Popüler Yayınlar

28 Şubat 2013 Perşembe

Sütümü helal etmem’ ne kadar doğru?


Emir ve/veya isteklerine karşı çocuklarından direnç gördüklerinde; beklemedikleri bir muhalefetle karşılaştıklarında. Ortada bir şey yokken bu söz söylenmeyeceğine göre, önce sözü edilen emir ve isteklere bakmak lazım.
Kur’an, anne-baba hakkını çok önemsemiş; onu Allah’a itaatin hemen ardında zikretmiş ve demiş ki: “Rabb’in şunları kat’i olarak ferman buyurdu: “O’ndan başkasına kulluk yapmayın, anne-babaya da ihsanda bulunun iyilikle, güzellikle muamelede bulunun…” (İsra, 23)
Ayette bir şey dikkatinizi çekmiştir sanırım; itaat Allah’a, ihsan anne-babaya. Anne-babaya itaat değil. Neden? Çünkü anne-baba da beşerdir; yanılabilir, emir ve istekleri Allah’ın muradı ile uyum sağlayamayabilir, hatta O’nun muradına aykırı şeyleri emredebilir; çocuklarını verecekleri emirlerle, izhar edecekleri arzularla günaha, hataya, yanlışa sürükleyebilir.
Bunu çok net anlatır Kur’an. Der ki; “Biz insana, yapacağı en hayırlı iş olarak, annesine ve babasına iyi davranmasını bildirdik. Ama bununla beraber, onlar senden, hakkında bilgin olmayan bir şeyi, Bana şirk koşmanı isterlerse, itaat etme! Hepinizin dönüşü Bana’dır ve Ben de yapageldiğiniz şeyleri bir bir bildirip karşılığını vereceğim.” (Ankebut, 8) Lokman Sûresi’nde de “Şirki emretmeleri durumunda itaat etme” dedikten sonra farklı bir fezleke ile bitirir: “Fakat dünyada onlarla iyi geçin.” (Lokman, 15)
Zikrettiğimiz üç ayeti bir bütün olarak düşündüğümüzde gördüğümüz şu; itaat ile ihsan birbirinden farklı şeylerdir. Anne-babanın emir ve istekleri Allah’a isyanın söz konusu olmadığı durumlarda nazara alınır. Israrcı olmaları durumunda itaat edilmez ama onlarla da iyi geçinme kapıları açık bırakılır…
Pekâlâ, Allah’a isyan yok, açıkça harama, günaha teşvik veya emir yok ama istedikleri şey çocuğun iradesi, isteği, arzusu ile çatışıyorsa. Zaten işin gelip dayandığı nokta burası. O zaman müşahhas örnekler üzerinden devam edelim; “bu kızla veya o dul kadınla evlenmeyeceksin; karını boşa; şununla konuşmayacaksın; yoksa...” Evet yoksa ne olur?.. O meşhur söz geliyor; “sütümü sana helal etmem”.
Nedense anne-babalar çocukların büyüdüklerini, hem Allah hem de halk nezdinde müstakil, bağımsız, kendi kararlarını kendi verebilecek ve bedeline de katlanacak yetişkin bir kişi olduğunu kabullenemiyorlar. Varmak istediğimiz yer şu, anne-baba çocuğum da dese, artık o çocuk değil. Örneğini verdiğimiz hadiselerde almış olduğu ailevi terbiyeye göre anne-baba görüşünü nazara alır, rızalarını gözetir; ama bu demek değildir ki, evlenen ya da boşanan anne-babadır. Anne-baba, kanaatlerini, delilleri ile izhar eder ve sonucu çocuğuna bırakır. Çocuğun yaptığı tercihi beğenmeme durumunda “sütümü helal etmem” deme bir mana ifade etmez. Bu bir istismardır. Yanlış okumadınız; bu apaçık bir istismardır. O yaşlarda iken çocuğa süt verme (emzirme-süt annesi bulma vb.) anne-babanın çocuğuna karşı yapmakla yükümlü olduğu vazifesidir. Başka bir tabirle çocuğun anne-babası üzerindeki hakkıdır. Hatta aksini söyleyebiliriz; haksız gerekçelerle çocuğuna süt emzirmeyen, bakım ve görümünü hakkıyla yapmayan anne-baba üzerinde çocuğun hakkı vardır.
Yalnız bu, demek değildir ki, anne-babanın çocuk üzerinde hakkı yoktur. Tabii ki vardır. “İhsanla muamele edin”, “öf bile demeyin” ve benzeri ayetlerin işaret ettiği temel de zaten burasıdır. Diyelim ki anne-baba bakıma muhtaç bir hale geldi...
 http://www.zaman.com.tr/ahmet-kurucan/sutumu-helal-etmem-ne-kadar-dogru_2059092.html

27 Şubat 2013 Çarşamba

Şiddet nasıl önlenir?


