Popüler Yayınlar

30 Kasım 2013 Cumartesi

Evliliğinize orta yaş problemleri zarar vermesin!

Birçok evli çift, evliliklerinde sıkıntılı süreçler atlatsalar da hayatları normale dönmüş gibi görülür. Sohbet edebilirler, konuşup gülebilirler. Fakat hep bir şeyler eksik gibidir. Bu arada çocukların doğum ve büyütme süreçleri, iş koşturmaları, ailelerin dost ve arkadaşların gidip gelmeleri derken eşler yaşadığı problemi bir türlü çözemezler.
Her evli çiftin gönlünde bir yastıkta bir ömür sürmek vardır. Özellikle evliliğin ilk yılları, kurulan yuvanın temelini teşkil eder. 30-40 yıllık evliliklere, çocuklarını birlikte evlendiren, torunlarını birlikte büyüten eşlere gıptayla bakılır. Ne var ki her mutlu evlilik uzun ömürlü olamıyor. Bilhassa evliliğin ilk iki yılı eşlerin birbirine karşı duygularının yoğun olması, bağlılığı  kolaylaştırsa da sorun yaşamayan eşler çok azdır. Bu sorunlar en çok bütçe anlaşmazlığı, ailelerle ilgili sorunlar, nerede oturulacağı, ailelere yardım ve ziyaret, tatillerin nasıl değerlendirileceği, romantik ve cinsel beklentiler, sorumluluklar, özbakım gibi konulardır. Önemli olan bu sorunların ne şekilde çözüldüğüdür.

    Problemlerin çözümünü zorlaştıran en önemli sebepler ise öfke kontrol problemleri, güzel üslup kullanmama, o anda konuşulan konuya değil daha önce yaşanan bir olumsuzluğa takılmaktır. Evliliğin başında bazı meseleler tatlıya bağlanmış sanılsa da problemler sağlıklı bir şekilde çözülmediğinde eşlerin birbirine karşı tutum ve davranışları sağlıksız şekilde gelişir. Evliliğin ilerleyen yıllarında bazen eşler arasındaki bir tartışma geçmişte yaşanan bütün olumsuzlukların, karşılanmayan bütün ihtiyaçların sıkıntısını su yüzüne çıkartır. Uzun yıllar süren evliliklerde biriken sorunlara tahammül edilememesinde eşlerin karşılıklı ihtiyaçlarının karşılanmamasıyla birlikte yaşanan stresler de etkilidir. Aynı şekilde yaşa bağlı hormonal, ruhsal değişikliklere bağlı olumsuz duygu ve düşünceler de öneme sahiptir. Orta yaşta çok görülen kronik hastalıklarla birlikte gelişen depresyonun etkisi de yadsınamaz. Yine bu süreçte çocukların ergenlik döneminin meydana getirdiği stres de problemlere tahammülsüzlüğü artırmaktadır. Buna eşlerin birbirine destek vermediği bütün sorumlulukların stresi ilave olur. Eşlerden biri gelişen tahammülsüzlükle evliliğin sonlanmasını isterken diğeri ne kadar vazgeçirmeye çalışsa da ya etkili olmaz ya da terk edilme duygusunun meydana getirdiği alınganlıkla öfke duygularını körüklediğinden çabuk yorulur. Dışarıdan mutlu görünen eşlerin aldıkları ayrılık kararı ailelerinde ve sosyal çevrede de hayal kırıklığına yol açar. Eşler geriye dönmek istediklerinde ise birbirine güvenleri sarsılmış olduğundan başta gösterebilecekleri çabadan çok fazlası gerekir. Yine de zararın neresinden dönülürse kârdır. Birlikte profesyonel yardım alarak bu aşamada bile kurtarılabilen çok evlilik var...

26 Kasım 2013 Salı

Beyni çürütüyor!

Gün geçmiyor ki beslenme ile ilgili yeni bir tartışma ortaya atılsın. Amerikalı nörologlar uyarıyor: glisemik endeksi düşük karbonhidratlar bile beyni adeta çürütüyor ve Alzheimer gibi hastalıklara sebep oluyor.

21'inci yüzyılın sağlıksız beslenme biçimi sadece bunama riskini yükseltmiyor, aynı zamanda depresyon, epilepsi ve baş ağrısını da artırıyor.

Ancak Grain Brain isimli kitabın yazarı David Perlmutter beyaz un, çeşitli karbonhidratlar ve şekerin beynin sessiz katili olduğunu ve taş devrinde atalarımızın yağ içeren ve et ağırlıklı beslenme şekline dönmenin insanoğlu için en iyisi olduğunu düşünüyor.

BESLENMENİN ÇOĞUNLUĞU YAĞ OLMALI ÖNERİSİ
 
Kitabını önemli dergilerden Forbes'a anlatan Perlmutter, Alzheimer gibi birçok hastalığın artmasının sebebinin bu beslenme türü olduğu söyleniyor. Ve çözüm önerisi yine çok tartışılacak. Perlmutter'e göre beslenmenin yüzde 75'i yağ, yüzde 5'i karbonhidrat ve yüzde 20'si ise proteinden oluşmalı.

