Popüler Yayınlar

31 Mart 2013 Pazar

Çocukların gelişmesini engelleyen büyük yanlış!


Elektromanyetik Kirliliği Önleme, Ölçme, Araştırma ve Eğitim Derneği (TEMKODER) Başkanı Mehmet Bayramoğlu,  büyüme hormonunun, yaklaşık 25 yaşına kadar gece saatlerinde salgılandığını söyledi. Bu hormonunun ışık ve elektromanyetik dalgalardan olumsuz etkilendiğine dikkati çeken Bayramoğlu, "Çocukların sağlıklı büyüyebilmesi için yatak odalarında cep telefonu ya da bilgisayar gibi elektromanyetik dalga yayan hiçbir cihazın bulunmaması gerekiyor" dedi.

Mehmet Bayramoğlu, bu konuda farkındalık oluşturmak için İçişleri ve Milli Eğitim bakanlıklarıyla iş birliğine giderek, "Elektromanyetik Kirlilik Konusunda Çocuklarımızı Bilinçlendirme Projesi" başlattıklarını, bu kapsamda başkentte 52 okulda yaklaşık 7 bin 500 çocuğa seminer verdiklerini anlattı.

"Artık teknolojisiz bir yaşam mümkün değil" ifadesini kullanan Bayramoğlu, çocukları teknolojinin olumsuz yanlarına karşı uyardıklarını, teknolojiyi doğru kullanmalarını sağlayacak önerilerde bulunduklarını dile getirdi. Baz istasyonları, cep telefonları, dizüstü bilgisayarlar ve kablosuz modemler gibi elektronik cihazların yaydığı elektromanyetik dalgalar hakkında bilgi verdiklerini ve bu cihazların nasıl kullanılması gerektiğine ilişkin uygulamalı deneyler yaptıklarını söyleyen Bayramoğlu, öğrencilerin bu seminerleri ilgiyle takip ettiğini bildirdi.

'BEDAVA DAKİKALAR KALDIRILSIN'

Cep telefonu operatörlerinin bedava dakika kampanyalarının, cep telefonuyla konuşmayı teşvik ettiğini ve çocukların daha fazla elektromanyetik dalgaya maruz kalmasına neden olduğunu söyleyen Bayramoğlu, şöyle devam etti:

"Cep telefonuyla ne kadar çok konuşursanız o kadar kulağınızın, başınızın ağrıdığını, yüzünüzün kızardığını hissedersiniz. Seminerlerde uzun süreli cep telefonuyla konuştuktan sonra başımızın konuşmadan önceki ve sonraki termal görüntülerindeki farklılığı gösterdik. Dernek olarak bedava dakikaların sınırlandırılmasını ya da tamamen kaldırılmasını talep ediyoruz."
http://www.samanyoluhaber.com/saglik/Cocuklarin-gelismesini-engelleyen-buyuk-yanlis/979505/

30 Mart 2013 Cumartesi

'Altın öğün' sayesinde vücut güne hızlı başlıyor


Beslenme ve Diyetetik Uzmanı Özge Akar, 'altın öğün' olarak adlandırılan kahvaltıyı ihmal edenlerin metabolizmasının yavaş çalıştığını söyledi.
Kahvaltının önemine dikkat çekerken insan vücudunu bir makineye benzeten Akar, "Vücudu bir makine gibi düşünürsek, devreye girebilmesi için güne 'altın öğün' dediğimiz kahvaltıyla başlamak gerekiyor. Güne kahvaltısız başlayanların metabolizması yavaş çalışıyor. Vücut ihtiyaç duyduğu hızlı başlangıca ulaşamayacağı gibi, enerji sıkıntısı da yaşıyor" dedi.  
  BÜYÜK YANLIŞ: KAHVALTIDA KOLA 
  İş yoğunluğu, okul saatlerinin erken olması ve çalışan anne sayısının giderek artması gibi çeşitli nedenlerden dolayı kahvaltı alışkanlığının giderek unutulduğunu belirten Akar, "Hatta simit, poğaça, tost gibi yiyeceklerle ve bunların yanında hazır meyve suları, kolalı içecekler gibi kalorisi yüksek besinlerle geçiştirilme oranı her geçen gün artıyor. Tüm bunlar özellikle çocuklarda obeziteye zemin hazırlıyor. Oysa kahvaltı kalp hastalıkları, tansiyon, şeker hastalığı ve obeziteden korur. Kahvaltı yapılmadığında ise vücut yağ depolamaya başlar" dedi.  
  ÇİKOLATA DEĞİL PEKMEZ 
  Beslenme ve Diyetetik Uzmanı Özge Akar, kahvaltıyla ilgili şu önerilerde bulundu: 
  "Kahvaltıda mutlaka süt, yumurta, peynir gibi temel protein kaynakları, domates, havuç, salatalık gibi sebzeler ve temel karbonhidrat kaynağı ekmek bulunmalı. Özellikle çocuklar ve yaşlılar kahvaltıda mutlaka kaliteli protein olarak adlandırdığımız yumurta yiyerek güne başlamalı. Protein çocuklar için diş ve kemik yapısını korurken yaşlılarda kemik erimesinin önüne geçer. Sürülebilen çikolata, bal, reçel gibi tatlılar yerine kan yapan ve kemiklerin gelişimini sağlayan, kalsiyumdan zengin pekmez tercih edilmeli...
 http://www.zaman.com.tr/aile-saglik_altin-ogun-sayesinde-vucut-gune-hizli-basliyor_2070995.html

23 Mart 2013 Cumartesi

Ter, egzamayı tetikliyor


Halk arasında çocukluk egzaması olarak bilinen ''atopik dermatit''e yakalanmamak için polyester, naylon, deri gibi tahriş edici ve dar elbiselerin tercih edilmemesi gerektiği bildirildi.
Karadeniz Teknik Üniversitesi (KTÜ) Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Fazıl Orhan, AA muhabirine yaptığı açıklamada, atopik dermatitin vücutta bazı hücrelerin reaksiyonu, kronik iltihaplanma olduğunu söyledi. 
 Rahatsızlığın çocuklarda çok küçük yaşlarda görülmeye başladığını belirten Orhan, ''Atopik dermatit, yaklaşık 2-3 aylıkken başlar. Esas belirtisi deride kızarıklık, sivilce gibi döküntüler ve kaşıntıdır. Önce alın ve yanaklarda başlar, sonra saçlı deri ve çeneye yayılır'' dedi
  -''Terleme egzamayı şiddetlendirir''   
Atopik dermatiti en fazla uyaran etkenlerden birinin ter olduğuna işaret eden Orhan, ''Bunun için yünlü giysilerden uzak durulmalı, pamuklu ve vücuda yapışmayan giysiler tercih edilmelidir. Polyester, naylon, deri gibi tahriş edici ve dar elbiselerden kaçınılmalı. Bunlar terlemeye neden olarak egzamayı şiddetlendirir'' diye konuştu. 
Atopik dermatit hastalarının terledikten sonra mutlaka banyo yapması gerektiğini vurgulayan Orhan, şunları kaydetti: 
''Tek başına banyo cildi kurutan bir uygulamadır. Bu yüzden banyo sonrası mutlaka nemlendirici kullanılması gerekir. Sabun ya da şampuanın olabildiğince az kullanılmasını öneriyoruz. Ilık su ile hemen terin vücuttan atılarak nemlendirici kullanılması gerekiyor.'' 
  -''Besin alerjisine dikkat edilmeli''- 
 Orhan, atopik dermatit hastalarının üçte ikisinde hastalığa alerjinin de eşlik ettiğini anlatan Orhan, ''Bu nedenle hastalara alerji testi yapıyoruz. Özellikle besin alerjilerine etken bir duyarlılık söz konusuysa hastaya bu besinden uzak durmasını öneriyoruz. Hastaya yönelik özel diyetler hazırlatıyoruz'' dedi. 
         (AA)
http://www.zaman.com.tr/aile-saglik_ter-egzamayi-tetikliyor_2068474.html

Bu tür oyuncaklarla oynayan çocuklar daha zeki!