Malatya İnönü Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Vehbi Bayhan, Türkiye'nin gün geçtikçe daha fazla şiddet sarmalında yaşamaya başladığını kaydederek, şiddet sarmalındaki Türkiye'nin sosyologlara ihtiyacının olduğunu ifade etti.  
İnsani ve ahlaki değerlerde bozulma ve yıpranmalar meydana geldiğine dikkat çeken Yrd. Doç. Dr. Vehbi Bayhan, "Türkiye, gün gittikçe daha fazla şiddet sarmalında yaşamaya başlamıştır. Şiddet eylemleri; evde, sokakta, okulda, iş hayatında, televizyonlarda, bilgisayar oyunlarında, kısaca gündelik hayatın her alanında insan ve toplum varlığını çok ciddi boyutlarda tehdit etmektedir. Risk toplumu gerçeğinde küresel veya yerel terör eylemleri yanında, şiddetin toplumsal hayatın her anında yaşanması, toplumsal bir sorunun mevcudiyetini yansıtmaktadır. Şiddet tıpkı insan organları hastalandığında meydana çıkan ağrı ve hastalık belirtileri gibidir. Bu bağlamda, toplumun hastalığının belirtisi de şiddet davranışlarıdır. Toplumda alarm zilleri çalmaktadır. Bütün insani ve ahlaki değerlerde bir bozulma ve yıpranma görülmektedir" dedi.  
  "TÜRKİYE'NİN SOSYOLOGLARDAN YARARLANMASI GEREKMEKTEDİR" 
  Bayhan, toplumdaki hastalığı teşhisin ve çözümün sosyologların işi olduğunu vurgulayarak, şunları kaydetti: "Türkiye, tarım toplumundan sanayi toplumuna geçmeye çalışan ve aynı zamanda da bilişim toplumuna da internet vasıtasıyla atlamaya çalışan arafta bir toplumdur. Türkiye nüfusunun yüzde 75'i kentlerde yaşamaktadır. Ancak kentte yaşayanların çoğunluğu özellikle 1990'lardan sonra terör nedeniyle köyden kente göç eden ve kentte tutunmaya çalışan; ne köylü ne de kentli olan arafta yaşayanlardan oluşmaktadır. Kent yaşamı şiddete gebedir ve şiddeti üretmektedir. Bu yerinden edilmişlik ve yeni hayat tarzı oluşturma sosyolojik açıdan her zaman sancılı olmuştur, olmaktadır. Amerika'yı yeniden keşfetmeye gerek yoktur. Bizden önce sanayileşen, kentleşen ve modernleşen Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri'nin deneyimi önemli bir örnek teşkil etmektedir. Bu sancıları o ülkeler ve toplumlar da yaşamışlardır. Ancak, toplumdaki hastalığı teşhis edip, araştırıp ve çözüm önerileriyle politika üretmek sosyologların işidir. Avrupa ülkeleri ve ABD, toplumdaki bütün sorunların teşhisi ve tedavisinde sosyologlara önemli işlevler ve görevler vermektedir. Türkiye'nin de sosyologlardan yararlanması gerekmektedir."  
  "ŞİDDET, ÖĞRENİLEN BİR DAVRANIŞTIR" 
  Aile içi şiddetin tüm dünyada ve her sosyoekonomik seviyede görüldüğüne işaret eden Bayhan, "Şiddet, güç ve baskı uygulayarak insanların bedensel veya ruhsal açıdan zarar görmesine neden olan bireysel veya toplu hareketlerin tümüdür. Aile içi şiddet bir kişinin eşine, çocuklarına, anne-babasına, kardeşlerine veya yakın akrabalarına yönelik uyguladığı her türlü saldırgan davranıştır. Bu tanıma sadece kaba kuvvet içeren davranışlar değil; aşağılamak, tehdit etmek, ekonomik özgürlüğünü kısıtlamak ve zorla evlendirmek gibi şiddet gören kişinin kendisine olan saygısını, kendisine ve çevresine olan güvenini azaltan, korku duymasına sebep olan pek çok davranış da girer. Şiddete sadece aynı evde oturan kişiler değil; eski eş, kız veya erkek arkadaş ya da nişanlı da maruz kalabilir. Toplum içi şiddete yönelik yasal düzenlemeler varken, aile içi şiddet gizli kalmakta, yasal yetersizlikler nedeniyle önlenememektedir. 'Kocası değil mi? Hem döver hem de sever' düşüncesi nedeniyle doğal bir olay olarak kabul edilmektedir. Aile içi şiddet, tüm dünyada ve her sosyoekonomik seviyede görülmektedir. Şiddet, eşe (çoğunlukla kadına), çocuğa ve beraber kalan yaşlıya uygulanabilmektedir" diye konuştu. 
  Bayhan, şiddetin insanların varoluşundan beri olduğunu ifade ederek, şunları anlattı: "Dünya genelinde her dört kadından biri, Türkiye'de ise her üç kadından biri şiddete uğramaktadır. Şiddet insanın varoluşundan beri vardır. Ancak, günümüzde şiddetin farkına varılması, iletişim araçlarıyla daha fazla görünür olmasından kaynaklanmaktadır. Medyanın şiddet içeren davranışları haber olarak sürekli sunması, film ve dizilerde şiddetin bulunması giderek izleyen kitlenin şiddete karşı duyarsızlaşmasını ve kanıksamasını getirmektedir. Şiddet, öğrenilen bir davranıştır. Hem medyada sunulan şiddeti kendine rol-model alanlar, hem de geçmişinde şiddete maruz kalanlar, uygun zemin bulduklarında başkasına şiddet uygulamaktadır. Kadına ve çocuğa şiddet gösterenlerin geçmişinde, onların da çocukluklarında aileleri veya başkaları tarafından şiddet gördükleri saptanmıştır. Bilinçaltına sorun çözme yöntemi olarak şiddeti yerleştiren ve öğrenen birey, kendini şiddet davranışıyla ifade etmektedir." 
   
