Popüler Yayınlar

28 Ocak 2012 Cumartesi

efeler: Zor bir eş, muhabbetle değişebilir

efeler: Zor bir eş, muhabbetle değişebilir: "Eşim zor bir insan. Evde ne yapsam memnun olmuyor. Bardağın hep boş tarafını görüyor." "İşten çıkınca eve gitmek istemiyorum. Eşim kapıda...

Zor bir eş, muhabbetle değişebilir


"Eşim zor bir insan. Evde ne yapsam memnun olmuyor. Bardağın hep boş tarafını görüyor." "İşten çıkınca eve gitmek istemiyorum. Eşim kapıdan girer girmez başlıyor, 'Annen şöyle yaptı.' diye söylenmeye."
Kadın ve erkekler böyle dert yanıyor. Kimse kendisinde hata görmüyor. Tabii olan, ne zaman sinirleneceği belirli olmayan biriyle yaşayan eşe oluyor. Bunalıyor, canından beziyor. Bu durumda eşler nasıl davranmalı? Zor biriyle yaşayan eş "Ben niye böyle biriyle evlendim?" diye hayata küsmemeli, çözüme yoğunlaşmalı. Diyaloğu kesmek, problemi kördüğüme döndürür. Bunun yerine "seni seviyorum ama şu, şu davranışların beni rahatsız ediyor." diye rahatsızlığı söz ve davranışlarla anlatmalıdır. Bazen kişi davranışının eşini rahatsız ettiğinin farkına varmayabilir. Mesajı alan eş de; "Bende problem yok sen yanlış algılıyorsun" deyip işin içinden çıkmamalıdır.
Eşini mutlu eden, kendisi de mutlu olur
Nefsi müdafaada bulunmak kolaydır. Ama vicdanî muhasebe yapmak ve eşi incitmemek için çalışmak bir erdemdir. Kendisine emanet edilen eşin hukukunu korumaktır. Eşini mutlu eden kendisi de mutlu olur. Şu gerçek hiçbir zaman unutulmamalıdır; aile bir fabrika, eşlerse o fabrikanın çarkları gibidir. O fabrikada "mutluluk kumaşı"nı dokumak için çarklar ters hareket etmek yerine birbirine güç vermelidir.

gülay atasoy

23 Ocak 2012 Pazartesi

efeler: Teknoloji dünyasının yeni oyuncakları

efeler: Teknoloji dünyasının yeni oyuncakları: ABD'nin Las Vegas eyaletinde bugün sona eren CES 2012 Teknoloji Fuarı'nda, birbirinden değişik ürünler dünya kamuoyuna ilk kez tanıtıldı. ...

Teknoloji dünyasının yeni oyuncakları


ABD'nin Las Vegas eyaletinde bugün sona eren CES 2012 Teknoloji Fuarı'nda, birbirinden değişik ürünler dünya kamuoyuna ilk kez tanıtıldı. Binlerce ürün arasından göze çarpanları seçtik.
***
Sony'den Google TV uyumlu Internet TV cihazları: Google TV platformunda çalışan Network Media Player NSZ-GS7 ve Blu-Ray oynatıcılı NSZ-GP9 adlı bu cihazlarla kullanıcılar, HDMI üzerinden televizyona bağlanıp, HD TV yayın izleme imkânına sahip oluyor. Blu-ray oynatıcılı modelin uzak kumandasında yer alan mikrofon özelliği dikkat çekici. Bu özellik yardımıyla internet üzerinde sesli arama yapıp içerik bulmak mümkün. Google TV 2.0 sisteminin kurulu olduğu bu cihazlar Android Market'i de destekliyor. Televizyon yayıncılığını farklı bir seviyeye taşıyacak olan bu cihazların yılın ortasında piyasaya çıkması bekleniyor.
SanDisk 128 GB SDXC bellek kartı: HD kalitesinde 10 saatlik 3D görüntü kaydetme kapasitesine sahip olan bu 'boyutu küçük ama kapasitesi büyük' bellek kartının satış fiyatı 400 dolar. Saniyede 45 megabyte okuma ve yazma hızına sahip olduğu açıklanan bu bellek kartının dünyadaki en hızlı kart olduğu iddia ediliyor.
LG 55 inç OLED HDTV: 55 inç ekranlı bu televizyon 100,000,000:1 gibi inanılmaz bir kontrast oranı ile LED ekranlardan en az elli kat daha iyi görüntü kalitesi sunuyor. Sadece 4 mm kalınlığında ve 7,5 kilogram ağırlığındaki bu üstün teknoloji ürünü cihazın 3 boyutlu görüntü özelliği de var. 4 renk piksel ve renk arıtıcı teknolojisine sahip bu cihaz ekran görüntülerini en ince detaya kadar verebiliyor.
Acer Aspire S5: 15 mm kalınlığı ile dünyanın (şimdilik) en ince ultrabook'u olarak tanıtımı yapılan Acer Aspire S5, sadece 1,35 kilogram ağırlığında. 13.3 inç HD LED ekrana sahip olan bu cihazda USB3, Thunderbolt ve HDMI bağlantıları da mevcut. Yılın ikinci yarısında satışa sunulması beklenen bu ürün i5 veya i7 işlemciye sahip olacak. Fiyatı ise henüz belli değil.
Razor Project Fiona: Laptoptan daha mobil bir platform arayan ama tabletlerin sunduğu deneyimi yeterli bulmayan oyun severler için üretilmiş bu cihaz CES fuarında göze çarpan ilginç bir prototip. Henüz geliştirilme aşamasında olan bu cihaz 10.1 inç ekran genişliğine, 1280x800 ekran çözünürlüğüne, Core i7 işlemciye, Windows 7 işletim sistemine ve ekranın sağ ve sol tarafına tutturulmuş oyun kollarına sahip.

Lenovo IdeaPad S2: Lenovo'nun bu yeni Android tableti 10 inç ekran genişliğine, 1280x800 ekran çözünürlüğüne, 1.5 GHz çift çekirdekli işlemciye ve 10 saat pil ömrüne sahip. Bu tableti diğerlerinden farklı kılan özelliği ise sonradan eklenebilen bir klavye ile küçük bir laptop şekline dönüşmesi. Bu özelliği ile cihaz, Asus Eee Pad Transformer Prime'a çok benziyor. Aynı zamanda batarya özelliği de taşıyan bu klavye kullanıldığında cihazın pil ömrü 20 saate ulaşabiliyor. Henüz resmî piyasaya çıkış tarihi belli olmayan cihazın fiyatının klavye eklentisi ile birlikte 550 dolar civarında olması bekleniyor.