Üç boyutlu maketlerle çocukların kendi planlarını yapma ve uygulama imkanı bulacağını söyleyen Pal Eğitici Oyun ve Oyuncak Akıl Oyunları Uzmanı Osman Metin, eğitim ve kariyer hayatını da başarılı kıldığını dile getiriyor.
 
Üç boyutlu maket ve oyuncak larla çocukların edilgen değil, etkin olacağını dile getirirken Osman Metin, “Farkındalığın gelişmesi önemli bir adım. Çocukların duyduğu ya da izlediği şeylerin farkına varması geleceklerini şekillendiriyor. Üç boyutlu maketler çocukların genel kültürlerini, el becerileri ve üretkenliklerini de geliştiriyor. Bu eserler dünyaya mal olmalarındaki güzelliklerinin yanında kendilerine has bir hikâyelerinin olması ve geçmiş yaşamdan orijinal örnekler olması bakımından çok önemli konumdalar. Eyfel kulesinin ismi neden Eiffel, Taç Mahal’i kim yapmış, özgürlük heykelini Amerika’ya hangi ülke hediye etti, Ayasofya’nın tarihi, Galata kulesini kimler yaptı. Bu soruların cevaplarını çocuklar üç boyutlu maketleri yaparak öğreniyorlar. Çocukların dış dünyayı algılaması ve onu sorgulaması adına bu maketler çok önemli." diyor.
 
Üç boyutlu oyuncakların çocuğun kendini dinlemesi ve tanıması adına güzel bir fırsat sunduğunu belirten Metin, çocuk parçaları tamamlarken kendini tanıdığını, eksik ve gelişmiş yönlerini keşfettiğine vurgu yapıyor.
 
Metin, "Özellikle  zor parçaların yerleştirilmesinde kendini daha da zorlayarak kabiliyetlerinin gelişimini sağlıyor. Bazı durumlarda etrafından yardım almasının yolu açılıyor. Yaptıkları bu şaheserlerin maketlerini evlerinin değişik köşelerine de koyarak kendilerine olan özgüvenlerini de arttırıyor. Ebeveynler bu tür çalışmalarda çocuğun kendi başına yapmalarına izin vermeli ve aşamaları takip ederek ara ara çocuğa yardım etmelidirler.”
 
Çocukların kendisini duyacağı, plan yapacağı, karar vereceği bir ortamda bırakmak gerektiğini belirten Metin sözlerini şöyle sürdürüyor: “Her maket bir proje. Parçaların birleştirilerek eser yapılana kadar geçen süreçte bir proje çalışması vardır. Çocuk öncelikle bir hedefle karşılaşmakta, hedefi gerçekleştirmek için bir planlama yapılması gerekiyor. Bu planın aşama aşama yapılması gerektiğini öğreniyor. Parçaları doğru kullanma, sıralama yapma, plana uyma gibi konular kişilik gelişiminde okul hayatına ve sosyal hayata uymada önemli bir eğitim modelidir.
 
Bu tür projelerde çocukların başarma duygusu ortaya çıkacaktır. Başarmanın verdiği mutlulukla kendine güvenen bireyler yetişecektir. Özellikle seviyeyi çok zorlamadan başarıyla tanışmaları onları pozitif insan yapacaktır. Yapılan her çalışma başka çalışmalara karşı da yeni bir istek oluşturacaktır. Çalışmayı seven çocukların durağanlığa sevk edilmesi okul başarısını olumsuz etkilemektedir. Okul hayatında aktif katılımın geliştirilmesi ve eğitimin çocukların etrafında geliştirilmesi gerekir. Her makette yeni bir başarı duygusu gelişecek, çocuğun aktif rol almaya yönelik isteğini geliştirecektir.
 
Takım çalışması ruhunu oluşturma adına bir iki çocuğun maket tarzı oyunları birlikte yapmalarına imkan sağlanmalıdır. Çocukların sosyalleşmesi ve kendi karakterlerini ortaya koymaları adına güzel bir fırsattır. Birlikte çalışma, iş bölümü, planlama ve yardımlaşma duygularının gelişmesi sosyal paylaşım duyguları adına çok önemli aşamalar. Aile bireylerinin birlikteliği; çocuklar bu tür çalışmalarda akrabalarını daha yakından tanıma adına onların tepkilerini ölçme farklı davranışlarını algılama adına iyi bir fırsattır. Sabır kavramını zor aşamalarda daha iyi tanıyıp uygulayacaktır.” 
http://www.samanyoluhaber.com/saglik/Bu-tur-oyuncaklarla-oynayan-cocuklar-daha-zeki/973947/

20 Mart 2013 Çarşamba

Çocuklarda yalnız kalma korkusunu nasıl yenebiliriz?


SORU: Şu an 7 yaşında olan oğlum yalnız kalmaktan korkuyor. Ev içinde bir odadan diğerine tek başına gidemiyor. Ayrıca bulunduğumuz ortamda maske, çirkin bir resim, fotoğraf veya heykel varsa orayı terk etmek istiyor. Hatta çirkin (ya da onun gözünde korkunç mu demeli) görünümlü insanlar gördüğünde aynı tedirginliği yaşıyor. Bu tip rahatsızlık ve korkuları yenmesi için ona nasıl yardımcı olabiliriz?

CEVAP: Çocuklarda farklı korkular farklı zamanlarda ortaya çıkabilir ve bazı korkular maalesef ailenin yanlış tutumuyla beslenip kalıcı da olabilir. Bir insanın korkusu onun hayatı işlevlerini devam ettirmede sorun teşkil etmiyorsa o zaman korkuları çok da abartmamak gerekiyor. Öncelikle çocuğunuzun korkusuyla ilgili şaka yapmayın ve o korkusunu çok dillendirmeyin. Yapabileceğiniz bir kaç yöntem tavsiye edebilirim:

1- Çocuğunuz bir odadan bir odaya giderken eğer tek başına gitmek istemiyorsa ona eşlik edin ve diğer odaya beraber geçin. Diğer odaya geçtikten sonra beraber giderken yolda başınıza hiçbir şey gelmediğini anımsatın, yani aslında korkulacak bir şey yok imajı verin ama bunu korkulacak bir şey yok diyerek değil, gördün mu ikimiz buraya beraber geldik ama sen tek başına da gelebilirdin çünkü başımıza hiçbir şey gelmedi, güvendeyiz gibi sakin ve sevecen yaklaşın. Bu birlikte gidip gelme olayını eğer her gün 3 kez yapıyorsanız 3. gün 2’ye indirerek tek başına gitmesi için cesaretlendirmelisiniz. Daha sonra bire ve sonra inşallah tamamen sorun kalmaz.