  "AİLE DANIŞMA MERKEZLERİNİN AÇILMASI ŞART" 
  Bayhan, şiddetin önüne geçilebilmesi adına çözüm önerilerinde de bulundu. 'Aile Danışma Merkezleri'nin açılmasının şart olduğunu söyleyen Bayhan, "Kızını dövmeyen dizini döver', 'kadının karnından sıpayı, sırtından sopayı eksik etmeyeceksin', 'beyaz gelinlikle çıktığın eve ancak, kefenle dönersin', 'kocandır, sever de döver de', 'iyi günde kocandı da, şimdi mi kötü oldu', 'dayak cennetten çıkmadır' söylemleri ve anlayışları, şiddetin toplumsal zihniyete ne kadar etkin olduğunu göstermektedir. Böyle bir sosyal ve kültürel yapının ürettiği bireyler de şiddet eğilimli olmaktadır. Genel olarak toplumda ve aile içi şiddetin önlenmesinde temel problem, toplumsal ve kültürel yapıdaki şiddetin bir çözüm aracı olarak kullanılmasının önüne geçmektir. Bu süreç, eğitim yoluyla uzun bir sürede sağlanabilir. Ancak, eğitim salt formel okul kurumlarında değil, yaygın öğretim teknikleriyle ve medyanın etkinliğiyle sağlanmalıdır. Medyada üretilen kültürel ürünler, diziler ve filmlerde şiddet, bir örnek model olarak sunulmamalıdır. Aile, okul ve iş yeri gibi ortamlarda şiddet uygulanmasını en aza indirgemek için, hem erkeklerin, hem kadınların, hem de çocukların eğitilmesi gerekmektedir. Kültürel yapıdaki 'biz' ve 'öteki' ayrımlaşması yerine; empatik düşünebilme, demokrasi ve insan hakları ile hoşgörü kültürünü üretmek önem taşımaktadır. Önce kendini, sonra başkalarını ve toplumu anlayabilmek ve tanımak için, liselerde sosyoloji dersinin zorunlu ve işlevsel verilmesi gerekmektedir. İlkokul, ortaokul ve liselerde rehberlik servislerinde, Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık mezunu öğretmenler yanında, Sosyoloji mezunları da görev yapabilmelidir. Bunun için 'Okul Sosyoloğu' kadrosu ihdas edilerek sosyologlar da rehberlik sürecinde aktif yer alabilirler. Böylece öğrencilere sosyal çevreleriyle bütünlük içinde rehberlik faaliyeti, eşgüdümle yapılabilir. Şiddet eğilimli ve patolojik bireyler daha önceden saptanarak, tedavileri yapılabilir. Okul sosyologları, öğrencilerin aile monografilerini çıkararak aile ve sosyal çevresiyle sosyal danışmanlık yapabilir. Okul-aile işbirliği ve ilişkilerini organize edebilir. Okulun halkla ilişkiler faaliyetini yürütebilir. Risk toplumu bağlamında, sosyal ve kültürel risklere karşı, insanı ve toplumu anlamak ve çözümlemek için sosyologlara ihtiyaç artmaktadır. Sosyal riskleri ve tehlikeleri önceden görebilmek ve sorunlar meydana gelmeden önlem alabilmek için sosyologlara ihtiyaç vardır. Bireysel, psikolojik ve sosyal sorunların çözümü için, Türk toplumunun özünde bulunan dayanışma ve yardımlaşma önem taşımaktadır. Aile üyelerinin birbirini desteklemesi ve sorunların çözümü için birliktelik ruhu gibi aile değerleri, toplumsal anominin (kuralsızlık, normsuzluk) yol açtığı problemleri aza indirgeyecektir" ifadelerini kullandı. 
  "Özellikle alt sosyal tabakanın yaşadığı semtler olmak üzere kentlerin bütün semtlerinde devletin, 'Aile Danışma Merkezleri' açması şarttır" diyen Bayhan, sözlerine şöyle devam etti: ...
http://www.zaman.com.tr/aile-saglik_siddet-nasil-onlenir_2058309.html

24 Şubat 2013 Pazar

Nar kabuğu çok etkili bir ilaç!


Gazi Üniversitesi Gazi Eğitim Fakültesi Kimya Eğitimi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr.İbrahim Uslu , narın insan sağlığına faydalarının saymakla bitmeyeceğini, bu nedenle de bol bol tüketilmesi gereken bir meyve olduğunu söyledi.

Uslu, ''Nar bağışıklık sistemini güçlendirerek, bizleri başta kanser olmak üzere pek çok hastalıktan da korumaktadır. İçerdiği flovanoidler, vitaminler, polifenoller, antosiyaninler, taninler vasıtasıyla kolesterol ve şekeri de dengeleyen özellikle hicaz narı, kalp ve damar sağlığımızı koruduğu gibi, kanser hücrelerinin de gelişmesini çok önemli oranda engellemektedir'' dedi.

Nar kabuğunun ise Türk halkı tarafından hiç kullanılmadan çöpe atıldığına dikkati çeken Uslu, şöyle devam etti:

''Halbuki Çin'deki Instutute of hygiene and Environmental Medicine (Hijyen Enstitüsü ve Çevresel Tıp Bilimi) kuruluşunun yaptığı son araştırmalara göre, nar kabuğu , suyuna göre daha fazla oranda değerli bileşikler içermektedir. Yani nar suyu bir ilaç gibi sağlığımız için faydalıdır, ancak kabuğu suyundan daha fazla değerlidir. Nar kabuğu içinde bulunan ellagik asit, başta meme kanseri olmak üzere hemen hemen tüm kanser türlerini hem önleyici hem de iyileştirici faydalar sağlamaktadır.''
http://www.samanyoluhaber.com/saglik/Yapilan-bu-buyuk-yanlistan-donun/954481/

Kolesterolü nasıl bilirdiniz?