Canon PowerShot G1X: Canon'un kompakt kamera serisinin yeni üyesi olan PowerShot G1X'in en önemli özelliği, önceki modelinden 6 kat daha geniş sensörü ile DSLR fotoğraf makinesi kalitesinde sonuçlar vermesi. 18.7 x 14 mm boyutlarındaki 14.3 MP CMOS sensörüne sahip bu cihazla düşük ışık seviyelerinde bile yüksek performans yakalamak mümkün. Önümüzdeki haftalarda 800 dolardan başlayan fiyatlarla satışa sunulması beklenen bu cihaz 28 mm geniş açı, f/2.8–16 diyafram aralığı ve 4x optik zoom özelliğine sahip. Cihazın diğer özellikleri ise şunlar: 1080p Full HD video kayıt, RAW+JPEG fotoğraf kaydetme, HDR desteği, dahili flaş, 920 bin noktalı ekran ve optik vizör.

Nikon D4: Nikon'un yeni nesil üst seviye DSLR fotoğraf makinesi olarak tanıtımı yapılan bu fotoğraf makinesi, 16.2 etkin megapiksel çözünürlüğe, Nikon'un yeni FX-format CMOS görüntü sensörüne ve yeni nesil işleme motoru EXPEED 3'e sahip. Saniyede 11 kare fotoğraf çekimi yapabilen D4'ün deklanşör gecikme süresi 0.042 saniye. Üç farklı formatta multi alan modu özelliğine sahip bu makine ile 1920x1080/30p Full HD kalitesinde video kaydı yapmak mümkün. Nikon D4'ün göze çarpan diğer özellikleri ise şunlar: ISO 50-204800, 125MB/s verim aktarım hızı, WT-5 kablosuz bağlantı uyumluluğu, karanlık ortamlarda daha kolay işlem için düğme aydınlatması, UDMA 7 ile uyumlu CF ve XQD hafıza kartları için çift kart yuvası, HDMI çıkışı, mikrofon girişi, kulaklık çıkışı ve time lapse modu. 1340 gram ağırlığındaki Nikon D4, önümüzdeki günlerde 6 bin dolardan başlayan fiyatlarla satışa sunulacak.


Microsoft Kinect: Microsoft'un hareket teknolojisi cihazı Kinect Windows işletim sistemiyle uyumlu hale geliyor. Windows 7 ve geliştirme aşamasındaki Windows 8 işletim sistemleri için üretilmiş Kinect sensörleri şubat ayından itibaren ABD'de 250 dolardan satışa sunulmaya başlanacak. Bu cihaz yardımıyla kullanıcılar Windows Kinect için üretilmiş uygulamaları vücut hareketleriyle kontrol edebilecekler.
Toshiba Excite X10

Dünyanın en ince tableti olarak tanıtılan Toshiba Excite, 544 gram ağırlığında ve sadece 7,77 mm kalınlığında. 10.1 inçlik ekrana sahip olan bu tabletin ekran çözünürlüğü 1280x800. Micro-USB, mini-HDMI, SD kart girişilerine sahip olan tablette 1.2 GHz'lik TI OMAP 4430 işlemci ve 1 GB bellek bulunuyor. Cihazın arka tarafında 5 megapiksel, ön tarafında ise 2 megapiksel kamera var. Henüz piyasaya kesin çıkış tarihi belli olmayan cihazın Android 4.0 Ice Cream Sandwich işletim sistemine sahip olacağı tahmin ediliyor. Cihazın 16 GB'lık modelinin ABD satış fiyatının 530 dolar, 32 GB'lık modelinin ise 600 dolar olması bekleniyor.

21 Ocak 2012 Cumartesi

efeler: KGB'nin 300 yıl yasak koyduğu kitap

efeler: KGB'nin 300 yıl yasak koyduğu kitap: Edebiyat eleştirmenleri tarafından 'son Rus klasiği' olarak tanımlanan ve KGB'nin, basımını 300 yıl yasakladığı 'Yaşam ve Yazgı', Can Yayı...

KGB'nin 300 yıl yasak koyduğu kitap


Edebiyat eleştirmenleri tarafından 'son Rus klasiği' olarak tanımlanan ve KGB'nin, basımını 300 yıl yasakladığı 'Yaşam ve Yazgı', Can Yayınları tarafından Türkçeye çevrildi.
Vasili Grossman'ın 1960'larda kaleme aldığı roman, yazıldıktan otuz yıl sonra okur karşısına çıkabilmişti. II. Dünya Savaşı sırasında Sovyetler'in savaş muhabiri olarak görev yapan Vasili Grossman, Stalin rejimi altındaki Sovyet Rusya'da yaşananları gözler önüne seriyor. Annesini, binlerce Yahudi'yle birlikte Ukrayna'daki kamplarda kaybeden Grossman, savaş boyu yaşanan acıları, dokunaklı bir dille Yaşam ve Yazgı'ya aktardı. Roman, "sistem için bir atom bombası" olarak tanımlanarak üç yüz yıllık mahkûmiyet cezasına çarptırıldı. Yazılı nüshasıyla birlikte daktilo şeritlerine bile el konuldu. Grossman'ın gizlice iki kopyasını daha yaptırdığı Yaşam ve Yazgı, Batı'ya kaçırılarak 80'lerde yayımlandı ve milyonlarca okura ulaştı. Ancak yazarı, kitabın basıldığını göremedi.
Yaşam ve Yazgı'da Stalingrad Savunması ve sonrasında yaşananlar, parçalanan bir ailenin öyküsü üzerinden anlatılıyor. Ardı ardına gelen kısa hikâyeler ve yüzlerce farklı karakterin yer aldığı ikincil olay örgüleri, bir ailenin kuşak kuşak öykülerinde birleşerek Sovyet döneminin geniş bir panoramasını oluşturuyor. Sovyet yazar Grossman, romanda tarihin en karanlık döneminde bile, özgürlüğün, asla yok edilmeyeceği gerçeğine vurgu yapıyor. KÜLTÜR-SANAT

20 Ocak 2012 Cuma

İNSAN-HUMAN: Pili 15 sene dayanan cep telefonu

İNSAN-HUMAN: Pili 15 sene dayanan cep telefonu: CES'de tanıtılan bu cebin pili, tam 15 sene bitmiyor, üstelik fiyatı da el yakmıyor. Doğal afet veya trafik kazası gibi bekle...