2- Saklambaç oynayabilirsiniz çocuğunuzla, sonuçta saklambaç oynarken tek başına gidip saklanması gerekiyor, eğer saklambaç oynarken odalar arasında gezinmekte sıkıntı yaşamıyorsa bu durumu bir iki oyun sonunda ona anlatabilirsiniz. Ya da başka bir odaya gidip saklandığında ve siz onu bulduğunuzda ona aferin harikasın seni öbür odada aramıştım ama bulamamıştım diyebilirsiniz. Oyun sırasında korku kelimesini kullanmazsanız daha iyi olur çünkü bu çocuğu daha çok etkileyebilir.

3- Çirkin fotoğraf ve resim hatta çirkin insan ona itici geliyor olabilir, çirkin insan haricinde diğerleri daha az hayatı etkileyici olabilir. Çocuğunuz çirkin (ona göre) bir insan gördüğünde neden öyle düşündüğünü sakince sorun, yok oğlum o çirkin değil diyerek üstelemeyin çünkü o ona göre çirkin. Neyi çirkin olarak algıladığı önemli ve o algıladığı şeyin üzerinden açıklamalar yapmak gereklidir. Çirkinden kasıt nedir çocuğunuz için o önemli çünkü mutlaka o bir yerlerden, arkadaşından, büyüğünden, televizyondan bir tanımlama duymuş olabilir çirkin için ve onun çerçevesinde karşısındakini değerlendiriyor olabilir. Siz çirkinin ne olduğunu anladığınız zaman, ona güzel bir dille aslında çirkinliğin insanın yüz veya vücudundakilerden kaynaklı olmadığını hareketlerinden kaynaklı olduğu üzerinden gidebilirsiniz ama bir anda siz böyle bir açıklama yaptınız diye çocuğunuz o korkuyu bir anda atamayabilir. Her seferinde sakin ve açıklayıcı olmalısınız. Zamanla geçecek bir korku olduğunu düşünüyorum (çocuktan çocuğa değişir ve bu korkunun ilk olarak neden nereden kaynaklandığını da bulmak önemli o yüzden kesin konuşamıyorum)

4- Bir de her türlü korkusu için eğer sizler inançlı insanlarsanız, çocuğunuza Allah'in küçük çocukları koruduğunu, onları çok sevdiğini, onlara zarar gelmesini istemediğini anlatabilirsiniz. Bunun için kendisine küçük dua süreleri okumasını tavsiye edebilirsiniz kendini sen bu süreleri okuyarak koruyabilirsin diyebilirsiniz.

http://www.zamanamerika.com/index.php/tr/2011-07-25-15-57-35/item/1664-cocuk-psikolojisi-cocuklarda-yalnz-kalma-korkusunu-nasl-yenebiliriz

18 Mart 2013 Pazartesi

0-3 Yaş Grubu Çocuklarda Ahlâkî Gelişmenin Temel Taşları

Güzel ahlâklı çocuklar yetiştirmek, her anne-babanın arzusudur. İnsanın aile ve toplum içindeki saygınlığını belirleyen en önemli vasıflardan olan güzel ahlâk, sağlam şahsiyete sahip kişilerde tebârüz etmiş bir özelliktir. Aile ve toplumdaki problemlerin çoğunun temelinde ahlâkî kurallara uyulmaması vardır. “Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim.” buyuran Efendimiz’in (sas) ümmeti olarak bizlere düşen mühim vazifelerden birisi de, çocuk ve gençlerimize güzel ahlâk kazandırmaya çalışmaktır. Bundan dolayı, çocuklarımızın ahlâklarının güzel, karakterinin sağlam olması, bütün anne-baba ve eğitimcileri yakından ilgilendirmektedir.

Çocuk eğitiminin hassas şartları
Güzel bir bahçe düşünün, içinde rengârenk çiçekler var. Her bir çiçeğin kendine has rengi ve insana güzel duygular ilhâm eden kokuları mevcut. O bahçenin güzelliğine o kadar hayran kalıyorsunuz ki, hemen aklınıza “Bu bahçenin bahçıvanı kim?” sorusu geliyor. Daha sonra sadece bahçıvanın değil, toprağın özelliklerini, iklim ve hava şartlarını da düşünmeye başlıyorsunuz. Eğer o bahçede güzel çiçekler varsa, onların yetişmesi için gerekli şartlar bir araya gelmiş demektir. Böyle güzel bir bahçenin yabanî otlarını temizleyen, suyunu ve gübresini veren, toprağın ve çiçeklerin bakımını yapan bir bahçıvanı mutlaka olmalıdır. Aynı zamanda toprak verimli, iklim ve çevre şartları müsait olsun ki, çiçekler bu kadar güzel büyüyebilsin. Çocuklarda da güzel ahlâkî vasıfların ve bunun neticesi güzel davranışların olması için, benzer şekilde bütün şartların bir arada olması gerekir. Misâldeki bahsedilen güzel çiçek ve kokular, çocukların ahlâkî güzellik ve müspet karakterlerine; bahçıvan, anne-baba ve eğitimcilere; farklı renkler, mizaç özellikleri ve genetik yapıya; toprak, çocuğun yakın çevresine; iklim ve hava şartları ise, sosyo-kültürel çevreye benzetilebilir. Çocuklarımızın güzel ahlâklı olması için hem iyi bir bahçıvan ve toprak, hem de uygun bir iklim gerekir. Bahçıvanların olmadığı veya görevlerini yapmadığı bahçelerde, yabanî otların etrafı sardığını görürüz. Toprağın iyi olmadığı yerde güzel çiçeklerin yetişmeyeceğini biliriz. Burada güzel çiçek yetiştirmek için bahçıvana daha çok iş düşmektedir, bahçıvan zemindeki kaya ve çakılları temizlemek durumundadır. Ayrıca havanın çok sıcak veya soğuk olduğu yerlerde de güzel çiçekler yetiştirmek istenirse, çiçeklerin kurumamaları için oranın şartlarını iyi hesap etmek gerekir. Bunun gibi, içinde bulunduğumuz aile ve toplum, karakter gelişmesinde oldukça tesirlidir. Çocuk toplumdan müspet bir tesir aldığında anne-babaların işi daha kolay olur; fakat, tersi durumlarda emekler boşa gidebilmektedir.