18 Kasım 2013 Pazartesi

Necip Fazılın Visal Şiiri

Beni zaman kuşatmış, mekan kelepçelemiş;
Ne sanattır ki, her şey, her şeyi peçelemiş...
Perde perde veralar, ışık başka, nur başka;
Bir anlık visal başka, kesiksiz huzur başka.
Renk, koku, ses ve şekil, ötelerden haberci;
Hayat mı bu sürdüğün, kabuğundan, ezberci?
Yoksa göz, görüyorum sanmanın öksesi mi?
Fezada dipsiz sükut, duyulmazın sesi mi?
Rabbim, Rabbim, Yüce Rab, âlemlerin Rabbi, sen!
Sana yönelsin diye icad eden kalbi, sen!
Senden uzaklık ateş, sana yakınlık ateş!
Azap var mı alemde fikir çilesine eş?
Yaşamak zor, ölmek zor, erişmekse zor mu zor?
Çilesiz suratlara tüküresim geliyor!
Evet, ben, bir kapalı hududu aşıyorum;
Ölen ölüyor, bense ölümü yaşıyorum!
Sonsuzu nasıl bulsun, pösteki sayan deli?
Kendini kaybetmek mi, visalin son bedeli?
Mahrem çizgilerine baktıkça örtünen sır;
Belki de benliğinden kaçabilene hazır.
Hatıra küpü, devril, sen de ey hayal, gömül!
Sonu gelmez visalin gayrından vazgeç, gönül!
O visal, can sendeyken canını etmek feda;
Elveda toprak, güneş, anne ve yâr elveda!

Beni zaman kuşatmış, mekan kelepçelemiş;
Ne sanattır ki, her şey, her şeyi peçelemiş...
Perde perde veralar, ışık başka, nur başka;
Bir anlık visal başka, kesiksiz huzur başka.
Renk, koku, ses ve şekil, ötelerden haberci;
Hayat mı bu sürdüğün, kabuğundan, ezberci?
Yoksa göz, görüyorum sanmanın öksesi mi?
Fezada dipsiz sükut, duyulmazın sesi mi?
Rabbim, Rabbim, Yüce Rab, âlemlerin Rabbi, sen!
Sana yönelsin diye icad eden kalbi, sen!
Senden uzaklık ateş, sana yakınlık ateş!
Azap var mı alemde fikir çilesine eş?
Yaşamak zor, ölmek zor, erişmekse zor mu zor?
Çilesiz suratlara tüküresim geliyor!
Evet, ben, bir kapalı hududu aşıyorum;
Ölen ölüyor, bense ölümü yaşıyorum!
Sonsuzu nasıl bulsun, pösteki sayan deli?
Kendini kaybetmek mi, visalin son bedeli?
Mahrem çizgilerine baktıkça örtünen sır;
Belki de benliğinden kaçabilene hazır.
Hatıra küpü, devril, sen de ey hayal, gömül!
Sonu gelmez visalin gayrından vazgeç, gönül!
O visal, can sendeyken canını etmek feda;
Elveda toprak, güneş, anne ve yâr elveda!

Şiir, rahat okunmasıyla Necip Fazıl'ın şiirinin genelinde gözlemlenen musiki değeriyle ilgili olmakla beraber, bu kolay okunuyor olmanın arka planında derin bir mana dünyası yatmaktadır. Şiir, gerek felsefi göndermeleriyle gerekse tasavvufi göndermeleriyle zengin bir anlam dünyasına sahiptir. Gerek şekil bakımından gerekse içerik olarak geniş çözümlemeler yapmak mümkündür. Ancak bu yazının verdiği çerçeve imkânıyla özellikle anlam dünyası üzerine genel hatlarıyla durmak mümkündür.

"Beni zaman kuşatmış, mekân kelepçelemiş;
Ne sanattır ki, her şey, her şeyi peçelemiş..."
Şair, ‘beni zaman kuşatmış, mekân kelepçelemiş' ifadesiyle insanoğlunun mevcut varlık içerisinde, zaman ve mekân mefhumları dışına çıkamayışını, bu kavramlar içerisinde adeta mahpus oluşunu belirtmektedir. Zaman tarafından kuşatılmış ve mekân tarafından kelepçelenmiş olan "insan", mevcut şartlar içerisinde, ne zamanın dışına çıkabilme ne de mekânın kelepçesinden kurtulabilme gibi bir imkâna sahiptir. Şiirdeki ifade, daha çok felsefi ve tasavvufi bir gerçeğin tespiti niteliğindedir. Bu fiziksel gerçek karşısında ne "dün"den geriye ne de "yarın"dan öteye gidemeyip "bugün" içerisinde sıkışan insan için, yaratıcı denen büyük sanatkâra hayran olmaktan başka yapılabilecek hiçbir şey yoktur.

Nitekim Maarri'nin "Lüzumiyyat" adlı divanının "eb'adın tenahisi" adlı bölümünde buyurduğu gibi:

"Cebrail, şimşek hızındaki kanatlarıyla,
bütün ömrü boyunca uçsaydı

Yine de ‘Dehr'in (zamanın) dışına çıkamazdı."

"Zaman ve mekân" insan aklının hadiseleri ve eşyayı kavrayabilmesi için elzem olan iki unsurdur. İnsan aklı, zaman ve mekân şuuru olmadan düşünemez. O yüzdendir ki rüyalarda da eğer bu kavramlar mevcut olsaydı, insanoğlu onu da gerçek olarak algılayabilirdi. Rüyaların gerçek olarak algılanmayışının sebebi, onda "zaman, mekân ve nedensellik ilkeleri"nin bulunmayışıdır. 3

Gerçeğin, varlıkla perdelenmiş olması, bizim "gerçek" diye tasavvur ettiğimiz "şey"lerin aslında, "mutlak gerçeği" örtücü nitelik taşıyor olması, şairin "Ne sanattır ki her şey, her şeyi peçelemiş..." mısrasının karşılığı niteliğindedir. Çünkü birinci kullandığı "her şey" kelimesi görünen varlığı, ikinci kullandığı "her şey" kelimesi ise görünmeyen varlığı ifade emektedir. Dolayısıyla, görünmeyenin, görünenle görünmez kılınması gibi bir tespit yapılmakta ve insanın gerçeklik algısının geçerliliği sorgulanmaktadır. "Gerçek" sanısıyla algılanan varlıklar, aslında birer "peçe" veya hakikatin birer remzi'dir.