19 Ocak 2012 Perşembe

Kar yağarken başını yukarı kaldır


Sis bastırdı sandım önce. Fıstıkağacı'ndan Kuzguncuk'a, birinci köprüden ikincisine uzanan derin vadinin kaybolması bir yana, sokağın karşısındaki evler bile aniden silinmişti.

Pencere pervazına yerleşen beyaz tebessümü, siparişlerimi getiren bakkalın "Beklenen misafir geldi" sözüyle fark ettim. Sıcak evinde oturuyorsan, kar büyük sevinçtir. Buyur edersin kalbine, içine içine yağar, sohbetine doyamazsın.
Hemen camı açtım. Kar yağarken başını yukarı çevirir de düşene kitlersen gözünü, göğe yükselirsin. Bu yanılsama çocukken çok heyecanlandırırdı beni. İlk defa verdiği zevkin nedenini düşündürdü. Kar indi ben çıktım, kar indi ben çıktım... Sonra birden düştüm: Kar beni kendi arzımdan alıp, yine kendi semama çıkarıyor, en azından böyle bir imkânı müjdeliyordu.
Arz, idrakimin en düşük olduğu halimdi. Sema ise İlahi fısıltıları duyabilme kapasitemi işaret ediyordu. Kar yerimden oynatmadan beni alıp götürüyorsa, başka bir vasıta da beden kaydından kurtarıp Hayy olana yaklaştırabilirdi. İdrakin üst seviyesine varış kim bilir ne acayip bir haldi? Kar sanki öyle bir halden geliyordu, neşesi bu yüzdendi. Toprakta bir süre dinlenecek, eriyip aslına dönecek, sonra yine göğe gidecekti.
Artık bahtına yağmur olmak mı düşer, buz kesip dolu diye mi döner, arada kar olmayı özler mi bilinmezdi. Titredim. Soğuktan değil, halden hale geçen rahmetten. Mahallenin bütün çocukları sokağa fırlamış kar bayramı yapıyordu. "Heey çocuklar" diye bağırasım geldi, "kar kristalleri güneş ışığını tamamen yansıttığı için beyaz görünürmüş, ama akşam oldu. Güneş yokken kar neden hâlâ beyaz?"
Sesimi çıkarmadım, keyiflerini bozmanın alemi yoktu. Pencere kenarında biriken karları bozmaktansa, elimi uzatıp tanelerin avucuma konmalarını bekledim. Çıplak gözle altı köşeli olduklarını göremiyordum. Ama bugüne kadar aynı büyüklük, aynı biçim ve aynı sayıda su molekülü içeren iki kar kristali bulunamadığını biliyordum. Sınırlı bir formda sınırsız çeşitlilik sergileniyordu. Bu azamet hakkında hiç düşünmemiştim.
Altıgene sığmış sonsuzluğa yakından bakabilmek için internete girdim. Kar tanelerinin çapı 2 ile 4 milimetre arasında değişiyor ve 200 kar tanesi ancak bir gram ediyordu. Ne yazık ki hiçbir sözlükte küçük kelimesinin karşılığı büyük olarak verilmemişti. Taneler yere inerken birbirlerine yapışmıyor, toprağa adeta kelebek gibi konuyorlardı. Üzerlerinde ince bir hava tabakası bırakacak şekilde bitkilerin üzerine yayılıp, onları donmaktan koruyordu. Karın bu bilgeliğinden hayretlere düşüp yolunu şaşıran, gözyaşı döken ya da deliren bir insanoğlu çıkmamıştı.
Kim bilir belki çıkmıştı da kayda geçmemişti. Yunus, haberleri sarı çiçekten alıyordu ama erenlerin karla muhabbetini bilmiyorduk. Belki içlerinde kara bakınca ateş gören de vardı. Biz karın aslı diye suyu bellerken, muhtemelen onlar aslın aslıyla konuşuyorlardı. Biz iki hidrojen bir oksijenden söz ederken onlar formülün gerisinde kim bilir hangi aşk filmini seyrediyorlardı?
Şiir kitaplarını karıştırmaya başladım. Ahmet Muhip Dıranas, "Buğulandıkça yüzü her aynanın/ Beyaz dokusunda bu saf rüyanın/ Göğe uzanır - tek, tenha - bir kamış/ Sırf unutmak için, unutmak ey kış!/ Büyük yalnızlığını dünyanın" diyordu. Hayır, benim hissettiğim yalnızlık değildi. Unutmaktan çok hatırlamaya ihtiyacım vardı. Yahya Kemal'e uzattım elimi.
Şair, Kar Musikileri'nde "Bin yıldan uzun bir gecenin bestesidir bu/ Bin yıl sürecek zannedilen kar sesidir bu/ Bir kuytu manastırda duâlar gibi gamlı/ Yüzlerce ağızdan koro hâlinde devamlı" diye sesleniyordu. Bu dizeler de hissime tercüman olamadı. Sezai Karakoç'un "Allah kar gibi gökten yağınca" diye bir dizesi vardı, fakat şiirin gerisi beni sarmadı. Nazım Hikmet'e yöneldim. "Kar... / Üflenen bir mum gibi söndü koskocaman ışıklar.../ Ve şehir kör bir insan gibi kaldı/ altında yağan karın" gibi güzelim mısralar da avutmadı beni. Şairlerin bir suçu yoktu. Bana şiirin ötesi gerekti.
Televizyonu açtım. "Kar yağdı hayat durdu" diyordu spiker. Hemen susturdum. İstediği gibi akmıyor diye kimse hayatın durduğunu söyleyemezdi. Google'un kar diye önüme serdiği haberler, felç olmuş trafikten, çığla kapanmış yollardan, tatile giren okullardan söz ediyordu. Yollara tuz atılması, tekerleklere zincir takılması, üreticinin dona karşı hazırlıklı olması lazımdı. Çadırevler ve köprüaltı insanları vardı bir de, yoksulların karı vardı...
Hiç boya ve boyacı kullanmadan dünyayı en kısa sürede beyaza bürüdüğü halde rekorlar kitabına sokulmayan karın celâl cephesiydi bunlar. Sonsuzluk, kendini çeşitlilikte gösteriyorsa, zıtlıklarla gizliyordu. Güzel çirkinle, iyi kötüyle, kolay zorla eşleşmişti. Çiftleri birlemeyen hem şaşı hem de sağır kalıyordu. O zaman da ne kara adanan şiirlerin anlamı kalıyordu ne de aldığı canlara yakılan ağıtların...
Bilgisayarın başından kalktım. Sayılan bilgiye değil, sayıya sığmayan hikmete açtım. Beni doyurması için geceyi bekledim. Çocuklar ayak izlerini sokakta bırakıp evlerine döndü. Kar tül perde gibi havada asılı kaldı. Sabırda sebat edemedim, gözlerimi kapadım. Gece, ben uykuya dalınca gelmiş. Onu göremedim.