Mizaç ve karakter özellikleri 
Mizaç ve karakter, şahsiyetin iki temel unsurudur. Mizaç; ‘huy, tabiat’ mânâsına gelir. Mizaç özellikleri doğuştan gelir, ruhumuzda mevcut bu potansiyel ile meyillerimize uygun genetik ve biyolojik faktörler birbirini tamamlar. ‘Çekingen, dışa dönük, hareketli, cesur veya hassas’ olabilen mizaç özellikleri, hayat boyu devam eder. ‘Can çıkar, huy çıkmaz.’ veya ‘Kişi yedisinde ne ise yetmişinde de odur.’ gibi sözler insandaki mizaç hakikatine işaret eder. Mizaç özellikleri herkesin kendine hastır ve nötürdür. Karakterin teşekkül sürecinde, bunlar bilinerek çocuğa eğitim ve terbiye verilmelidir. Hamur mesabesindeki mizaç özelliklerinin, karakter eğitimi ve irade kuvveti ile şekillendirilmesi gerekir. Misâl olarak, kişinin doğuştan getirdiği inatçı mizacı Bediüzzaman Hazretleri’nin buyurduğu gibi, hayırlı bir yöne kanalize edilebilir. İnatçılık özelliği imânın muhafazasında kullanıldığında sebat ve sabır olarak kendini gösterir. Hayırlı ameller, dinî vazifeler, imânî vasıflar kişinin iç enerjilerini harekete geçirerek karakterin şekillenmesine yardımcı olur. Bunlara ek olarak ruhun terbiye edilmesi, riyazât, ibadet, zikir ve tefekkür karakter ve kişilik özelliklerine tesir eder. Bu türlü tesirler insanın mânevî boyutlarını daha güçlü hâle getirip güzel ahlâkın korunmasına yardımcı olur. Bunun tam tersi olarak kişinin nefsanî boyutlarının (yeme, içme vb.) ön plânda olması kişinin bunlara uymasına sebep olabilir. Dolayısıyla kişinin dürtülerini kontrol edememesine, çabuk tepkiye ve menfî karakter özelliklerinin (bencillik, yalan, empati yoksunluğu vb.) artmasına sebep olabilir. 

Karakter: ‘Diğerlerinden ayırt edici vasıflar’ mânâsına gelir. İyi karakter özellikleri, ahlâkın kişideki mücessem hâlidir. Karakter özellikleri çocuğun mizacında, anne-baba terbiyesi, aile ortamı, kişinin aldığı eğitim ve toplum tesiri ile şekillenir. Ceninin, ilk gününden itibaren anne karnında yaşadıkları ve hissettikleri; bundan daha da öncelikli olarak anne-babanın karakter ve kişiliği, çocuğun mizaç hamurunu kısmen şekillendirir. Mizaç özellikleri doğuştan olduğu için, tamamen değiştirilemez, bu yüzden karakter özelliklerini şekillendirmek daha kolaydır. İyi bir karakter eğitimi ile mizaç özelliklerinden azamî şekilde istifade edilir. Kişinin karakteri; anne-babasından, aldığı eğitim ve terbiyeden, kültürel ve içtimaî özelliklerden renkler taşır. Bu renklerin güzel tonlarının fazla olması, şahsiyetin olumlu gelişmesine yardımcıdır. 

0-3 yaş dönemi
‘Doğan her çocuk İslâm fıtratı üzere doğar; eğer anne-baba Hristiyan ise Hristiyan, Mecûsî ise Mecûsî, Müslüman ise Müslüman olur.’ hadîs-i şerifinde buyrulduğu gibi, doğan her çocuk tertemiz bir fıtrat üzere dünyaya gelir. Anne-baba ile aile ortamı o çocuğun dinî özelliklerine tesir ettiği gibi, karakter ve şahsiyet özelliklerine de tesir eder. Bebeklik döneminde bebekler; kendini, bakım veren kişiyi (anne veya bakıcı gibi), aile üyelerini ve çevreyi tanımaya başlar. Bu safhada annenin davranışları ve çocuğa gösterdiği alâka onun karakterinin ilk temel taşlarını teşkil eder. Annenin çocuğuna karşı vazifelerini yerine getirmesi, çocuğun da kendi vazifelerini yapması açısından çocuğa verilmiş bir mesajdır. Çocuk ağladığında annenin, onun duygularını fark etmeye çalışması, çocuğa başka kişilerin duygularının önemli olduğu fikrini verir. Çocuğun ihtiyaçlarının zamanında karşılanması, yalan ile avutulmaması önemlidir. Bu açıdan annenin veya bakıcının bakım verme kalitesi, ahlâkî prensipler açısından rota belirlenmesine sebep olur. Hayatın ilk yıllarında güvenli bir bağlanma geçiren çocuklar, sevgi ve emniyet duygusunu almakta ve bu çocukların hayata bakış açıları daha olumlu olmaktadır. Hayatın ilerleyen yıllarında sergilenecek olumlu karakter özelliklerinin dışa yansımasında insanlara, hayata ve topluma karşı duyulan emniyet ve sevgi önemlidir. Hayatı sevmeyen çocuklar hayatta daha saldırgan ve kavgacı olurlar. 

Bazen, ‘daha küçüktür, bir şey anlamaz!’ diyebildiğimiz 0-3 yaş döneminde insanın ahlâkî özelliklerinin temeli atılır. Bu dönemde, çocuk doğru ve yanlış kavramını bilmez; ama çevresinde gördükleri şuuraltına yerleşir. Karakter eğitimine ‘görerek ve duyarak şuuraltını şekillendirme’ yolu ile başlanmıştır. Bu açıdan ev içinde anne-baba şunlara dikkat etmelidir: Yalan söylememe, çocuğu kandırmama, çocuğa verilen sözü tutma, zamanında çocuğa karşı vazifeleri yerine getirme, tutarsız davranışlar sergilememe, çocuğu aşırı serbest bırakmama, kural bozan davranışları uygun bir şekilde engelleme, aşırı cezalandırma ve korkutmadan kaçınma, diğer insanların duygularını fark ettirme, ev içinde bazı mesuliyetler verme, temizlik ve tertip konusunda itina gösterme… Ayrıca anne-baba arasındaki muhabbet ve hürmet üzerine kurulu sağlıklı davranışlar, diyaloglardaki ses tonu, jest ve mimikler de çocuklara tesir eder.