"Her şeyin, her şeyi peçelemesi" bize ayrıca insanoğlunun nefsani varlıklarla meşguliyetten ruhani varlıkların farkına varamıyor olmasını, masivaya kapılan insanın maveradan bihaber yaşıyor olmasını da düşündürmektedir. Ancak mısralarda insanlara "fâni olan baki olanı perdeliyor görmüyor musunuz!" gibi bir nasihat ve uyarı kaygısından ziyade felsefi anlamda ulvi bir gerçeğe işaret etmek ciheti daha ağır basmaktadır.

Şairin kendi fikrî macerası içerisindeki düşünceye ait buhranlarından biri olan bu konuyu dile getirişinde "ben" sözcüğünü ("Beni zaman kuşatmış...) kullanıyor olması, kendi şahsında sembolize edilen konunun -farkında olsalar da olmasalar da- aslında tüm insanlığa şamil bir mesele olduğu gerçeğini değiştirmemektedir.

"Perde perde veralar, ışık başka, nur başka;
Bir anlık visal başka, kesiksiz huzur başka."

Mutasavvıfların dünya görüşüne göre, "gerçeklik ve varlık" olarak algılanan mevcut dünya, aslında mutlak varlığın tecellilerinden yalnız bir "görünüş"ü temsil etmekte olup bundan başka, mutlak varlığın (yaratıcının), tecellilerinin tezahür ettiği farklı varlık alemleri de mevcuttur.

Elbetteki mutlak varlığın, bütün varlık kategorilerindeki tecellisi aynı biçimde ve şiddette değildir. İlahi tecelli her mertebede farklı şekilde tezahür etmektedir. O yüzdendir ki şair "...ışık başka, nur başka" demektedir. Çünkü ışık, nur'a nispetle varlığın gölgesi gibidir. Bu bize Platon'un meşhur "mağara" teşbihini hatırlatmaktadır.

Gerçeği anlayan insan, sufilerin vecd hâli dedikleri bir hâl içerisinde bulunur. Fakat bu bilinç hâli sürekli olmayabilir. Bunun sürekliliği çoğunlukla kişinin kendi çabalarına bağlıdır. Ya kişi gerçeği ve mutlak hakikati "bir anlık" bir süre içinde tatmanın, ona kavuşmanın verdiği anlık vecd ile kalacak ya da büyük bir bilinç ve uyanıklık hâliyle "kesiksiz huzur"u yaşayacaktır.

Şair, bir hakikati kendi benliğinde duymuş olmanın verdiği hâl ile insanlığa seslenmektedir:

"Renk, koku, ses ve şekil, ötelerden haberci;
Hayat mı bu sürdüğün, kabuğundan, ezberci?"

"Renk, koku, ses ve şekil", kabaca, insanın beş duyusuna yönelen maddi hislerdir. Fakat bu kavramların maddi nitelik taşıyor olmaları onların biricik nitelikleri değildir. Gerçekte, görülen, duyulan, koklanan ve maddi olarak hissedilen dünya, bize göremediğimiz, duyamadığımız, koklayamadığımız ve maddi olarak hissedemediğimiz asıl dünyanın habercisi gibidir.

Şaire göre insanoğlu, şeklî olanla, zahirle değil bâtınla, özle meşgul olmalı, dış'ın ötesindeki iç'i aramalıdır. Necip Fazıl'ın kullandığı "kabuk" ve "ezberci" kelimeleri de "kabuğundan ezberci bir hayat süren", bu yüzden de manaya ve öze ait olana bir türlü ulaşamayan, dolayısıyla hayatın anlamını bulamayıp hayatını da anlamlandıramayan "insan"ı ifade etmektedir.

Bir Hadis-i Şerif'te şöyle buyurulmaktadır:

"Allah'ım, fayda vermeyen ilimden, yükseltmeyen amelden, erişmeyen duadan sana sığınırım."

Mevlana'nın bir sözü ise şöyledir:

"Ben sevgilinin yüzünden bahsediyorum sana; sen bana, vezinden, kafiyeden dem vuruyorsun."4

Bu noktada dış ve iç, zahir ve batın gibi tasavvuf felsefesinin meselesi olan bir konunun şairin şahsında bütün insanlığın meselesi olması gereği vurgulanmakta ve insanın hayatını anlamlandırması yönünde ezberci ve dışa yönelik değil manaya ve içe yönelik olması gerektiği ifade edilmektedir.

"Yoksa göz, görüyorum sanmanın öksesi mi?
Fezada dipsiz sükût, duyulmazın sesi mi?

Şair, bu mısralarda sorular sormaktadır. Bu soruların, cevap aramak için değil, düşündürmek için sorulduğu bellidir. Nitekim tecahülüarifane sanatı yapan şairin, aslında hakikatin farkında olduğu diğer mısralardaki ifadelerden anlaşılmaktadır.

"Göz", yukarıda da belirtildiği gibi maddi dünyaya ait bir melekedir. ‘Göz'ün gördüğü, maddi dünyadır. Maddi dünya tasavvufta alem-i hayaldir. Dolayısıyla gözün gördüğü de bir hayalden, bir yanılsamadan başka bir şey değildir. Göz, "görüyorum sanmanın öksesi", yani aldatmacasıdır. Sonu olmayan sessizlik ise "duyulmayan alemin sesi"dir.

"Rabbim, Rabbim, Yüce Rab, alemlerin Rabbi, sen!
Sana yönelsin diye icad eden kalbi, sen!"

Şair, bu mısralarda Allah'a seslenerek "sen alemlerin Rabbi'sin, yücesin" ve "sen insanlardaki bu ‘kalb'i, sana yönelsin diye icad ettin" demektedir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta "kalp" kelimesidir. Necip Fazıl'ın, "Mümin-Kâfir" adlı eserinin "Kalp" başlıklı yazısı, adeta bu mısraların açıklaması ve yorumu gibidir:

"Evet, bütün eser ve kazanç, kalp vasıtasıyladır; ve mücerred surî amellerden ve resmî ibadetlerden bir şey beklenmez.