efeler: Asude Şarkı

efeler: Asude Şarkı: Daldaki çiçekte tomurcuk aşkı Hüzünler düşse de gölgelerine Ansızın dönüyor zamanın çarkı Tutunur güneşin beyaz eline Dillerden düşmeye...

Asude Şarkı




Daldaki çiçekte tomurcuk aşkı
Hüzünler düşse de gölgelerine
Ansızın dönüyor zamanın çarkı
Tutunur güneşin beyaz eline

Dillerden düşmeyen asude şarkı
Çocuk kalbimize ince bir sızı
Dalıp gittiğimiz günlerin farkı
Bahçeler, bakışlar, yemiş kırmızı

Masal değil o esrarlı bahçeler
Mektuplar, şualar, sözler daima
Yıldızları misafir eder geceler
Sonsuz esintiler sarar ruhuma

Yaşar BEÇENE

18 Ocak 2012 Çarşamba

efeler: Göz yaşının faydaları

efeler: Göz yaşının faydaları: Uzmanlar son zamanlarda çok sık rastlanan kuru göz hastalığını, nedenlerini, teşhis ve tedavi yöntemlerini anlattı. Lens, klima, tel...

Göz yaşının faydaları


Uzmanlar son zamanlarda çok sık rastlanan kuru göz hastalığını, nedenlerini, teşhis ve tedavi yöntemlerini anlattı.
 
Lens, klima, televizyon vebilgisayarkullanımın artmasıyla birlikte çok sayıda insanda 'kuru göz sendromu' görülmeye başlandı. Televizyon ve bilgisayar kullanımı göz kırpma sıklığını azalttığından, gözün ön tabakası iyi ıslanamaz ve göz kuruluğu belirtileri görülmeye başlanır. Kuru ve klimalı ortamlar da başlıcahastalıknedenleri arasındadır.
Şikayetleri şöyle sıralayabiliriz;
* Uzun süre bilgisayar başında oturduktan sonra gözlerde yorgunluk, batma, kızarma
* Sık sık batan ve kaşınan gözler
* Kuruluk hissi, adeta göz kapakları altında kum tanecikleri varmış gibi kaşınma
* Sabahları yapışmış göz kapakları
* Hatta gözlerinizde göz yaşarması ve net görememe.
Bu şikayetleriniz varsa mutlaka doktor kontrolünden geçmeniz şarttır. Kuru göz, karmaşık bir göz dış tabakası ve göz yaşı film tabakası bozukluğudur ve son zamanların en sık rastlanan göz hastalığıdır.
Hastalığın teşhisi ise kapsamlı bir göz muayenesinden sonra gerekirse bir takım testlerle belirlenebiliyor. Özellikle schirmer testi bu noktada çok önemlidir, bu testte göz yaşının miktarı hakkında bilgi elde edilir.
GÖRÜŞ KALİTESİNİ TEHDİT EDİYOR
Kuru gözün oluşabilmesi için ya gözyaşının azalması ya da içeriğinin bozulması gerekir.Göz yüzeyinin bozuklukları da ayrıca kuru göze neden olur. Tüm bunların sonucunda göz yüzeyi eşit olarak örtülmez ve gerekli maddelerin korneaya ve konjonktivaya geçişi bozulur. Görmenin dahi bozulduğu durumlar ortaya çıkar. Bu süreç doğru zamanda doğru tedavi edilmediğinde kronik enflamasyon durumu gözü ve görmeyi tehdit eder hale gelir.
Bu gibi durumları yaşamamak adına hastanın kesinlikle bir göz doktoruna muayene olması gerekmektedir. Hastaya en uygun tedaviyi göz doktoru belirleyecektir.


OPR. DR TOLGA BIRGÜL, GÖZ HASTALIKLARI UZMANI .

16 Ocak 2012 Pazartesi

efeler: Gayri müslim ülkede kaçak elektrik kullanmak caiz ...

efeler: Gayri müslim ülkede kaçak elektrik kullanmak caiz ...: Gayr-i Müslim bir ülkede su veya elektriğin ücretsiz/kaçak kullanılmasının caiz olduğunu ve Türkiye’nin de daru’l-harp olduğunu savunan b...

Gayri müslim ülkede kaçak elektrik kullanmak caiz mi?


Gayr-i Müslim bir ülkede su veya elektriğin ücretsiz/kaçak kullanılmasının caiz olduğunu ve Türkiye’nin de daru’l-harp olduğunu savunan bazı kişiler bu yola başvuruyorlar. Bu konuda bir açıklama yapabilir misiniz?