Bu yaştaki çocukların hayatında anne-baba ile geçirilen vakitlerin hayatî önemi vardır. Nasıl çocuğun erişkin dönemde değil de, 0-2 yaşları arasında anne sütü alması hayatî öneme sahipse, aynen bunun gibi, kişinin çocukluk döneminde anne-baba ilgisini belli bir dozda alması, karakter ve kişilik gelişmesinde önemlidir. Anne-baba ile geçirilen zamanlarda onun varlığına değer verilmesi, onun da kendine ve başka insanlara değer vermesine vesile olur. Ancak bu değer verme aşırı olur ise, bu takdirde çocukta gelişen aşırı benmerkezci yapı, onda olumlu ahlâk ve karakter vasıflarının sergilenmesini güçleştirir. 
Ahlâkın teşekkülünde ilk basamak olan bu dönemin olumlu özellikleri pekiştirilmelidir. Bu dönemde mükâfat önemli bir yere sahiptir. Çocuk iyi bir davranış sergilediğinde onun fark edilmesi ve onaylanması; olumsuz davranış sergilediğinde ise yaşına uygun bir müeyyide uygulanması gerekir. Ama bu yaş aralığındaki çocuk eğitiminde, daha çok mükâfat ağırlıklı bir yetiştirme metodu tercih edilmelidir...
 http://www.sizinti.com.tr/konular/ayrinti/0-3-yas-grubu-cocuklarda-ahlaki-gelismenin-temel-taslari.html

17 Mart 2013 Pazar

Amelin ruhu ihlas ve samimiyettir


İhlas ve amel, ruh ve ceset gibi biri diğerini tamamlayan iki özdür. Amelsiz ihlas olamayacağından ameli olmayan bir insanın “ben ihlaslıyım” demesi de mümkün değildir.
Zira ihlas, cesetteki ruh gibidir. İnsan bir şeyler yapsa ve yaptıklarında da ihlaslı olmasa, onun amelleri cansız bir ceset gibi olur. Bu itibarla ihlassız bir amel bütün manevî kapıları aşıp geçse de, rıza kapısına varınca orada takılır ve daha ileriye gidemez. Böyle birinin ameli o önemli basamakta bir paçavra gibi insanın suratına çarpılır. Allah muhafaza buyursun!
Allah nezdinde ameller tamamen ihlasa bağlıdır. Bediüzzaman Hazretleri’nin dediği gibi: İhlaslı bir dirhem amel, ihlassız batmanlarla halis olmayan amele müreccahtır. İnsan her hususta, oturmada, kalkmada, düşünmede, konuşmada, hatta sevmede dahi ihlaslı olmalıdır. Sevginin bile ihlaslı bir zerresi, batmanlarla ücretli muhabbete tereccuh eder. Bir şair bunu ifade ederken şöyle der: “Ben sevgim karşılığında kimseden bir mukabele, bir ücret talep etmiyorum; çünkü karşılığında ücret ve mukabele istenen sevgi değersizdir.” Buna göre şayet bir işte Allah’ın rızası esas alınmışsa bu, ona kuvvet kazandırır; zira o insan ihlas sayesinde Allah’a dayanmış olur. Her şeyiyle Allah’a dayanan insan ise yenilmezliğe erer. Öyleyse amel ve ihlası birbirinden ayrı düşünmek söz konusu olmamalıdır.
Hem amel hem de ihlas üzerinde ısrarla durulmuştur; zira hiç kimse, ihlaslı amele muvaffak olamıyorum diye amelinden vazgeçmemelidir. İnsan amelinin yanında kendini ihlaslı olmaya da zorlamalıdır. Aksi halde o, şeytana aldanmış olur. Bazen böyle birine “Falan adam gösteriş için namaz kılıyor.” diyebilirler; ne var ki biz bir mümin hakkında, gösteriş için namaz kılıyor diye suizanda bulunamayız. Evet, bazen insan namaza durunca aklına namazın tadil-i erkânını başkalarına göstermek gibi düşünceler gelebilir. Ancak abdest alma, namaz kılma, hele kısa gecelerde yatsı namazını kılma, sonra sabah namazına kalkma ve sıcakta terleye terleye teravih namazını eda etme gibi külfetleri, sırf gösteriş olsun diye hiç kimse kolay kolay göze alamaz. Her şeye rağmen çok çetin olan bu işlere katlanırken bir insanın aklından bu tür şeyler geçebiliyorsa o bütün bütün müraî demektir. Binaenaleyh, herkes amel ederken, amelinin Cenab-ı Hakk’ın rızasına muvafık olup olmadığı endişesiyle tir tir titremelidir. Evet, insan, amelinin kabul olup olmaması üzerinde durmamalı, onu düşünmemeli ve “Ben bana düşeni yapmaya çalıştım, elimde çok küçük bir armağanla Rabb’imin kapısına geldim; kabul edip etmemek O’nun bileceği şeydir, ama ben, kabul edeceği ümidini beslemekteyim.” demelidir.
Kırık Testi
Hz. Mevlana, konuyla ilgili latif, hikmetli ve nükteli bir kıssa anlatır: Çölde kendi halinde, fakir ve mütevekkil bir adam vardır. Hanımı onu Bağdat’taki halifeyi görmesi ve onun ikramlarına nâil olması için teşvikle elindeki bir testi suyu hediye olarak götürmeye ikna eder. O da hakikaten çölde en değerli hediye olabilecek bir testi temiz yağmur suyu alıp yola çıkar. Yolda her türlü tehlikeden testisini koruyarak Bağdat’a ulaşır. Saray görevlileri kendisini karşılar, saraya alıp büyük iltifatlarda bulunurlar ve “Hünkârımız sizi kabul edecek” derler. Padişah, Dicle’nin çağlamasına bakmayıp onun hediyesini kabul eder ve sarayda istediği kadar misafiri olarak kalabileceğini söyler. Giderken de testisine altın doldurup eline verir ve şöyle der: “Senin gücün buna yetiyordu, bunu getirdin. Elinde olsaydı kervanlarla gelen elçilerin hediyelerine denk şeylerle gelecektin.” Dönüşte saray görevlileri onu beldesine daha kısa bir yoldan götürürler ve giderken de Dicle’nin üzerinden geçerler. Adam bakar kocaman ırmak çağlayıp gidiyor. Suyun kaynağındaki halifeye getirdiği bir testi sudan dolayı biraz utanır ve “Böyle altından ırmaklar akan bir sarayda oturan halifenin benim bir testi suyumu kabul edip bana hediyeler vermesi onun büyüklüğünden; zira bu suyun onun hazinesine hiçbir şey katmayacağı gibi, hazinesindeki sulara nispeten de ancak deryaya nispeten damla mesabesindedir” der.
İşte bizim, Rabb’imize karşı ibadet ü taatımız da, Hazreti Mevlânâ’nın anlattığı, bu sermayesi bir testi çöl suyu olan adamın armağanı mahiyetindedir. O yüzden bizler her zaman; “Ey bu yerlerin malik-i hakikisi, ey bütün hazinelerin sahibi! Bizim, ibadet adına sunduğumuz şeylerin hiçbirine Sen muhtaç değilsin, bunları bizden bir sadakat nişanesi olarak istiyorsun. Biz de bunun için elimize geçen bu küçük şeylerle Senin Dergâh-ı nezd-i ehadiyetine sığınıyor, damlamızı derya yapmanı diliyoruz.” demeliyiz. İşte bu, ihlastır, samimiyettir, özyürekliliktir...
http://www.zaman.com.tr/kursu

12 Mart 2013 Salı

İnsanlığı tehdit eden büyük tehlike!


Davies, enfeksiyon hastalıklarıyla ilgili yayımlanan yıllık raporunda, antibiyotiklere direnç sorununu "saatli bombaya" benzeterek, enfeksiyonla mücadele etme kabiliyetinin kaybedilmesi halinde önümüzdeki 20 yıl içinde basit ameliyatların bile ölümcül olabileceği uyarısında bulundu.