Yıllar önce yaşanan kolesterol tartışması yine gündemde. Kimi doktorlar, ilaçların faydasız hatta zararlı olduğu görüşünde, kimisi ise damar tıkanıklığıyla savaşta büyük bir silah olduğunu savunuyor. Doktorlara sorduk: “Siz kolesterol ilacı kullanır mıydınız?”
Geçtiğimiz günlerde dünyaca ünlü kolesterol uzmanı Philippe Even, ‘kötü kolesterol’ün ilaç endüstrisinin ürettiği bir yalan olduğu iddiasını attı ortaya ve cadı kazanı kaynamaya başladı. Aslında bu tartışma çok yeni değil, zira iki yıl önce Prof. Dr. Canan Karatay, Prof. Dr. Ahmet Aydın ve uzman biyolog Mevlüt Durmuş’un başını çektiği bir grup doktor da aynı iddialarla gelmişti gündeme, dolayısıyla kolesterol tartışması da. Temel argümanlarıysa ilaçların faydasının ilaç şirketlerince abartılması, hücre öldürücü etkisinin yanı sıra yan etkilerinin çokluğuydu. Dahası ‘kolesterol ilaçlarını şiddetle tavsiye eden bazı doktorların ilaç şirketlerinden nemalandığını’ söylemeleri kardiyoloji uzmanlarından büyük tepki aldı. Çoğu kardiyoloji uzmanına göre bu ilaçlar kolesterolü düşürerek damar tıkanıklığıyla savaşta büyük bir silah çünkü. Yan etkileri de her ilacınki kadar. Tüm bu hengamede güme gitmemesi gereken “Siz hasta olsanız kolesterol ilaçlarını kullanır mısınız?” sorusunu doktorlara sorduk.

‘Zerre kadar tereddüt etmem’

Ali Soner Demir / Kardiyoloji uzmanı-Fatih Üniversitesi Sema Hastanesi:Zararlı olan kolesterol değil, fazlası. Ancak bu maddenin kandaki yüksekliği tıkayıcı damar hastalıklarının en önemli sebeplerinden. Kolesterol haplarının faydasız ve kandırmaca olduğu iddialarına gelince, kolesterolün daima zararlı olduğunu, tamamen yokedilmesi gerektiğini savunmuyoruz ki. O mantıkla gidersek vücudun şekere ihtiyacı olduğu için şeker komasına, suya ihtiyacı olduğu için de akciğer ödemine müdahale etmemek gerekir deme yanılgısına düşeriz. “Herkes öyle sanıyor amaaa..” diyerek birşeyler söylemek her zaman iyi reyting yapıyor ondan herhalde. İlaç şirketleri arasında da ticari anlamda aşırı hırslılar çıkabilir tabii. Ama bir kardiyoloji uzmanı olarak kolesterol sorunum olsaydı, zerre kadar bile tereddüt etmeden ilaç kullanırdım.

‘Herkese verilmesi yanlış’

Sinan Coşkun Turan / Kardiyoloji uzmanı-Central Hospital: “Kolesterolün yüksekliği savunma mekanizmasıdır.” veya “Kişiyi korur.” demek, “Yüksek şeker veya yüksek tansiyon kişiyi korur.” demekle eşdeğer. Kolesterol düşürücü ilaçların (statinler) kolesterolü hafif-orta düzeyde yüksek olan sağlıklı bireylere veya çoklu risk faktörü olmayan herkese verilmesi tabii ki yanlış. Bu ilaçları hangi hastaların kullanması gerektiği tüm dünyada kabul edilmiş ve sınırları net olarak çizilmiştir. Kalp krizi geçirenler, koroner by-pass olanlar, diyabetikler, koroner arter hastalığı, periferik arter hastalığı olanlar ve çoklu risk faktörleri (yüksek tansiyon, obezite, şeker vs.) olanlar bu ilacı kullanmak zorunda. O şartlar oluşsaydı ben de kullanırdım.

‘İlacın etkisi varsa yan etkisi de olacaktır’

Deniz Şener / Kardiyoloji uzmanı-Memorial Hastanesi: Hepimizi yakından ilgilendiren yüksek kolesterolün bilinenin aksine o kadar da önemli olmadığını iddia edenler dikkat çekiyor kamuoyunda. Bu da konuyu canlı tutuyor. “Bilim dünyası ikiye bölünmüş durumda.” gibi lanse ediliyor. Ancak öyle değil kolesterol ve ilaçları savunan kişi sayısı binlerce diğerleri iki-üç. Kolesterol ilaçlarına karşı çıkanların en büyük gerekçesi ilaçların yan etkileri. Damar tıkanıklığının tedavisinde faydası kanıtlanmış. Ama bir ilacın etkisi varsa yan etkisi de olur. Buradan yola çıkıp kolesterolü tamamen zararsız görmek de yanlış olur. Kötü niyetli ilaç şirketleri konusundaysa hekimlere büyük iş düşüyor. İleride gerekirse ben de kullanırım, sevdiklerime de kullanmalarını tavsiye ederim.