Cevaplar

Bu düşünce, belki İmam-ı Azam Ebû Hanife’nin bir fetvasının yanlış anlaşılması veya kullanılmasından doğuyor olabilir. O, "Dâru'l-harbde (müslümanlarla savaş durumunda olan bir ülkede) bulunan bir İslam ülkesi vatandaşı müslümanın, bu ülke kanunlarına göre caiz ve meşru olan, ama İslâm’a göre caiz olmayan bir yoldan (bir akit, bir işlem ve eylem ile) harbinin (o ülke vatandaşının) malını alması, mülkiyetine geçirmesi caizdir" diyor. Bu ictihada göre mesela kumar oynamak ve faiz almak İslam'da haramdır, ama dâru'l-harbde yasak değilse ve müslüman, bir harbi ile kumar oynadığında kazanacağını biliyorsa kumar oynar, harbiye faizle kredi verir ve bu yollardan elde ettiği gelir helal olur. Bu durum, savaş durumundaki bir ülkede ve kesin kazanılacak bir durumsa geçerlidir. Bunun yanında yapılan işin bu ülkede kurallara uyması ve meşru olması gerekir. Bu, İmam-ı Azam’ın kendi şartları içinde bir fetvasıdır ama İmam Ebu Yusuf ve diğer talebeleri bu görüşe katılmaz ve genel bir hüküm olarak "Müslüman’ın tabi olduğu kanun ve kurallar ülkeye göre değişmez, İslam ülkesinde haram olan akit ve davranışlar, izinle girilmiş harb ülkesinde de haramdır, Müslüman orada da faiz alarak kumar oynayarak harbînin malını alamaz..." derler.
Bugün ülkeler arasındaki ilişki durumları/şekilleri değişmiştir. Bir ülkenin diğerine savaş ilan edebilmesi için "üzerinde ittifak edilmiş" sebepler vardır ki bunu da "dışarıdan saldırı karşısında savunma" şeklinde özetlemek mümkündür. Bunun yanında günümüzde savaş halinde olan böyle iki ülkeden söz edilemez ve bu sebeple de "İslam ülkesi sayılmayan ülkelerde yaşayan insanların malları ve canları Müslümanlara helaldir" denilemez.
Bu noktadan hareketle yabancı bir ülke de olsa o ülkede bulunan Müslümanların, âmme hukukuna ve kul haklarına tecavüz olan kaçak elektrik ve su kullanımının caiz olduğunu söylemek mümkün gözükmemektedir.
Dârü’l-İslam Müslümanların yaşadığı topraklardır. Daru’l-Harb'e gelince o Dâru’l-Eman dediğimiz, pasaportla rahatça girilip gezilebilecek bir memleket değildir. Darü’l Harp, Müslümanlarla her an harb edebilecek, orduları bize karşı hazır ve aynı zamanda hudutlar çizilmiş, pasaportla bile içlerinde gezilemeyecek, ticari emniyetin olmadığı, ancak muvakkat anlaşmalarla bizim onların içinde gezebilmemize ruhsatın verildiği yerdir. Türkiye için darulharp demek mümkün değildir. Kaldı ki darulharpte de Müslüman gayri meşru işlere girişemez. O müslümandır ve her yerde kendi karakterinin gereğini sergiler. İmam-ı Azam’ı doğru anlamak ve doğru yorumlamak gerekir.

efeler: efeler: Osmanlı armasının 30 sırrı...

efeler: efeler: Osmanlı armasının 30 sırrı...: efeler: Osmanlı armasının 30 sırrı... : http://www.samanyoluhaber.com/foto-galeri/Osmanli-armasinin-30-sirri/10198/resim-1/

Anne-babasını kaybedeceğini düşünen çocuğu özenle dinleyin


Aile bireylerinden birinin vefatı, anne-babanın aşırı ölüm korkusu ya da ebeveynin hayattan bezmiş hali çocuklarda kaybetme korkusuna yol açar. Eğer anne, "Beni üzerseniz çekip giderim, hastalanırım, ölürüm." gibi sözler söylüyorsa bu durum çocuklardaki ölüm kaygısını artırır. Aşırı kaygı duyan çocukları özenle dinleyin. Sakin olun ve ona sevginizi hissettirin.
Korku, kişinin tehlikelere karşı hazırlıklı olması ve kendisini koruması için gerekli tabii bir duygudur. Çocuklar, yetişkinlere göre daha fazla şeyden korkarlar. Yaşları ilerledikçe korkuları bir yandan değişir, bir yandan da onlarla baş etmeyi öğrenirler. Çocukların ölüm gerçeğinin farkına varmalarıyla birlikte baş etmekte zorlandıkları korkulardan biri de yakınlarını bilhassa anne-baba ve kardeşlerini kaybetme korkusudur. Diğer korku çeşitleri gibi bu duygu da belli bir seviyede olmak kaydıyla sevgi ve bağlılıkla ilişkili tabii bir duygudur. Bununla beraber aşırı olduğu takdirde çocuğun hayatını, gelişimini büyük ölçüde etkiler, uyku düzenini bozar, yükselen kaygıyla beden ve ruh sağlığı bozulmaya, ders başarısı düşmeye başlar. Şiddetli kaybetme korkusu ile kendini gösteren kaygı bozukluğu tedavi gerektirir. Çocuğunuzun sizi ya da başka yakınlarını kaybetme korkusuyla baş edemediğini düşünüyorsanız bunu anlamak için onu dinleyin. Nedenlerine göre çözüm üretmeye ve onunla konuşmaya çalışın. Çocuğun ilk çocukluk çağında kazanması gereken güven duygusunu yeteri kadar kazanamaması da yakınlarını kaybetme korkusuyla baş edememesinde etkilidir.
Çocuğu ölümle ilgili olarak travmatik bir şekilde etkileyen bütün olaylar, hatta izlediği film ve haberler bile çocuğun o anki ruhsal ve fizyolojik durumuna bağlı olarak kaygı bozukluğuna yol açabilir. Çocuğun yakın çevresindeki bilhassa çocukluk ve gençlik çağındaki kişilerin, ciddi ölümcül hastalık geçirmesi veya kaza, hastalık vb. nedenlerle vefatı, yakınlarını kaybetme korkusunu artırmaktadır. Yine birçok çocuk, büyük annesinin veya büyük babasının vefatı ile derinden sarsılmaktadır. Anne-babanın ölümden aşırı korkması ve bunu çocuğun yanında ifade etmesi, model olma yoluyla çocukların ölümle ilgili kaygılarını artırır. Tam tersi anne-babanın depresif bir durumda oluşu, hayattan bezmiş şekilde davranması, sağlık sorunlarını çok fazla abartılı bir şekilde ifade etmesi de çocuklarda kaygı bozukluğu meydana getirir.
Anne-baba disiplini sağlamakta zorluk çektiklerinde kaybetme korkusunu bir disiplin aracı olarak kullanmamalı, çocukları bir konuda uyarırken korkutmamaya önem vermelidir. ("Beni üzerseniz çekip giderim, hastalanırım, ölürüm" gibi sözler, yapılan hatalardan birkaçıdır.)
Çocuk, korkularından bahsettiğinde sözü kesilmeden dinlenilmelidir. Cesaret verme amacıyla da olsa sözünün kesilmesi, çocuğun duygularını akıcı bir şekilde ifade etmesini engeller. Çocuk duygularını rahat bir şekilde ifade edebildiğinde genelde kaygının temelinde yatan nedenleri anlamak mümkündür.
Çocuğun korkularını ifade ederken anne-babanın bakışlarındaki sakin ve anlayışlı ifade çocuğu rahatlatır. Onu dinledikten sonra yerine göre, sıkıca sarılmak, okşamak da rahatlatıcı bir etki yapar.
Anne-baba, çocuğun korkularını birdenbire gideremeyeceğinin bilincinde olmalıdır. Bu, zaman ister. Anne-baba kendi tutumlarını gözden geçirerek yanlışlarını tekrarlamamaya çalışmalıdır. Ölüm kadar hayatın, sağlık kadar hastalığın, hayatın bir parçası olduğunun bilincinde olarak ölüm, hastalık ve tehlikeler karşısındaki tepkilerinde kontrollü olmaya özen göstermelidir.
Anne-babanın ölümü algılama biçimleri, ebedi âlem hakkındaki duygu ve düşünceleri, endişelendiklerinde veya sevdiklerini kaybetme korkusu duyduklarında tedbir almakla kalmayıp dua etmeleri ve ettikleri duaların anlamını çocuklarıyla paylaşmaları da kaybetme korkusuyla baş etmelerini kolaylaştırır.