İngiliz hükümetinin konuyu gelecek ay Londra'da yapılacak G8 zirvesinin gündemine taşıması gerektiğini belirten Davies, "Harekete geçmezsek, insanların sıradan operasyonlar sırasında enfeksiyondan öldüğü 19'uncu yüzyıldaki koşullara geri döneriz" ifadesini kullandı.

Antibiyotik üretiminin karlı olmadığına dikkati çeken Prof. Davies, ilaç firmalarının yeni ilaçlar geliştirmeye teşvik edilmesi gerektiğini vurguladı.

Davies, şunları kaydetti:

"80'lerin sonundan bu yana yeni tür antibiyotikler üretilmiyor. Büyük ilaç şirketlerinin çok fazla yeni antibiyotik üretme planı yok. Antibiyotik üretimini teşvik etmedik. İlaç şirketleri yüksek tansiyon ya da diyabet için bir şeyler üretiyor ve bunlar işe yarıyorsa bunları hastalarımızda her gün kullanıyoruz. Ama antibiyotikler, ihtiyaç olduğunda sadece bir-iki hafta kullanılıyor. Direncin gelişmesi nedeniyle antibiyotiklerin sınırlı bir ömrü var."

Davies, enfeksiyon hastalıklarında gelecek yıllarda mikroplara karşı savaşı kaybetme riskiyle karşı karşıya olduklarını belirterek, basit operasyonların, kemoterapi ve organ nakli gibi tedavilerin ölümcül hale gelebileceğini kaydetti.

Profesör Davies, İngiliz hükümetinin konuyu, küresel ısınma ve terör gibi öncelikli tehditler arasında ele alması tavsiyesinde bulundu.
http://www.samanyoluhaber.com/saglik/En-cok-da-cocuklarimiza-kullaniyoruz/965809/

10 Mart 2013 Pazar

Çocuklar Ölmesin Ama Sadece Bedenleri Değil, Ruhları Da...

Her insanın geleceği çocukluk ve gençlik çağlarındaki intibâ ve tesirlerle sımsıkı alâkalıdır. Çocuklar ve gençler yüksek duygularla coşup şahlanacakları bir iklimde yetişiyorlarsa zibnî ve fikrî durumları itibarıyla diri, ahlâk ve fazilet itibarıyla da örnek olacaklardır.

Yedi yaşındaki çocuğunun ufalanmış cam kırıklarını, sofradaki yemeğin üzerine dökerken gören annesi bir çığlık kopararak çocuğuna ne yaptığını sorar. Aldığı cevap oldukça düşündürücüdür: “Geçen gün televizyonda seyrettim, biri böyle yaptı ve evdekiler öldüler Ben de deniyorum, bakalım kimse ölecek mi?”

Görüldüğü gibi afacan, doğru ve yanlışı tam olarak idrak edemediğinden, ölmenin ne demek olduğunu bilmemekte ve tesirinde kaldığı bir televizyon dizisinde gördüklerini, sonu facia ile neticelenebilecek bir uygulamaya girişmektedir.

Evet, nedir bu, çocuklarımızın zamanını çalan sihirli kutu?

Eğlendirici ve öğretici nitelikleriyle haber, bilgi ve kültüre yönelik yayınları geniş kitlelere ulaştırma vazifesini gören televizyon, bunun yanında fertlerin kendilerini tanıyıp şahsiyetlerini geliştirebilmelerine vasat hazırlayan, zaman zaman onlara düşünme ve eleştirme fırsatı veren önemli bir cihazdır.

Televizyon, göze ve kulağa hitap edebilen tesirli bir kitle iletişim vasıtası olması sebebiyle müsbet hizmetlerinin yanısıra, iyi değerlendirilmediği takdirde menfi neticelere de sebep olduğu aşikârdır. Fakat gelin görün ki pek çoğumuz, bu menfi neticeleri nemelazımcılık hastalığı ile pek dikkate almamakta ve geleceğimizi emanet edeceğimiz bu çocuklarımızın beyaz camla özdeşleşerek“televizyon çocukları” haline gelmelerine seyirci kalmaktayız.

Bu televizyon ile özdeşleşip televizyon kolikleşme öylesine tehlikeli buutlara ulaşmıştır ki, Psikolog Doktor Jung Bay Ra’nın yaptığı araştırma neticeleri oldukça tüyler ürperticidir:
Araştırmaya göre, “Babanızı mı daha çok seviyorsunuz televizyonu mu?”sorusunu ankete katılan çocukların %44’ü “televizyonu” “anneni mi daha çok seviyorsunuz televizyonu mu?”şeklindeki diğer bir soruya da “televizyonu” diyen çocukların sayısı %20’dir.

Çocukların boş zamanlarının bir bölümünün eğlence ile geçmesi gayet normaldir. Eğlence herkesin, özellikle çocukların hayatında olumlu bir dinamiktir. Ancak ticari gayeli hiçbir denetime tabi tutulmamış bir eğlence aracı haline gelen günümüz televizyon programlarının çocuklar üzerinde tahrip edici ciddi tesirler gösterdiği ve suçu artırdığı bilinen ilmi bir gerçektir.

Bu yayınlarda, toplum düzeninin sağlıklı işlemesi için olması gerekenin tam tersine; suç tekniği öğretmek, suçu tabii, çekici, hatta heyecanlı ve faydalı bir faaliyet olarak göstermek; suçluya saygın bir şahsiyet vermek; suçluyu cana yakın, sempatik bir kişi olarak sunmak; adalet mekanizmasını ve polisi gülünç şekilde göstermek; suçun adeta reklâmını yapmak vb. gibi pek çok yanlış imajlar, denetimsizlikten dolayı çocuklarımızın körpe dimağlarında iz bırakacak şekilde sokulmaktadır. 

Oysa daha ilk çağlarından itibaren çocuklar, kendilerine model olarak seçtikleri TV kahramanlarının özelliklerini günlük hayatlarına ve oyunlarına yansıtmaya başlarlar. Bu kahramanlar özellikle şiddet unsurlarıyla öne çıktıklarından, çocuktaki saldırganlık duygularını harekete geçirip onu saldırgan yapmakta ve şiddeti günlük hayatında bir metod haline getirmelerine sebep olmaktadırlar. Çünkü çocukta daha bu duygularını dizginleme istidadı zayıftır.

Psikolog doktor var Lövaas’ın yaptığı bir araştırma, neticesi itibarıyla pek iç açıcı değildir:
Araştırma için topladığı çocukları iki ayrı grup olarak, oyuncak dolu iki odaya yerleştiren Lövaas, çocuklardan bir gruba vurdulu-kırdılı bir filmi gösterdi. Diğer gruptaki çocuklar oyuncaklarıyla sessiz ve kavgasız bir şekilde oynuyor oldukları halde, filmi seyreden çocuklar, filmden hemen sonra oyuncak bebeklerin başlarını tokuşturmaya başladılar.