Bütün kâr kalp yoluyladır; ve o, Allah'tan gayrisiyle meşgul ve başka şeylere giriftar oldukça haraptır5

Dolayısıyla şairin, yukarıdaki mısralarla ifade ettiği gerçek, "kalb"in yaratılış hikmetinin, yalnızca Allah'a yönelmek ve sadece onunla meşgul olmak olduğudur. Nitekim bir kudsî Hadis'te de Allah (c.c.) mealen şöyle buyurmaktadır:

"Yer ve göğe sığmadım, mümin kulumun kalbine sığdım" (Temyiz, 150; Aclunî, II, 195)6

"Senden uzaklık ateş, sana yakınlık ateş!
Azap var mı âlemde fikir çilesine eş?"

Şair'in "sen" diye hitap ettiği Allah'tır... Yaratıcı'dan, o büyük sanatkâr'dan uzak olmayı şair, ateşin azabı gibi görmektedir. Yalnızca uzak olmak değil, ona yakınlık da azap vericidir. O, bir anlamda güneş gibidir ve yarattığı mahlukata hayat verir; onu canlı tutar. Mahlukat nasıl ki "güneş"ten ne çok fazla uzaklaşabilir ve ne de "güneş"e çok fazla yaklaşabilirse şair de Allah'a ve onun bilgisine ne çok fazla yaklaşabilmekte ve ne de ondan çok fazla uzaklaşabilmektedir.

Aklın tüm sınırlarını zorlayarak ve onu koparırcasına gererek, bulduğu veya buldum sandığı ya da en doğrusu bulmaya yöneldiği "hakikat bilgisini" ve onu bulmak yolunda çektiği ıstırapları "fikir çilesi" olarak nitelendiren şair için, dünyada bu çileden daha azap verici, başka hiçbir şey yoktur. Şaire göre bu fikir çilesi yolunda ve neticesinde, hakikate ulaşmak da, hakikate yaklaşmak da sonsuz azap verici bir ateş gibidir.

"Yaşamak zor, ölmek zor, erişmekse zor mu zor?
Çilesiz suratlara tüküresim geliyor!"

İnsanın, herhangi bir şeyi "zor" sıfatıyla nitelendirebilmesi için o şeyi tecrübe etmiş olması gerekmektedir. Buradan anlaşılıyor ki şair, hakikate ulaşma yolunda hayatı boyunca sürdürdüğü fikrî mücadelesi sonucu, "yaşama"nın da "ölme"nin de "erişme"nin de ne denli zor olduğunun idrakine varmıştır.

Bu noktada üç kelime; "yaşamak", "ölmek" ve "erişmek" kelimeleri dikkati çekmekte ve bu kelimelerin, insan beyninde ve hayatında ne dereceye kadar yer işgal ettiği ile "çile"nin yüze yansıyan tezahürlerinin, doğru orantılı olduğu şairin ifadesinden anlaşılmaktadır. Bu itibarla şair, "çilesiz suratlar" sözüyle, yaşamanın, ölmenin, ve erişmenin fikrî buhranlarını yaşamamış, yaşamı boyunca "hayatın anlamı"na dair bir kez olsun bile bir soru dahi sormamış insanlardan bahsetmekte ve şairliğin verdiği heyecanla yüzlerine tükürecek şekilde öfkelenmektedir.

"Yaşamanın zorluğu" ilk kez bu soruyu sorulduğu ve düşünüldüğü vakit başlar. Ölmenin zorluğu "hayattayken ölebilmek"tir. "Erişmek" kendini aşmak, eren bir insan, veli olmak; yani mertebeler kat ederek seyr-i sülûk'a çıkmak ise zordan da zor...

"Evet, ben, bir kapalı hududu aşıyorum;
Ölen ölüyor, bense ölümü yaşıyorum!"

Şair, bu mısralarla bir anlamda içinde bulunduğu hâli dillendirmiş olmaktadır. İfadelerin şimdiki zaman kipinde kullanılmış olması, şairin bahsettiği hâllerin "oluş hâlinde" bulunması sebebiyledir.

"Kapalı hudut" ile "aşmak" ifadeleri ile "ölüm" ve "yaşamak" ifadeleri arasında zıt bir ilişki mevcuttur. Her iki mısrada da birbirine karşıt olan bu ifadelerin kullanılması dikkat çekici bir özellik olmakla birlikte, bu zıtlıkların şairin iç hâlini ifade ediyor olması önemli bir husustur.

"Kapalı hududun aşılması", muhtemelen, aklın sınırlarının geçilerek insanın kendi kendisini aşması ve mutlak hakikate doğru yol alması anlamına gelmektedir. Şairin "ölümü yaşıyorum" ifadesi ise tasavvufi yolda ilerleyebilmek için elzem olan bir şarta işaret etmektedir. Bu şartla ilgili olarak bir hadis-i şerif'te şöyle buyurulmaktadır:

"Ölmeden önce ölünüz" (Aclunî, I. 38).7

Necip Fazıl'ın, "ölümü yaşıyorum" ifadesi, yukarıda belirtilen tasavvufi yolun gereklerinden birine işaret ediyor olabileceği gibi, aynı zamanda şairin çileler içindeki yaşamının zorluğunun da bir ifadesidir.

"Sonsuzu nasıl bulsun, pösteki sayan deli? Kendini kaybetmek mi, visalin son bedeli?"