14 Ocak 2012 Cumartesi

efeler: Mutluluk Üzerine

efeler: Mutluluk Üzerine: Mutluluk Üzerine Biliyorsunuz; arkadaş meclislerinde, çay-kahve muhabbetlerinde sorulan sorulara kısa kısa verdiğimiz cevapların yekününden ...

efeler: Sevmek Zamanı

efeler: Sevmek Zamanı: Size söylüyorum! Evet size sesleniyorum! İçinizdeki, aranızdaki size; o hep içinizde gezinen ilham kaynağına; gücünü kendinden alan, payla...

İNSAN-HUMAN: İnsan Fıtratı Modellenebilir mi?

İNSAN-HUMAN: İnsan Fıtratı Modellenebilir mi?: İnsan, kâinat ağacının meyvesi veya çekirdeği hükmünde olduğundan, âlemde her ne varsa insanda da bir örneği bulunur. Bir başka ifadeyle i...

İNSAN-HUMAN: SEN SENİ BİL

İNSAN-HUMAN: SEN SENİ BİL: Bilmek istersen seni, Can içinde ara canı, Geç canından bul anı Sen seni bil, sen seni Kim bildi ef’âlini, Ol bildi sıfatını Anda gördü zatı...

13 Ocak 2012 Cuma

efeler: efeler: Yahya Kemal ve İmtidat

efeler: efeler: Yahya Kemal ve İmtidat: efeler: Yahya Kemal ve İmtidat : Yahya Kemal ve İmtidat / Yağmur - Evden Kaçan Çocuk: Yahya Kemal, 19 yaşında, beş parasız, belki te...

Medeniyetlerin Çatışması mı, Diyaloğu mu?


Samuel P. Huntington 1993 yılında "Medeni­yet­ler Çatışması" tezini pay­­laş­tı­ğında, ilmî çevrelerden ciddi eleştiriler almış ve sözkonusu tez, akademik dünyada pek kabul görmemişti.

Huntington tezinin ana fikrini şöyle ifade eder: "Benim faraziyem şudur ki, bu yeni dünyada mücadelenin esas sebebi, ideolojik ve ekonomik olmayacak. Beşeriyet arasındaki büyük bölünmeler ve hâkim mücadele kaynağı, kültürel olacak. Millî devletler, dünyadaki hâdiselerin yine en güçlü aktörleri olacak; fakat küresel mücadele, farklı medeniyetlere mensup milletler arasında meydana gelecek. 

Medeniyetlerin çatışması, küresel politikaların seyrini belirleyecek." Huntington soğuk savaşın bitip Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla dünyada ciddi değişmelerin ve belirsizliklerin yaşandığı geçiş sürecinde, özetle gelecekte devletlerin siyasî ve ekonomik sebeplerle değil, kültürel farklılıkları sebebiyle çatışacakları tezini ileri sürmektedir.

Huntington'un "Medeniyetler Çatışması" tezini savunurken nazara vermeye çalıştığı husus, Hristiyan Batı medeniyeti ile Müslüman Doğu medeniyeti arasında tarihin farklı dönemlerinde, siyasî, ekonomik ve dinî sebeplerle meydana gelen çatışmalardı. O, bunu şöyle açıklar: "Batı ve İslâm medeniyeti arasındaki fay kırıkları boyunca cereyan eden mücadele, 1400 senedir devam etmektedir. İslâm'ın ortaya çıkışından sonra, batı ve kuzeye yönelen İslâm dalgası, ancak 732'de Fransa içlerindeki Tours'da son bulmuştur. Haçlılar, 11. yüzyıldan 13. yüzyıla kadar, mevzii başarılarla kutsal topraklara Hristiyanlık ve Hristiyan idaresini getirmeye teşebbüs etmişlerdir." 

Huntington bu ifadeleriyle akademik bir çalışmaya çok da yakışmayan bir üslûpla, kendinden önceki oryantalist düşünürlerin kullandığı argümanları kullanmaktadır. Yine başka bir bölümde, Ortadoğu ülkeleri için "Batı'nın İran Körfezi'ndeki askerî varlığı, karşı konulmaz askerî üstünlüğü ve onların (Ortadoğu ülkelerinin) kendi mukadderatlarını tayin etme hususundaki yetersizliklerinden ileri gelen gücenikliğin ve tahkir edilmişliğin beslediği hayal kırıklığı, yerini giderek artan bir öfkeye bıraktı... İslâm kanlı hudutlara sahiptir." der. Huntington bu bölümde hangi milletten olursa olsun, bir bilim adamının tarafsız olması gerektiğini unutarak, Müslüman ülkeleri küçük görme hatasına düşmüştür.