‘Bu haplar kanser ilacı olabilir’

Mevlüt Durmuş / Uzman biyolog:Kolesterol hapları ilaç şirketlerinin bir kandırmacası. Bunun birçok nedeni var. İlki ilaç şirketlerinin göreceli fayda ve mutlak fayda kandırmacası. Örneğin deneyde ilaç verilmeyen kolesterol hastası yüz kişiden 6’sı damar tıkanıklığından ölmüş, ilaç verilendeyse ölüm 3 kişi. “Yüzde 50 etkili” diyorlar o yüzden ilaç için, oysa yüz kişiden yalnızca 3 kişiye fayda sağlamış. İkincisiyse ‘Yan etkiler önemsizdir.’ kandırmacası. İlaçların (statinlerin) hücre öldürücü (sitotoksik) özelliklerinden kaynaklanan yan etkiler ve etki mekanizmasında söylenmeyenler hayli ciddi. Söz konusu ilaçların sitotoksik ve kanserojik olduğu ilk çalışmalardan beri biliniyor. Kas erimesinden hepatite hatta iktidarsızlığa kadar gidebiliyor bu etkiler. Kesinlikle kullanmam, aileme de kullandırmam. Bu ilaçlar ancak ileride kanser ilacı olabilecek düzeyde hücre öldürücü ilaçlar çünkü.

‘Şebeke suyuna da ilaç katacaklar!’

Prof. Dr. Ahmet Aydın / İ.Ü. Cerrahpaşa Tıp Fak. Çocuk Metabolizma ve Beslenme Anabilim Dalı Başkanı: Bugün ortaya atılan tartışma bundan 2 yıl önce gündeme getirdiğimiz kolesterol ilaçlarının kandırmacadan ibaret olduğunu doğruluyor. Haplar bu kadar faydalı olsa, icat edilmediği dönemlerle kıyasladığımızda kalp ve damar hastalıkları bu kadar artmazdı. Koroner kalp hastalarına baktığımızda yarısının kolesterolü normal, yarısınınki yüksek. Diyelim kolesterolünüz yüksek, bunu düşürerek hastalıktan kurtulabiliyor musunuz? En fazla yüzde 1-2 oranında...
http://www.zaman.com.tr/cumaertesi_kolesterolu-nasil-bilirdiniz_2057148.html

19 Şubat 2013 Salı

Öksürük ve bronşite karşı ayva suyu için


Kış aylarında sıkça görülen üst solunum yolu enfeksiyonlarının önüne geçilebilmesi için uzmanlar, ayva suyunun içilmesini öneriyor.
Ayva suyu, yüksek mineral ve bol vitamin içeriği sayesinde birçok hastalığa karşı koruma sağlıyor. Özellikle soğuklarda ortaya çıkan öksürük, anjin, bronşit gibi hastalıkların tedavisinde ayva suyu oldukça etkili oluyor. Ayva suyu içeriğindeki C vitamini, kalsiyum, demir, protein ve karbonhidratlar ile birçok hastalığa karşı kalkan görevi görüyor. Erciyes Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Beslenme ve Diyetetik Bölüm Başkanı Prof. Dr. Neriman İnanç, “Soğukların artmasıyla birlikte üst solunum yolu enfeksiyonlarında önemli bir artış gözleniyor. Vitamin açısından güçlü meyve suları bu hastalıkların yayılmasını engellerken, özellikle ayva suyu yoğun C vitamini içermesi ile tedavi sürecinde etkili oluyor. Ayrıca antiseptik özelliği bulunan malik asit ihtiva etmesi sayesinde enfeksiyonel hastalıklardan koruyor.” ifadelerini kullanıyor...
 http://www.zaman.com.tr/aile-saglik_oksuruk-ve-bronsite-karsi-ayva-suyu-icin_2055410.html

14 Şubat 2013 Perşembe

Baş ağrılarından kurtulmak için bunları yapın!


Kişinin günlük aktivitelerini yapmasını engelleyen ve onu sosyal yaşamdan soyutlayabilen bu ağrılarda doğru tedavi, sorunun kaynağına inilmesi ile mümkündür. Memorial Ataşehir Hastanesi Baş Ağrısı Merkezi'nden Prof. Dr. Macit Selekler , baş ağrıları ve tedavi yöntemleri hakkında bilgi verdi.

5 HASTADAN 4'Ü MİGREN SORUNU YAŞIYOR

Dünya Sağlık Örgütü'nün 2011 raporuna göre;baş ağrısı nedeniyle doktora başvuran hastaların %30'u migren, %35'i gerilim tipi baş ağrısı, %12'si ise migren ve gerilim tipi baş ağrısından şikayetçidir. %6 oranında aşırı ilaç kullanımı nedeni ile baş ağrısı görülmektedir. Bunların çoğunun kökeninde migren yatmaktadır. Baş ağrısı yakınması ile doktora giden her 5 hastadan 4'ünün migren ve gerilim tipi baş ağrısında şikayetçi olduğu görülmektedir.

IŞIK SES VE KOKULAR HAYATINIZI ÇEKİLMEZ KILABİLİR

Migren , gerilim tipi baş ağrısına göre daha ciddi bir tablodur. Gerilim tipi baş ağrısı, hafif veya orta derecede; migren ise orta veya şiddetli derecede bir baş ağrısıdır. Kişinin günlük işlerini yerine getirmesini engeller. Ayrıca migrene; ışık, ses ve kokulardan rahatsızlık ile bulantı ve kusma eşlik edebilir. Gerilim tipi baş ağrısı basit ağrı kesicilere daha iyi ve daha düşük dozda cevap verir. Migren ve gerilim tipi baş ağrısının tetikleyicileri birbirine yakınlık gösterir. Son yıllarda gerilim tipi baş ağrısı ve migrenin kökende aynı olduğu, bu ağrının migrenin daha hafif bir formu olduğu düşünülmektedir.