"Pösteki" kelimesi, "koyun veya keçi postu" manasına, "pösteki saymak" sözü ise "içinden çıkılmaz bir iş yüklenip uğraşmak" anlamına gelmektedir.8 ‘Sonsuz'u bulmak öyle kolay bir iş değildir. ‘Sonsuz'u bulmaya niyetlenmiş olmak bile "içinden çıkılamayan bir iş yüklenmek" demektir. Bu da şaire göre "delilik"ten başka bir şey değildir. Zaten "hakikat bilgisi"ne ulaşmanın bedeli de "delilik" ve "kendini kaybetmek"tir.

Buradaki "delilik" yine bir tasavvufi hâl olup kişinin zahirdeki hâlinin tesmiyesidir. Ağır bir düşünce işi yüklenip ve işin içinden bir türlü çıkamayan deli, elbette "sonsuz"u bulamaz. Çünkü tasavvuf yolunda "bulmak" diye bir kavram yoktur. Yalnızca "aramak" vardır. "Visal" in ya da kavuştuğunu zannetmek vehminin bedeli ise "kendini kaybetmek"tir; "delilik"tir;

"Mahrem çizgilerine baktıkça örtünen sır;
Belki de benliğinden kaçabilene hazır."

Hakikat bilgisi bir "sır"dır. Bu sır benliğinden kurtulmayanlar için "açılmaya çalışıldıkça örtünen" bir sırdır. Yalnızca tasavvuf yoluna intisap etmiş olanlar bu sırra erebilirler. Çünkü onlar bu yolda kendi benliklerinden soyunmuş, kendi benliklerini unutmuş kimselerdir. Şair'e göre kişinin sırra erebilmesi, ancak "benliğinden kaçıp kurtulması" şartına bağlıdır. Böyle kimseler dünyadan ve dünyevi şeylerden elini eteğini çekmiş olup yalnız Allah'la meşgul olan kimselerdir. Onlar benliğinden kaçabilen ve nefsiyle mücadelede galip gelebilen insanlardır.

İmam Gazalî, "tasavvufun bazı şartları"nı açıkladığı eserinde şöyle buyurmaktadır:

"Bu şartı yerine getiren temiz fıtrat sahibi mutasavvıf, şeyhinden aldığı bereket sayesinde büyük cihada (Cihad-ı Ekber'e) ve Allah'ı zikretmeye koyulur. Büyük cihad, içe dönük manevi düşünceden, Allah'ı zikretmek de insanın yaptığı ve yapmaktan kaçındığı her şeyde kendisini Allah'ın huzurunda hissetmesinden ibarettir. Bunlar yanında mutasavvıf zihnini devamlı olarak yüce âlem üzerine yoğunlaştırmalıdır. Böylelikle tarikat yolundaki dereceleri konak konak aşarak en son dereceye yükselir. Bu mertebe, fâni varlık sınırını aştığı için, oraya ulaşan kimse ilahî ve rabbani bir mahiyet kazanır. İşte gerçek anlamda sufi böyle kimseye denir."9

"Hatıra küpü, devril, sen de ey hayal, gömül!
Sonu gelmez visalin gayrından vazgeç, gönül!"

Şair de tıpkı yukarıda sözü edilen mutasavvıflar gibi hakikate ulaşabilmek için dünyaya ait olan heva ve heveslerden kurtulması lazım geldiğini bilmekte ve bunun neticesinde de kendi kendine ve kendi gönlüne seslenmektedir.

Şair "gönül"e seslenerek, onun "bütün bu geçici arzu ve isteklerden vazgeçmesini" istemekte ve gönlünün asıl meftun olması gereken şeyin "sonu gelmez visal", "sonsuza kavuşmak arzusu", "mutlak hakikate ulaşmak isteği" olması lazım geldiğini belirtmektedir.

"O visal, can sendeyken canını etmek feda;
Elveda toprak, güneş, anne ve yâr elveda!"

Bu mısralarda, şairin, bir önceki bölümde kendi gönlüne "sonu gelmez visalin gayrından vazgeç, gönül!" diye seslenirken kullandığı "visal" kelimesinin özellikleri zikredilmektedir. Buna göre "visal", "can sendeyken canını etmek feda" biçiminde vasıflandırılmaktadır.

Bu noktada şair, hakikati arama yolunda yürüyen bir insan olarak, "toprağa, güneşe, anneye ve sevgiliye" veda etmekte, kalbinde yalnızca Allah'a yer bırakmaktadır.

Bunu Necip Fazıl'ın bir başka şiiriyle ifade edecek olursak;

"Bu kapıdan kol ve kanat kırılmadan geçilmez;
Eşten, dosttan, sevgiliden ayrılmadan geçilmez."10

Necip Fazıl'ın "Visal" adlı şiiri, son derece derin tasavvufi ve felsefi çıkarımlar yapılabilecek, oldukça geniş manalar taşıyan bir şiirdir.

7+7 (14'lü) hece ölçüsüyle yazılmış olan şiir, biçimsel mükemmellikle fikrî derinliğin bir arada bulunduğu en güzel örneklerden biridir.