Huntington'un tezi tarafsız bir şekilde incelemeye tâbi tutulursa "Medeniyetler Çatışması" faraziyesinin tarihî, ekonomik ve sosyolojik açıdan büyük yanlışlar ve kendi içerisinde tezatlar barındırdığı görülecektir. 

Binlerce yıllık insanlık tarihinin, farklı medeniyetlerin birbirleriyle olan kültürel bilgi alışverişi neticesinde şekillendiğini görmezden gelen "Medeniyetler Çatışması" tezi, özellikle 11 Eylül saldırısından sonra ortaya çıkan ve kendi çıkarları doğrultusunda dünya haritasını değiştirmek isteyen bazı çevrelerin işine yaramıştır. Nitekim bu çevreler, o dönemde dünya üzerinde ciddi plânlar yapıyorlardı ve o plânların önemli bir bölümü, Müslüman coğrafyasındaki ülkeleri kapsıyordu. Bu plânların ilk adımı da, bu ülkelere müdahale için hukukî bir dayanak oluşturmak ve işgali gerçekleştirecek kesimlere, halk kitlelerinin desteğini sağlamaktı. Bu şekilde, Amerika ve Avrupa'da, Müslüman ülkelerin terörizmi ve teröristleri desteklediği, zaten asırlardır Müslümanlarla Hristiyanlar arasında bir çatışma olduğu konusu yoğun bir şekilde işlendi ve maalesef yürütülen propaganda faaliyetleri netice verdi. Avrupa ve Amerika'da halkın önemli bir bölümünde, Müslümanlara karşı ciddi peşin hüküm oluştu. 

Hâdiselerin Müslüman gözüyle değerlendirilmesi
Medeniyetlerin birbirlerine olan tesirleri konusunda Müslümanların görüş ve düşünceleri nasıldır? Bu sorunun cevabı, İslâm'ın iki temel kaynağı Kur'ân-ı Kerîm'de ve Efendimiz'in (sallallahü aleyhi ve sellem) Sünnet'inde açık bir şekilde ortaya konmuştur.

Kur'ân-ı Kerîm'de; "Ey insanlar! Doğrusu Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli ve en üstün olanınız, takvaca üstün olanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, haberi olandır." (Hucurat, 49/13) mealindeki âyetle insanların farklı milletlere ayrılmasının yegane sebebinin diyalog kurarak birbirlerini tanımaları olduğu, insanların kavim veya milliyet olarak birbirlerinden üstün olmadığı, üstünlüğün takvada olduğu açık ve net bir şekilde ifade edilmiştir. Yine Kur'ân-ı Kerîm'in birçok yerinde "Ey iman edenler!" ifadesi yerine; "Ey Âdemoğulları!" veya "Ey insanlar!" ifadeleri kullanılarak, Kur'ân'ın bütün insanlığı muhatap aldığı nazara verilmiştir. 

Peygamber Efendimiz'in hayatına baktığımızda ise, O'nun (sallallahü aleyhi ve sellem) farklı kabile ve milletlere yaklaşımının da âyet-i kerîmedeki ifadelerle paralellik arz ettiğini görürüz. Zaten O'nun (sallallahü aleyhi ve sellem) hayatında Kur'ân-ı Kerîm'de ifadesini bulmayan bir fikir, davranış veya söz bulmak da mümkün değildir. 

Bu doğrultuda öncelikle Peygamber Efendimiz'in (sallallahü aleyhi ve sellem) huzur ikliminde toplanan sahabe-i kiram efendilerimizin sosyo-kültürel profillerini incelediğimizde, âyet-i kerîmede ifade edilen kardeşlik ortamını görürüz. Kutlu Nebi'nin (sallallahü aleyhi ve sellem) yanıbaşında Kureyş'in büyüklerinden Hz. Hamza (ra) ile bir köle olan Bilal-ı Habeşî'yi (ra) de, İranlı Selman-ı Farisî'yi de, bir Yahudi âlimi olan Abdullah Bin Selâm'ı da bulmak mümkündür. O'nun (sallallahü aleyhi ve sellem) kutlu meclisinde farklı kültürlerden, farklı kabilelerden, farklı milletlerden gelen insanlar, bu farklılıklarını hiçbir şekilde gündeme getirmeden akılları durduracak bir uyum ve muhabbet içerisinde bir arada bulunmuşlardır. 

Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), kendisine düşmanlıktan bir ân geri durmayan müşriklere bile aynı hoşgörüyü gösteriyor, karşı tarafın bütün saldırganlıklarına rağmen diyalog kapılarını hep açık tutuyordu. Kendisine yaşatılan onca sıkıntıya rağmen Kutlu Nebi, mübarek belde Mekke'ye girdiğinde kimseden intikam almamış ve bu şekilde kutlu belde bir damla kan dökülmeden fethedilmiştir. Efendimiz'in (sallallahü aleyhi ve sellem) bu hoşgörüsü sayesindedir ki, kısa sürede Mekke'de Müslüman olmayan kimse kalmamıştır; Ebû Süfyanlar, İkrimeler, Hindler bu hoşgörü ikliminde Müslüman olmuşlardır. Bu hoşgörü ve diyalog misâllerini Efendimiz'in (sallallahü aleyhi ve sellem) ehl-i kitapla olan münasebetlerinde de görüyoruz. Meselâ, Efendimizle (sallallahü aleyhi ve sellem) görüşmek için gelen Necran Hristiyanları, ibadet saatlerinin geldiğini ifade ediyorlar ve Kutlu Nebi ibadet etmeleri için onlara Mescid-i Nebevî'de yer gösteriyordu.

Aradan asırlar geçmesine rağmen Efendimiz'in (sallallahü aleyhi ve sellem) hayatını kendilerine örnek alan ecdadımız da, aynı hoşgörü ve insana saygı düşüncesini devam ettiriyor; hükmettikleri geniş topraklarda hiçbir şekilde haksızlık ve zulme yer vermiyor, tâbiiyetleri altında yaşayan gayrimüslim halka, İslâm kuralları çerçevesinde her türlü vatandaşlık haklarını veriyordu.

İslâm'ın özellikle Afrika içlerine ve Endonezya, Malezya gibi uzak noktalara ulaşmasının İslâm ordularıyla değil, oralara giden Müslüman tüccarların İslâm'ı temsil noktasındaki titizlikleri ve yerel halkla olan diyalogları neticesinde olduğu malûmdur.