TEDAVİDEN ÖNCE KORUNMA ÖNEMLİDİR

Baş ağrılarının yaşamı olumsuz etkilememesi için önce ağrı tiplerini tanımak gerekir. İlk adım, tedaviden önce korunmadır. Migren ve gerilim tipi baş ağrısı kısaca kişi kendini ruhsal ve fiziksel olarak hırpaladığında ortaya çıkar. Her insanın tetikleyicileri farklılıklar göstermekle beraber temelde benzer özellikler gösterir.

BAŞ AĞRILARINDAN KURTULMAK İÇİN

• Düzenli uyku: Her gün belirli zamanlarda uyuyup uyanmalısınız. Hafta sonları çok fazla, hafta içi ise çok az uyumak sakıncalıdır. Çoğu erişkin için gece ihtiyaç duyduğu uyku süresi yaklaşık 6-8 saattir. Uykudan baş ağrısı ile uyanmak olası bir uyku bozukluğunun göstergesidir.

• Düzenli beslenme: Kan şekerinin düşmesi, baş ağrısını tetikleyebilir. Günde üç kez, düzenli aralıklarla, protein, meyve, sebze ve karbonhidrat içeren öğünler tüketilmelidir. Çok fazla şeker, kan şekerinin hızlı yükselmesine ve bu da tekrar hızlı düşmesine yol açar; sonuç olarak baş ağrısını tetikleyebilir.

• Yeterli ölçüde rutin egzersiz: Haftada 3- 5 kez yapılan yeterli ölçüde egzersiz, stresinizin azalmasına ve bedensel olarak formda kalınmasına yardım edecektir. Aşırı veya düzenli yapılmayan egzersiz ise baş ağrılarını tetikleyebilmektedir.

• Bol miktarda sıvı tüketmek: Normal bir erişkin gün içerisinde bol miktarda su içmelidir. Dehidratasyon yani vücudun susuz kalması, baş ağrısına neden olabilmektedir.

• Kafein, alkol ve ilaç alımını sınırlandırmak: Kafein uyarıcı bir maddedir ve kullanan kişilerde kafein yoksunluğu baş ağrısına neden olabilir. Kafeinin kaynağı genellikle kahve, çay, asitli içecekler ve kafein içeren ağrı kesicilerdir. Baş ağrısı için kullanılan herhangi bir ilaç, çok uzun sure ve sık alındığında baş ağrısı ortaya çıkabilir. Haftada 1-2 defa ağrı kesici kullanmak sakıncalı olmayabilir. Ancak sürekli olarak, haftada üç günden fazla bu ilaçların kullanılması baş ağrısına yol açar.

• Stresi azaltmak: Stres, baş ağrısında bir artışa yol açabilir. Gevşeme, nefes egzersizi, meditasyon ve stres yönetimi kullanılabilecek yöntemlerdir.

• Depresyon tedavisi: Kişinin sıklıkla depresif bir duygu durumunda olduğu görülüyorsa uzman yardımı alması baş ağrısının etkin bir şekilde tedavi edilmesi için önemlidir.
http://www.samanyoluhaber.com/saglik/Bas-agrilarindan-kurtulmak-icin-bunlari-yapin/947064/