Ayrıca ABD Psikiyatri Cemiyeti’nin bu yılki toplantısında konuşan Dr. Brondon Centerwal, “TV ve filmlerdeki şiddet sahneleri; cinayet ve şiddet hadiselerinin %50’sinin sebebidir. Şayet şiddet gösteren TV filmleri olmasaydı, 10.000 daha az adam öldürme, 70.000 daha az ırza tecavüz, 1 milyon daha az motorlu vasıta hırsızlığı, 2,5 milyon daha az ev hırsızlığı ve 10 milyon daha az diğer hırsızlık vakaları olacaktı.” demektedir.

Televizyonun milyonlara hitap etmesi, yapılan hatanın affedilirliğini zorlaştırmaktadır. Onun için konu çok önemli ve hassastır.

Çocuğun psiko-sosyal gelişiminde rolü çok büyük olan televizyon filmlerindeki kahraman rolündeki oyuncunun, çok iyi seçilmiş olması gerekmektedir. Çocuğun şahsiyetini geliştirirken kendisini özdeşleştireceği bir model olarak alacağı kahraman; doğrunun, iyinin simgesi olmalıdır. Bu yayınlar için seçilen konular toplumun sosyokültürel gerçeklerini yansıtan, eğitici ve uyarıcı nitelikte olmalı ve mutlaka psikolog, pedagog vb. gibi uzmanların denetiminden geçmelidir. Hatta her TV kanalına bünyesinde bu uzmanlardan bulundurma mecburiyeti getirilmeli ki, daha senaryo safhasında yanlışın önüne geçilebilsin.

Sadece şu misal bile bu saf yavrularımızın kandırılmaya ve istismar edilmeye ne kadar müsait olduğunu göstermesi bakımından önemli bir ölçüdür: 

“New York’ta yılbaşı sabahında bir televizyon kanalında Muphet Show’u sunan spiker, çocuk/ara erken saatte (ebeveynler bir gece önceden geç yattıkları için) ‘Babanız uyuyor mu çocuklar? Eder uyuyorsa gidin ceketinin cebinden cüzdanını alın, cüzdanının içinden eski başkanımızın resimleri olan yeşil kâğıtlardan birkaç tanesini bir zarfa koyun ve bizim şu adrese yollayın’ deyince, ertesi günden itibaren televizyon istasyonuna dolarlar yağmaya başlamıştır’

Ya günün birinde başka bir psikopat ekranın önüne çıkıp, bu saf tomurcuklarımıza ellerine bir kibrit almalarını söyleyip çok daha tehlikeli şeyler yapmalarını öğütlerse...

Nasıl, herkes bir an için ürperdi değil mi? Oysa yanacak olan yüzlerce, bilemediniz binlerce ev. Peki ya bu yayınlarla kelebekler gibi ateşe atılarak yanan milyonlarca çocuklarımızın ruhlarına ne demeli?..

“Her gelecek yakındır” fakat kalp ve kafaları gafletle katmanlaşmış insanımız, peşin netice görmeye alıştığı için tehlikenin büyüklüğünün farkında değil. Her yıl, 0-14 yaş arasındaki 21 milyon çocuğumuzun %90’ı, He man, Woltran vs. gibi batasıca batı kaynaklı çizgi filmlerle “Allah’tan başka insana ve tabiata hükmeden güçler”in olduğunu anlatan hayal mahsulü yayınları izlemekte ve ruhları bilmeden inancımıza aykırı görüşlerle kirlenip kararmaktadır.

Bugün İngiltere’de muhafazakâr milletvekilleri parlementoya sundukları önergede:
“ Televizyon aracılığıyla milyonlarca eve Allah’a inanmazlık şüphe ve kirli düşünceler yayılıyor Suç, vahşet, kanunlara karşı çıkmak, durmadan artıyor; Televizyonumuz ise, bütün bunları, tabii davranış/armış gibi sergileyen filmleri yayınlamaktadır. Televizyonun politikasında köklü ve mecburi değişiklik yapılmalıdır. Bu programlarda Allah, millet hayatımıza yeniden kazandırılmalıdır...” diyerek devletlerinin bekası için çocuklarını korumaya almaya çalışmaktadırlar.

Yine Avustralya’da çocuklarının ruhen dengeli gelişebilmesi için her yayından önce programın nevine göre ebeveynlere ikazlar yapılmaktadır. (ki bizde de acil olarak başlatılması çok fayda sağlayacaktır)

Avustralya’da bir TV programı başlamadan önce öyle kocaman bir (A.O) yazılır ekrana. Adult Only, yani“sadece yetişkinlere, Çocukların seyretmeleri yasaktır” demektir. Bazen ekrana (G) harfi yansıtılır.( General) yani herkese demektir… Ve nihayet bazı programlarda seyirciler ekranda (PRG) harflerini görürler. Parent Requirred General (Küçükler sadece velilerinin yanında seyredebilirler) işaretidir. Çünkü, çocukların soracakları bazı şeyler olabilir. 

Ayrıca; polis, çocuklara yasak programları seyrettirebilecek olan aileleri, evlere ani baskın düzenleyerek kontrol edip cezalandırabilmektedir.

Bizde ise, “özgürlük kalkanının” ardına sığınılarak ekranlardan her türlü kirli görüntülerin sağanak sağanak yağmasına müsaade edilmektedir. Bugün, üzerine şeker sürülüp hap haline getirilmiş zehirleri yutarak yavaş yavaş çürüyen bir toplumu müşahede etmek isteyenler, Türk toplumunun ve ailesinin ekran karşısındaki halini incelemeleri yeterlidir sanıyorum.

Oysa bir toplumun ve ailenin, hele hele nüfusunun %36’sı çocuk ve gençlerden müteşekkil toplumumuzun sağlam payandalı olabilmesi, “geleceğimizin teminatı” dediğimiz çocuklarımızın ruhlarının aynalar gibi parlak kalmasına bağlıdır.

Bundan dolayı “İslam fıtratı üzerine doğan” çocuklarımızın bu fıtrat üzerine muhafaza edilmesi farzlar ötesi bir ehemmiyet kazanmaktadır. Bu da öncelikle ilk mürebbiye olan ebeveynlere düşmektedir. Bu hususta akla gelen pratik uygulamalar ise:

- Çocuğun zamanının programlanıp bunun alışkanlık haline getirilmesi (ders- Çocuğun zamanının programlanıp bunun alışkanlık haline getirilmesi (ders, oyun, TV seyretme ve uyku zamanlarının dilimlenmesi).

- Televizyon kapatma alışkanlığı olmayan ülkemizde, ebeveynlerin gerektiğinde televizyonu kapatmayı bilerek, bunun yerine kitap okuma, sohbet, ziyaret vs. gibi meşgalelerle çocuklara örnek olmalarının sağlanması. Böylece insan ilişkileri geliştirilerek çocuğun sosyalleşmesi sağlanmış olur.

- Dizi filmler gibi uzun süren yapımlarda, bunların konuları genelde “incir çekirdeğini doldurmadığı için” seyredilmemesi prensibinin başta konulması.

- Çocukların saldırganlık tepkilerini harekete geçiren, onları aşırı uyaran ve içtimai değer yargılarımızın değişmesine sebep olan yayınların izlenmemesi.