16 Kasım 2013 Cumartesi

Sabah yorgun kalkıyorsanız 'fibromiyalji sendromu' olabilirsiniz

Çorlu Özel Şifa Hastanesi Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Uzmanı Dr. Gürcan Hasanoğlu, kas romatizması adı verilen "fibromiyalji sendromu"nun en önemli belirtilerinden birinin sabah kalkarken yorgunluk hissi olduğunu söyledi.
Fibromiyalji sendromunun (FS) yaygın ağrı ve hassasiyetle karakterize, yorgunluk, uyku bozukluğu ve depresyonun eşlik ettiği bir kronik kas-iskelet sistemi hastalığı olduğunu ifade eden Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Uzmanı Dr. Gürcan Hasanoğlu, "Nedeni tam olarak bilinmemekle birlikte bir grup durumun birleşimi veya tek tek varoluşuyla fibromiyalaji sendromunu tetiklediği görülmektedir. İnsanın dış görünüşünde gözle görülür bir değişiklik yoktur, fakat yaşam kalitesinde ileri derecede düşüş gözlenmektedir. FS'de yerel kan akımı azalmasına bağlı olarak yorgunluk geliştiği ve adale esnekliğinde azalma olduğu gösterilmiştir. Buna göre olayın asıl gerçekleştiği yer adale dokusudur. Kasta kasılma söz konusudur ve bu bölgede kan dolaşımı yeterli değildir. Kas dokusu yeterince oksijen alamamaktadır ve ağrı oluşmaktadır. Bazı bilim adamları düşme, çarpma, özellikle trafik kazası gibi travmaların merkezi sinir sistemine etki ederek, FS'ye yol açtığını ileri sürmektedirler. Her zaman büyük bir travma olması gerekmez. Bu nedenle uygun olmayan egzersizlerin veya kötü duruş pozisyonlarının bu hastalığı artıracağı göz önünde bulundurulmalıdır" dedi. 
FS hastalığında ailesel yatkınlık ve kalıtsal özellikler bulunduğuna dikkat çeken Dr. Hasanoğlu, FS'li bir annenin çocuklarında benzer sorunlar görülebileceğini, hatta beraber yaşamanın getirdiği bir hastalık olarak karı ve kocada aynı hastalığın beraberce ortaya çıkabileceğini kaydetti. Ailesel stresler, evliliğin kötü sonlanması, ağır yaşam ve iş koşullarının FS'yi tırmandırdığını dile getiren Dr. Hasanoğlu,, bazı virüslerin de FS'ye yol açtığının iddia edildiğini belirtti.  
"YAYGIN VÜCUT AĞRILARI HASTALIK BELİRTİSİ" 
Dr. Gürcan Hasanoğlu, hastalığın en önemli belirtilerini ise yaygın vücut ağrıları, hassasiyet, yorulma gerektirecek bir faaliyet yapılmamasına rağmen yorgun olma, sabah yorgun kalkma, uyku bozukluğu, depresyon, unutkanlık ve konsantrasyon eksikliği, stres, sabah tutukluğu, gerilim tipi baş ağrısı, mide ağrısı, karında gaz ve devamlı geğirme ihtiyacı, hassas barsak sendromu, kas ağrısı olarak sıraladı. Hastalarda ayrıca bölgesel eklem ağrıları, subjektif şişlikler, kollarda ve bacaklarda uyuşma ve soğuma görülebileceğini söyleyen Dr. Hasanoğlu, "FS'nin toplumdaki görülme sıklığı yüzde 10-20 arasındadır. Hastaların yüzde 73 ile yüzde 88'i kadındır ve ortalama hasta yaşı 34 ile 57'dir. Çocuklarda yüzde 1-7 ve yaşlılarda yüzde 7-8 görülebilir. Bir romatolojik hastalığı olanlar (romatoid artrit), enfeksiyöz bir hastalığı olanlar (viral veya bakteriyel hastalıklar) veya psikiyatrik hastalığı olanlar (major depresyon gibi) düşük eğitim ve gelir düzeyi fibromiyalji sendromu açısından risk taşırlar" diye konuştu.                             

FS'de çeşitli tedavi modalitelerinin denendiğini ancak hiçbiri ile kesin bir sonuca ulaşmanın mümkün olmadığını söyleyen Dr. Hasanoğlu, hastalara kesin tanı konulmasının uygun tedavi yönteminin seçilmesi açısından önemli olduğunu vurguladı. Hastaların hastalıkları hakkında bilgilendirilmesi ve kendi kendilerini kontrol ederek belirtileri nasıl azaltacaklarını öğretmenin tedavinin önemli bir parçası olduğunu kaydeden Dr. Hasanoğlu, "Psikolojik faktörlerin tedavisi ve hastalığı arttırıcı faktörlerin giderilmesine çalışılmalı, uykunun düzeltilmesi ve düzenli yaşam stili sağlanmalıdır. Hastaya hastalığının 'gerçek' olduğu, ancak şekil bozucu ya da sakat bırakıcı bir hastalık olmadığı anlatılmalıdır. Tedavi uzun sürebilir ve bulgularda belirgin düzelme olana kadar hekimin düzenli takibi gerekebilir...

9 Kasım 2013 Cumartesi

Yabancı dil öğrenmek bunamayı geciktiriyor

Bilim insanlarının yaptığı araştırmaya göre, birden fazla dil konuşanlar,beş yıla kadar daha fazla sürelik bir gecikmeyle bunama evresine giriyor.

BBC Türkçe’nin haberine göre, İskoçya’daki Edinburgh Üniversitesi ve Hindistan’daki Nizam Tıp Bilimleri Enstitüsü tarafından gerçekleştirilen araştırmada, “vasküler bunama, alzheimer hastalığı, frontotemporal (beynin ön kısmının temporal, yani alt kısımla birleştiği bölge) bunama” gibi hastalıkların iki veya daha fazla dil konuşanlarda daha geç başladığıbelirlendi. 

Araştırmacılara göre farklı diller kapsamında farklı sesler, sözcükler, kavramlar, dilbilgisi yapıları kullanmak doğal bir beyin eğitimi anlamına geliyor. Uzmanlara göre ikinci dilin, yapay olarak hazırlanan beyin jimnastiği programlarından çok daha etkin olmasın muhtemel.

Edinburgh Üniversitesi’nden Thomas Bak, araştırmayla ortaya çıkan bulguların çift dilliliğin bunama üzerine mevcut tüm ilaçlardan daha fazla etkili olabileceğini gösterdiğini belirtti.

6 Kasım 2013 Çarşamba

Aile içi muhabbeti teknolojiye feda etmeyin!