13 Şubat 2013 Çarşamba

İslam’da evlilik yaşı


Uzun zaman oldu, bir İslam ülkesinde görev yapan bir müftünün başlangıç noktasını 10-12 olarak belirlediği küçük yaşlardaki kız çocuklarının evlendirilebileceğine dair vermiş olduğu fetva özellikle Batı dünyasında çok büyük tartışmalara kapı açtı.
O dönemlerde almış olduğumuz konu ile alakalı soruya cevap vermeye çalışacağım bu yazıda. Müftü o fetvasında(!) “bayanlarda evlilik yaşının 25’e çıkartma çabalarının yanlış olduğunu, İslam’a göre 10 ile 12 yaş arasında bayanların fıtraten evlilik fonksiyonlarını eda edebileceğini ve babaanne-anneannelerinin o yaşlarda evlendiğini” söylüyordu. Müftünün delil olarak ortaya sunduğu iki şey –ki zaten okuyucu da sadece bunları soruyor- ekseninde sınırlandırmaya çalışacağım yazıyı.
    Dikkat ederseniz 2 şey söylüyor müftü; o yaşlarda bayanların fıtraten evliliğe hazır olduğu ve babaanne-anneanne misalleri üzerinden kendi kültürü. İkincisinden başlayalım; sosyal, siyasal, ekonomik, coğrafî vb. özelliklerin belirleyici olduğu kültürel bir olguyu –doğruluğu ve yanlışlığını tartışma ayrı bir mevzu- o bölgede yaşayan nüfusun dinî kimliğinden hareketle İslam ile özdeşleştirme ve “İslam’a göre” demek tek kelime ile yanlıştır. Din ekseninde dün, bugün ve ihtimal yarın da yaşadığımız ve yaşayacağımız birçok kafa karışıklığının altında maalesef bu yaklaşım vardır. Bir şeyin dinî olması ile örfî olması ve/ya dinin o şeye onay vermesi birbirinden farklı şeylerdir.
    Burada şu itiraz yapılabilir; 15 asırdır ve neredeyse yüzde yüz nüfusun Müslüman olduğu coğrafyada var olan o kültürel olgu, mutlaka dinden cevaz almıştır; almıştır ki uygulama alanı bulmuş ve bugünlere gelmiş; aksi halde bu zihniyet ve uygulamanın günümüze kadar gelmesi imkânsızdır. Doğrusu bu yaklaşıma itiraz edecek ve bu itirazı temellendirebilecek bir delile sahip değilim. Katılıyor ve ben de aynen böyle düşünüyorum.
    Ama doğru mu bu yaklaşım? Bence yanlış. Neden? Çünkü dün-bugün mukayesesi içinde sorgulama yok. Zihnî önkabuller etkin. Kim bilir belki dün, dünkü hayat şartlarında doğru olan bu şey bugün yanlıştır. İşte eksik olan bu. Mezkûr olgu yanlış olabilir zihniyetiyle meseleye yaklaşıp dinî delilleri yeniden ele alma, ulemadan bize intikal eden mezkûr görüşleri Kur’an ve sünnet hakemliğinde yeniden sağlamasını yapma; bunu yapmıyor ve mevcudu olduğu gibi kabullenme kolaycılığına kaçıyoruz.
    İkincisi ise; 10-12 yaşları arasındaki kızların fıtraten evlilik fonksiyonlarını eda edebilecek çağa ulaşmış olmaları. Gerçekten öyle mi? Neyi kastediyor müftü? Biyolojik olgunluğa ermeyi mi? Yani o yaşlardaki kızların akile-baliğa olması, anne olabilecek çağa gelmesini mi? Kocasının hanımı, çocuklarının annesi, kayınvalide ve pederinin gelini olabilecek zihnî olgunluğa ulaşmasını mı? Sevinç ve kederleri ile birlikte hayatın bütün zorluk ve sıkıntılarına göğüs gerebilecek, sevinç ve neşeleri bir eşten, anneden, gelinden ve toplumsal açıdan bakarsak bir fertten beklenenleri karşılayabilecek kemale ulaşmasını mı? Eğer bunların bütününü kastediyorsa, müftümüz içinde yaşadığı dünya gerçeklerinin çok ama çok gerisinde bir yerlerde yaşıyor demektir. İnternet arama motorlarından yapacağı küçücük bir araştırmada uzmanların hep aksi ve aykırı istikamette yerini alan tespitlerini ve delillerini görecektir. Aslında konu İslam’a göre kız olsun-erkek olsun küçük yaşlardaki çocukların evlenmesi ve evlendirilmesi sorusuna kilitli. Ayet, hadis, fıkhî görüşler, bunlar çerçevesinde oluşması gereken gelenek ve tabii ki günümüzün ilminin yaptıkları tespitler kelimenin hakiki manasıyla “İslam’a göre” diyebileceğimiz zemindir. Bu zeminin bazı ayaklarının eksik olması yanlış kanaatlere, söylemlere sürükler bizi. Bugün olan ve soru-cevap ekseninde bu yazının yazılmasına sebebiyet veren de zaten budur.
http://www.zaman.com.tr/ahmet-kurucan/islamda-evlilik-yasi_2053559.html

11 Şubat 2013 Pazartesi

Leyl ü Nehar Aşk

Hiç bulut yoktu ortalıkta birden peydah oldular 
Serinlikle birlikte içime bir korku düştü 
Dedim, menzile ulaşacaksan geç kalma acele tut 
Sonra sellerle kapaklanırsın yere yüzüstü

Hani hasat sonrası tarlalardan topladıkları başakları 
Yuvalarına nasıl kımıl kımıl taşırsa karıncalar 
Ben de senin sevgini taşıdım yüreğimin doruklarında 
Damıtılmış bir ömür boyu leyl ü nehar

Vakit gurup vaktidir rüzgarsa hoyrat esiyor 
Bir vaha görünmüyor ıhtı ıhacak deven 
Yıldızlara bakıp bakıp ahkam kesiyor 
Kendi dikenleriyle taçlanan yorgun keven

Sor şu yol kenarındaki meyvesiz karaağaçlara 
Kaç yolcu geçmiştir bu yollardan senden önce 
Şu çeşme, şu ören, şu düşek tanıklık etsin 
Aşk nedir; edebi, erkanı nice

Alazsız, dumansız bir yangının ortasındayım 
Sesim daha içimdeyken kavrulup dökülüyor 
Yakınımdan geçseler bütün kuşlar kül olur 
Yanan binam kerpiç kerpiç sökülüyor

Seni sevdiğimi yine gururla haykırıyorum işte
Gemi azıya alarak kişneyip kaçan ufuklara
Alnınızdaki beyazlık, ayaklarınızdaki seki benim sevgimdir
Benim sevgilimdir yeni besteler yapan sonsuzluklara...
http://yagmurdergisi.com.tr/archives/konu/leyl-u-nehar-ask