Bu tedbirleri almayıp çocuklarımızın kalp ve kafalarını berrak tutamazsak korkarım ki, Fatihleri, Yavuzları, Molla Güranileri ve Akşemseddinleri sadece tarih kitaplarında görecek ve bunlar gibi milletin ruh, fikir ve aksiyonunu ayakta tutacak yeni dinamiklerin yetişmesi hayal olacaktır.

DİP NOTLAR

1. Şahin, M. Abdülfettah; Ölçü veya Yoldaki Işıklar-2, T.Ö.V. Yay., İzmir 1990, s.45
2. Gürel, İnci; Televizyonun İlkokul Çağındaki Çocuklar Üstünde Etkilerine İlişkili Araştırma, Karacan Yay., İstanbul 1977, s. 227
3. Şener, Erman; Televizyon, Video, İstanbul 1984,5.57
4. Yavuz, Prof. Dr. Hakkı; Çocuk ve Suç, Remzi Yay., İstanbul, s.245
5. Köprü Nisan 1985, sayı: 85, s.19
6. Korkmaz, Hasan Hüseyin; Çocuk Eğitimi, Feza Yay., İstanbul 1993, s. 107
7. Anadol, a.g.e., s.69
8. Tuğrul, Semih; Türkiye’de Televizyon ve Radyo Olayları, İstanbul 1975, s.110
9. Anadol, a.g.e., s.58

http://www.sizinti.com.tr/konular/ayrinti/cocuklar-olmesin-ama-sadece-bedenleri-degil-ruhlari-da.html

7 Mart 2013 Perşembe

Uzmanlar, kolaylık ve pratiklik olsun diye ayakta su içmeyi tercih edenlerin kendilerine zarar verdiğini açıkladı.


Uzmanlar, ayakta su içmenin insanlara tıbben zarar verebileceğini belirterek, "İnsanların mideleri pozisyonlarına göre farklılık gösterir. Yani ayakta ve oturur vaziyetteki midenin pozisyonu farklıdır. Ayakta duran bir insanlar eğer sıvı gıda içerse doğrudan doğruya onikiparmak bağırsağına geçer. Bu da midenin küçük eğriliğine uyan kısmında Waldeyerin mide caddesi denen oluk bulunur.

Sıvı gıdalar bu yolu takip ederek devamlı küçük bir açıklığı olan mide çıkışını geçerek onikiparmak bağırsağına geçer. Yani şöyle diyecek olursak insanların ayakta su içmeleri sonucunda suyu içerler ve hiçbir yere etkisi olmadan direk onikiparmak bağırsağına geçer. Su insanlar için önemlidir. Bu sıvıyı ayakta içtiklerinde vücuttaki su mide de birikmez ve vücuda hiçbir faydası olmaz.

Eğer insanlar sıvıyı oturarak içerse bunlar önce midede birikir, asitle karışarak mikropları ölür ve sonra onikiparmak bağırsağına geçer. Bu durumda oturarak su içme usulüne uymakla insan kolera dahil, bir çok insan hastalıklarından korunmuş olur. İnsanlar rastgele yerde sıvıları alıp ayakta içerseler bazı hastalıklara ve tehlikeye daha fazla maruz kalırlar." dedi.

Suyu oturarak içmek Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (S.A.V)'in de bir sünneti. Efendimiz suyun oturularak içilmesini asırlar öncesinde ümmetine tavsiye etmişti.
http://www.samanyoluhaber.com/saglik/Uzmanlardan-cok-onemli-aciklama/962637/

6 Mart 2013 Çarşamba

Vejetaryen Diyet, Kalb Hastalığı Riskini Azaltabilir


Oxford Üniversitesi araştırmacıları 1990'larda başlayan bir araştırmada, 44.561 erkek ve kadının beslenme hususiyetlerini incelediler. 2009 yılına kadar takip edilen bu kişilerde vejetaryen (et yemez) olma nispeti (% 34) beklenenden fazlaydı. 1.066 kişide kalb hastalığı gelişti, bunlardan 169'u kalb hastalığından öldü. Vejetaryenlerde kalb hastalığı gelişme riski; et ve balık yiyenlere göre % 32 daha azdı. Araştırmacılar vejetaryenlerin kan basınçlarının daha düşük olmasının kalb hastalıklarının az görülmesinde önemli bir faktör olabileceğini belirtiyorlar. Vejetaryenlerde vücut kitle indeksi (BMI) et yiyenlere göre daha düşüktü ve daha az şeker hastalığı görülüyordu. Çalışmanın neticeleri American Journal of Nutrition'da yayımlandı. (WebMD Health News 31.01.2013)
http://www.sizinti.com.tr/konular/ayrinti/saglik-bilim-teknoloji-mart-2013.html

3 Mart 2013 Pazar

Uykunuzdan 60 dakika çalın, hayatınız değişsin!


Dokuz Eylül Hastanesi Acil Tıp Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Gürkan Ersoy, “Günde artırabileceğimiz 60 dakika ile gelecek 10 yılda bir yüksekokul diploması alabilir, kendimizi geliştirebilir, bütün yeteneklerimizi kullanma fırsatımız doğabilir.” şeklinde konuşuyor.
Gürkan Ersoy, “Günleri uzatmanın en iyi yolu uyku zamanından çalmaktır, uyumak kaçmak demektir. Daha fazla uyuyarak dinlenemeyiz, sadece daha çok yoruluruz ve zamanımızı harcarız.” ifadelerini kullanıyor. Ersoy, zaman tanzimi için şunları söylüyor: “İşlerimizi, öncelikli, ertelenebilir ve vazgeçilebilir olarak sıralamalıyız. Güne, o gün ne iş yapacağımızı yazarak başlamalı...
http://www.zaman.com.tr/aile-saglik_uykunuzdan-60-dakika-calin-hayatiniz-degissin_2060293.html

1 Mart 2013 Cuma

Ayakları büyüten ve genişleten özel sebep!


ABD 'deki Iowa Üniversitesi 'nden bilimadamları,birçok kadının şüphelerini giderecek bir araştırmaya imza attı.

Neil Segal ve ekibinin yaptığı araştırma, gebelikte alınan kilolar nedeniyle ayak kemerinin düzleştiğini ve eklemlerin gevşediğini, ayak kemerinin yükseklik kaybının da kalıcı olduğunu ortaya koydu.

Birçok kadının gebelikten itibaren ayak numarasının değiştiğinden yakındığınıancak buna ilişkin araştırmaların bulunmadığını belirten Segal, bazı kadınların ayaklarını gebelikte ve 5 ay sonra ölçtüklerini ifade etti.

49 kadının katıldığı araştırmada, kadınların yüzde 60-70'inin ayaklarının doğumdan sonra daha büyük ve geniş hale geldiğibelirlendi.

Gebelikte, ayak kemerinin yüksekliğinin düştüğünü ve esnekliğinin azaldığını belirten bilim adamları, özellikle ilk gebelikte bu durumun ayağın 2-10 milimetre büyümesine neden olduğunu vurguladı.

AA
http://www.samanyoluhaber.com/saglik/Ayaklari-buyuten-ve-genisleten-ozel-sebep/958991/