Gençler arasında yaygın olarak görülen teknoloji bağımlılığı, insani ilişkileri öldürüyor ve zihinsel obeziteye sebep oluyor. Aileleri uyaran uzmanlar ise gençlerin manevi boşluğunu teknoloji ile doldurmaya çalıştığına dikkat çekerek, aileyle geçirilen vaktin önemini vurguluyor.
Teknoloji bağımlılığı, her geçen gün gençleri kültürel ve aile bağlarından uzaklaştırıyor. Kimi gittiği misafirlikte sanal tarlasını suluyor, kimi ailece yapılan sohbetin arasında Twitter’dan gelen mesaja heyecanla dönüp muhabbeti yarıda bırakıyor. İnsan ilişkilerinin yüz yüze iletişime dayalı olduğunu aktaran söyleyen Psikiyatrist Kemal Sayar, teknoloji bağımlılığının insani ilişkileri öldürdüğünü dile getiriyor. İnsanların üzüntülerinden kaçmak için sosyal medyaya sığındıklarını belirten Sayar, “İnsanların anlatmak istediklerini ve duygularını böylelikle anlıyoruz. Ev içinde telefon ve televizyon ekranlarının kapandığı saatler olmalı. Bu saatlerde aile fertleri birbirine vakit ayırılmalı.” diyor.

Klinik psikolog Mehmet Dinç de internet yoluyla alınan bilginin zamanla zihinsel obeziteye yol açtığına dikkat çekiyor. İnsanların sindiremeyecekleri kadar fazla bilgiyi aldıkları için zihinsel bir obezite yaşadıklarını dile getiren psikolog Dinç, bilginin bu nedenle yüzeysel kaldığını ifade ediyor.  İnternetten bilgi edinirken eleştirel düşünülmesi gerektiğini belirten Dinç, “Okullar hem bilgi alınan hem de kritik düşünme becerisi kazandıran kurumlar olmalı. Çocuklar bilginin doğruluğunu sorgulamalı. Bu anlamda okullara, eğitimcilere, anne-babalara ve sivil toplum kuruluşlarına büyük görev düşüyor.” diyor. Her insanın enerjisini boşaltmaya ihtiyacı olduğunu da kaydeden psikolog, “Özellikle gençler kendini göstermek ve varlığını ispat etmek ister. Bunu internette çok kolay yapabiliyorlar. Ama Türkiye’de gençlerin enerjisini boşaltacakları gençlik merkezleri yok. Eğer böyle mekânlar kurmazsak yarın tedavi merkezleri yapacağız.” uyarısında bulunuyor. Bilgi kirliliğinin yabancılaşmaya yol açtığını kaydeden Dinç, şunları söylüyor: “Adam Japonya’da kim kimi öldürmüş biliyor mahallesinde kim hasta bilmiyor. Brezilya’daki depremi biliyor. Eşinin içindeki depremi ve ruhi durumunu bilmiyor. Başbakan’ın gündemini biliyor, çocuğunun gündemini bilmiyor.”...

5 Kasım 2013 Salı

Takıntı hastalığı ile baş etme yolları

Dünyaca ünlü Psikiyatri Profesörü Kemal Sayar, Küçükçekmece Belediyesi'nin düzenlediği 'Fobiler ve Takıntılar' adlı söyleşiye katıldı.  
 Halkalı Kültür ve Sanat Merkezi'nde düzenlenen söyleşide konuşan Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Kemal Sayar, çağımızın rahatsızlığı 'Obsesif Kompulsif Bozukluk' yani takıntı hastalığı hakkında bilgi verdi.  
  OBSESİF KOMPULSİF NASIL ANLAŞILIR? 
  Takıntıyı endişelerin zirve yapması olarak tanımlayan Sayar, "Bir işi iyi yapabilmek için tabiî ki azıcık endişe duymalıyız ama endişenin klinik düzeylere geldiği, hastalıklı halleri de ayırt edebilmeliyiz. Endişe duygun, hayattan zevk almanı engelliyorsa ve artık onun oyuncağı haline geldiysen bir problem var demektir" dedi. Genelde bardağın boş tarafını gören ve hayatımdaki her şeyi ben ayarlamalıyım diye düşünen insanların daha endişeli insanlar olduklarını da söyleyen Sayar, şehir yaşamlarının insan hayatına göre düzenlenmemiş olmasının da endişeye neden olduğunu ifade etti.  
  "KENDİSİNİ 6 İLE 12 YIL GİZLİYOR" 
  Obsesif kompulsif bozukluk yaşayan insanların da öncelikle gerçekçi olmalarını, başlarına gelenin yaşanabilir ve atlatılabilir olduğunu unutmamalarını, hayatta her şeyin kontrol edilebilir olmadığını anlamalarını öğütleyen Kemal Sayar, ailelerin bu rahatsızlığı, 'Çocuğumda bir şey yok' diyerek tedavi ettirmemeleri sonucu OKB'nin kendisini 6 ile 12 yıl boyunca gizlediğini söyledi. 
  NASIL TEDAVİ EDİLİR? 
  Obsesif kompulsif bozukluk yaşayanlarda hastanın iradesi dışında gelen parazit düşüncelerin beyne yapıştığını kaydeden Sayar, bir hastasının kaplumbağa pisliği bulaşmasından korkması nedeniyle hayatının uzun yıllarını 120 metrekarelik bir evin sadece 10 metrekarelik bir odasında yaşayarak geçirdiğini söyledi. Hastanın çocukları tarafından terk edilip eşiyle boşanma noktasına geldikten sonra tedavi olmaya karar verdiğini de belirten Sayar, 2 yıllık bir ilaç + psikoterapi ile hastaların tamamen normal yaşamlarına dönebildiğini de sözlerine ekledi. 
  KISIR DÖNGÜ: GEÇİCİ RAHATLAMA 
  Bulaşma (hastalık kapma endişesi), kuşku, somatik, simetri (düzen), agresyon, din, toplama (eve giren eşyaları atamama), çoklu olmak üzere 9 çeşit obsesyon olduğunu belirten Sayar, en büyük kısır döngünün ise endişe duygusu sonrasında (pis yere dokunmamak gibi) yapılan hareketlerin hastayı geçici olarak rahatlatması nedeniyle, hastaların bu davranışları sürekli tekrarlamaları sonucu duydukları endişeyle baş edemez hale gelmeleri olduğunu söyledi. Ayrıca, bu bozukluğun sebeplerini ise genetik, öğrenme teorisi, çocuklara tuvalet terbiyesi verirken çok sert davranılması ve BETA mikrobu olarak sıralayan Kemal Sayar, bu rahatsızlıkla beraber depresyon gibi birçok psikolojik sorunun da yaşandığını ifade etti. 