9 Şubat 2013 Cumartesi

Yemekleri yanlış sıralama ile yiyoruz


Müslümanın Diyeti' adlı kitabın yazarı Kemal Özer, Keçiören Belediyesi'nin düzenlediği programda Müslümanların nasıl beslenmesi gerektiğini anlattı.
Yunus Emre Kültür Merkezi'nde gerçekleştirilen programda konuşan Kemal Özer, Türkiye'de her 3 kişiden birinin şişman ya da obez olduğuna dikkat çekti.
        Hastalığın toplumun yüzde 99'unu kaplamasının ve sağlık harcamalarının artmasının sorunun varlığına işaret eden belirtiler olduğunu söyleyen Özer, "Kanser tedavisi gören insan sayısı 650 binin üzerinde ve sürekli artıyor. Her yıl 150 bine yakın insanı kanserden kaybediyoruz. Oysa kanser bu kadar korkunç bir hastalık değildir. Kanserden bu kadar çok insanın ölmesi de ürkütücüdür. 15 milyon diyabet hastasının, 4 milyon böbrek hastasının olduğu bir ülkede 650 bin kanser hastası büyük bir rakam değil. Kanser tedavi edilebilir bir hastalıktır. Diyabet tedavi edilebilen bir hastalık değildir, mikrobik bir hastalık değildir. Kanser mikrobik bir hastalıktır. Asıl korkmamız gereken hastalıklar korkunç gösterilmiyor." dedi.
        "PERHİZ TEDAVİNİN BAŞIDIR"
        Özer, Hz.Muhammed'in (sav) "Mide, hastalıkların elidir." hadisini hatırlatarak, "Neden hastalandığımızın yeri belli; mide. Perhiz ise tedavi ve ilaçların başıdır. İlaç eczaneden alınan değil, perhizdir. Her vücudu alışık olduğu coğrafyanın ürünleri ile beslemeliyiz. Kendi coğrafyanızın gıdasını yiyin. Müslüman helal, temiz olanı yiyecek, israf yapmayacak." diye konuştu.
        Sofraya oturan bir Müslümanın midesinin en fazla üçte ikisini doldurması gerektiğini vurgulayan Özer, "Mümin midesinin üçte birini su ile kalan üçte ikisinin de yarısını yemekle doldurmalı. Kalanı da boş bırakmalı. Böylelikle sağlıklı ve sorunsuz bir beslenme sağlanıyor." bilgisini paylaştı.
        "YEMEKLERİ YANLIŞ SIRALAMA İLE YİYORUZ"
        Yemek kültüründeki mevcut sıralamanın yanlış olduğunu kaydeden Özer, şöyle devam etti: "Sofrada ilk önce su içilmeli, ardından tatlı yenilmeli. Daha sonra salata ve meyve ile ara öğün yapılmalı. Ardından katı ana yemek dediğimiz yemeklere geçilmeli. Son olarak ise sulu yemekler tüketilmeli. Mevcut tüketim kültürü tam da bu yüzden sağlıksız. Yemekleri yanlış sıralama ile ve hızlı yiyoruz. Eğer yemek sıralaması önerdiğim şekilde olursa birçok hazımsızlık ya da sağlık sorunu kendiliğinden çözülecektir."
        NE YEMELİ, NE YEMEMELİ?
        Hz. Peygamber'in (sav) "Akşam yemeğinin terki ihtiyarlık sebebidir." hadisini aktaran Özer, Hz.Peygamber'in (sav) sabah ve akşam yemeği yediğini, ancak öğle yemeği yediğine dair herhangi bir bilgi bulunmadığını ifade etti...
http://www.zaman.com.tr/aile-saglik_yemekleri-yanlis-siralama-ile-yiyoruz_2050082.html

Tehlikenin farkında mısınız? Eğer öksürüyorsanız.


Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Göğüs Hastalıkları Öğretim Üyesi Prof. Dr. Nurdan Köktürk , KOAH 'ın nefes yollarında mikrobik olmayan bir iltihaplanmaya bağlı oluşan ilerleyici bir akciğer hastalığı olduğunusöyledi.

Köktürk, hastalığın en önemli belirtileri arasında sinsice başlayan ve giderek şiddetini arttıran nefes darlığıyla kronik öksürük ve balgam çıkarma olduğunuvurgulayarak, şöyle devam etti:

''Bu hastalık çok önemli bir sağlık sorunu olmasına rağmen ne yazık ki kamuoyu tarafından yeterince iyi tanınmamaktadır.Toplumumuzda 40 yaş üstü her 5 kişiden birinde KOAH vardır. Ülkemizde bulunan 3-5 milyona yakın KOAH'lı hastanın sadece 300-500 bini kendisinde KOAH olduğunu bilmektedir.Ayrıca Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre,KOAH tüm dünyada yaklaşık 50 milyon insanı etkilemekte ve her yıl 3 milyon kişi bu hastalık nedeniyle ölmektedir.''

-Nefes ölçüm testi-

Basit ve ağrısız bir test olan ve 'spirometri' denilen nefes ölçüm testiyle kişinin KOAH olup olmadığının kolayca saptanabildiğini belirten Köktürk, "40 yaş üstü sigara içmiş ya da içmekte olan ve meslek icabı ya da çevresel ortam gereği tozlu ortamlarda bulunan kişilerde müzmin seyirli öksürük, balgam ve nefes darlığı yakınmalarından en az birinin bulunması halinde kişinin bir göğüs hastalıkları uzmanı tarafından görülüp 'nefes ölçüm testini' yaptırması gerekir" dedi.

AA
http://www.samanyoluhaber.com/saglik/Tehlikenin-farkinda-misiniz-Eger-oksuruyorsaniz/943955/

7 Şubat 2013 Perşembe

Diyet yaptığınız halde kilo veremiyor musunuz?


Diyet yaptığınız halde kilo veremiyor musunuz? Gerçek anlamıyla kilo kaybı vücudumuzdaki yağları kaybetmekten geçiyor.
Peki bunu nasıl başarabiliriz ve yağ yakma oranınızı nasıl hızlandırabilirsiniz? 

http://www.zaman.com.tr/multimedia_getGalleryPage.action?sectionId=1&type=foto&galleryId=133458&activePic=1#