olarak tarif edilen Galile ise sessiz kalmadı. Cizvitlerle tokuşmayı göze alarak Kopernik modelini ortaya koydu.

Burada esas soru, Kilise’nin neden Aristo ve Batlamyus’u dogma derecesinde sahiplendiğiydi. Belki de Dünya’nın bu kâinattaki yerinin sorgulanacağı ve bunun Kilise’nin savunduğundan farklı olduğunun yüksek sesle dile getirileceği bir süreçte, çok daha ileri safhalarda başka dogmaların da tartışma konusu yapılmasından korkuluyordu. Fakat gücü temsil edenler ne kadar caydırıcı olsalar da, bu tarz bir hakikat arayışının çıkar yol olmadığı, sonunda anlaşıldı. Vatikan 1992’de 350 yıllık bir gecikmeden sonra Galile’den resmen özür diledi. 


Kaynaklar
- Rowland, W., 2003 - Galileo’s Mistake. Arcade Publishing, New York.
- Jarrosson, B., 1992 - Invitation à la philosophie des sciences. Editions du Seuil, Paris.
- Carpentier, L., 1991 - A deux doigts du bûcher. Les Cahiers de Science & Vie. Les Grandes Controverses Scientifiques. Avril, No: 2. Paris. 
- Koyré, A., 2000 - Bilim Tarihi Yazıları 1. Tübitak, Ankara.
- Bernal, J.D., 1995 - Modern Çağ Öncesi Fizik. Tübitak, Ankara.

http://www.sizinti.com.tr/konular/ayrinti/galile-davasi-ocak-2013.html