  BAŞ ETMENİN YOLLARI NELERDİR?...

3 Kasım 2013 Pazar

Kış güneşi, mevsimsel depresyona yol açıyor

Bayındır Hastanesi İçerenköy’den Psikiyatri Uzmanı Dr. Onur Özalmete, kış aylarının yaklaşmasıyla birlikte güneş ışığı miktarındaki azalmanın birçok kişide mevsimsel depresyona yol açtığına dikkat çekti. Özalmete, "Sonbahar ve kış aylarında fazla uyuma, aşırı beslenme ve kilo alımının mevsimsel depresyonun en önemli belirtileri." dedi.
Mevsimsel depresyon düzenli olarak sonbahar ve kış aylarında güneş ışığının azalmasıyla ortaya çıkan bir duygulanım bozukluğu olduğunu söyleyen Uzm. Dr. Özalmete, "Bu depresyon türünde diğer depresyon tiplerindeki belirtilerin aksine, fazla uyuma, aşırı yeme, kilo alımı ve bitkinlik daha sık görülmektedir. Sonrasında genellikle çökkünlük, kaygı ve huzursuzluk ortaya çıkar" dedi.
SONUÇLARI İNTİHARA SÜRÜKLEYEBİLİYOR
Bu rahatsızlığı yaşayanların sabah yorgun ve zor uyandığını, enerjisinin azaldığını, konsantrasyon güçlüğü çektiğini kaydeden Uzm. Dr. Özalmete, mevsimsel depresyonunun diğer sonuçlarının, sosyal çevreden uzaklaşma, karamsarlık ve umutsuzluk, hayattan keyif almama olduğunu ifade etti. Modern yaşama uyumu bozan bu hastalığın, intihar girişimine varan ağır depresyon biçimine dönüşebileceği uyarısında bulunan Uzm. Dr. Özalmete, "Bu nedenle her kış özellikle yorgunluk, kilo alma, aşırı uyuma gibi depresyon belirtilerini yaşayan kişilerin tanı ve tedaviye başvurmalarını öneriyoruz." diye konuştu.
SABAH IŞIĞIYLA TEDAVİ

Bu depresyon tipinin tedavisi seçenekleri arasında genellikle ışık terapisi (fototerapi) yönteminin etkili sonuçlar verdiğini belirten...

2 Kasım 2013 Cumartesi

Mideler de grip olur...

“Tam grip mevsimi, salgın var” klişesini sıkça duyduğumuz şu günlerde tehlikede olan sadece üst solunum yollarımız değil. Zira mide-bağırsak gribi de son birkaç haftadır uzmanların sıklıkla karşılaştığı vakalar arasında.
Acıbadem Mobil Sağlık Hizmetleri Operasyon Müdür Yardımcısı Dr. Behiç Berk Kuğu’ya göre ‘gastroenterit’in yüzde 80’inin ortaya çıkış nedeni virüsler. Bu virüsler, iyi temizlenmemiş yüzeylerden, dışkı bulaşmış besinlerden, sudan ve hatta havadan bulaşabiliyor. Hastalığın tıbbi adı gastroenterit olmasına rağmen halk arasında sıklıkla mide gribi, mide üşütmesi olarak da isimlendiriliyor.
Hastalık öncelikle bulantı, kusma ve ishal ile kendisini gösteriyor. Daha sonrasında da ateş ve halsizlik ile seyrediyor. Virüslerin kişiye bulaşmasının ardından hastalık bulgularının ortaya çıkması ortalama 24-48 saati bulabiliyor. Özellikle çocuklarda görülen bu şikâyetler, doktora danışmadan aileler tarafından giderilmeye çalışıldığında, sıvı kayıplarının artmasıyla beraber çeşitli sorunların ortaya çıkmasına sebep oluyor. Bu tür hastalık belirtileri asla hafife alınmamalı.
Çocuklar arasında daha yaygın
Dr. Behiç Berk Kuğu, ‘gastroenterit’in en çok ekim, kasım, aralık gibi soğuk aylarda ve özellikle çocukların maruz kaldığı bir hastalık olduğuna dikkat çekiyor. Viral gastroenterit daha çok bu aylarda görülüyor. Bakteriyel gastroenterit ise sudan bulaştığı yaz aylarında da salgın haline gelebiliyor. Okullar, anaokulları gibi bulaşıcılığın yüksek olduğu ortamlarda çocuklar arasında yaygın olarak görülüyor. Bunun bir başka nedeni de el yıkama gibi kişisel hijyenine dikkat etme bilincinin çocuklarda yerleşmemiş olması. Hastalığın en tehlikeli yanı, uzun süren kusma ve ishalin neden olduğu sıvı kaybı. İleri derece sıvı kaybı telafi edilmezse organ yetmezliklerine, hatta yaşam fonksiyonlarının durmasına yol açabilir.

Neler yapılmalı?


 El temizliğine özen gösterin...