Kıtalararası gönül köprüleri 
Günümüzde ise bu iş, sahabe mesleğini devam ettiren adanmış ruhların cehd ve gayretiyle yürütülmektedir. İşleri elbette kolay değildir. Fakat Efendimiz'in (sallallahü aleyhi ve sellem) çizgisinden bir adım bile uzaklaşmamayı kendilerine şiar edinen bu insanlar için karşılaşılan zorluklar, insanüstü bir sabır ve tevekkülle bertaraf ediliyor; en katı kalbler bile onların temiz nâsiyeleri karşısında yumuşayıveriyor. 

Dünyanın dört bir tarafına nazarlarımızı çevirdiğimizde görüyoruz ki, bu samimi çalışmalar yavaş yavaş meyvelerini vermektedir. Daha evvel peşin hükümler veya yanlış bilgilerle doldurulan zihinler, samimi çalışmalar ve mühim organizasyonlarla hakikati fark etmeye başlıyor. İslâm'ın ve Müslümanların temiz dünyasını keşfettikçe peşin hükümler, yerini İslâm hayranlığına bırakıyor. Birçok Batılı, ülkemize gelerek insanımızdaki engin hoşgörü ve güzellikleri gördükten sonra, dinimiz ve insanımız hakkında ne kadar yanıldıklarını fark ediyor ve ülkelerine döndüklerinde medeniyetler buluşmasının gönüllü birer savunucusu oluveriyor.

Ülkeler arasında uzanan bu gönül köprülerinin sayısı arttıkça, yılların ihmal edilmişliğine ve Huntington'un "Medeniyetler Çatışması" tezine inat, medeniyetler arasındaki sevgi bağları daha sağlamlaşmaktadır. Bediüzzaman'ın yıllar önce söylediği "Tiflis, Bitlis kardeştir." sözündeki ruh ve mânâ, ektiği tohumların yeşermesiyle bugün bütün bir dünya sathına yayılmaktadır.

Cemal İNAN
sizinti

efeler: Yahya Kemal ve İmtidat

efeler: Yahya Kemal ve İmtidat: Yahya Kemal ve İmtidat / Yağmur - Evden Kaçan Çocuk: Yahya Kemal, 19 yaşında, beş parasız, belki tek kelime Fransızca bile bilmeye...

Where should the former chief of General Staff be judged?


Kerim Balcı

Whenever the self-marginalizing old-media elite start asking orchestrated, irrelevant questions about a criminal case, our country faces a new challenge, of a covert media operation against the judiciary or police. 

This time it is about which court should judge the former chief of General Staff. The self-marginalizing old-media elite claim he should be judged in the Supreme State Council. These people intentionally deny their readers any information -- in fact, memory -- about why on earth the former chief of General Staff is being judged after all. The covert media operation to save the former chief of General Staff from the special court in which he is being judged for the time being has been so well-orchestrated that it surpassed even the voice of the retired general* who pled not guilty.

In the past, we have seen similar operations when information that proved the existence of terrorist cells within the army was leaked to the press. The media operation was centered on one question: Who leaked this information? In complete accord with media operations, the Army General Staff used to launch administrative inquiries about the identities of the “moles,” not about the “terrorists.” Wiretapped speeches of former officers -- and this is by no means endorsing illegal wiretapping as a legitimate way of gathering information -- were broadcast on the Internet, and by launching an inquiry into who might have leaked the recording onto the Internet, the army acknowledged those speeches had taken place, but still, the old media elite didn't question the content of the speeches. They continued to stone the unknown moles. In the meantime, the content of those speeches was forgotten…

Now that the former chief of General Staff has been arrested and will be judged for the Internet memorandum and what is publicly known as the Action Plan to Fight Reactionaryism, a plan to finish off the Justice and Development Party (AK Party) and the Gülen movement, shouldn't the media be asking, what are the prosecutor's claims and on what account are former “brothers-in-arms” accusing each other?

The court case known as the Internet memorandum is not anything new. Already several army generals are under arrest and have been testifying about their roles in the preparation of 42 smear-campaign websites defaming the AK Party and the Hizmet (aka the Gülen movement). All of the officers in question have pointed to their superior as the person who ordered, approved, financed and oversaw the preparation of the websites. These websites were used as evidence against the AK Party in the now-infamous closure case. This is the Internet memorandum part of the case. The Action Plan to Fight Reactionaryism included planting arms in the houses of innocent people and then “finding” them, leading to the labeling of lawful citizens of this country as terrorists.

Had that plan materialized, would that self-marginalizing old-media elite be asking irrelevant questions like why were the operations on the houses of these innocent people conducted in the early morning hours? Would they be claiming that, since all evidence has been gathered, the judgment should have been made without an arrest?

If journalists attempt to do the jobs of judges, police and the army, who will do the job of journalists?

* For those who are reading my column for the first time: In Turkey, the army applies accreditation to the press. My newspaper, along with religious and ethnic minority papers, is not invited to the press meetings of the Army General Staff. My colleagues are not welcome on army premises. As long as the Turkish army does not embrace universal standards of democracy, I don't want to be accredited, either. Following prominent journalist Oktay Ekşi, I believe it is a journalist's right to accredit people, and I do not accredit soldiers in my columns. I refer to them with their titles only, not by name. It is nothing personal.

Published on Today's Zaman, 11 January 2012, Wednesday

Nazim Hikmet'ten siir...

Ağa Camii

Havsalam almıyordu bu hazin hali önce
Ah, ey zavallı cami, seni böyle görünce

Dertli bir çocuk gibi imanıma bağlandım;
Allah'ımın ismini daha çok candan andım.

Ne kadar yabancısın böyle sokaklarda sen!
Böyle sokaklarda ki, anası can verirken,

Işıklı kahvelerde kendi öz evladı var...
Böyle sokaklarda ki, çamurlu kaldırımlar,

En kirlenmiş bayrağın taşıyor gölgesini,
Üstünde orospular yükseltiyor sesini.

Burda bütün gözleri bir siyah el bağlıyor,
Yalnız senin göğsünde büyük ruhun ağlıyor.

Kendi elemim gibi anlıyorum ben bunu,
Anlıyorum bu yerde azap çeken ruhunu

Bu imansız muhitte öyle yalnızsın ki sen
Bir teselli bulurdun ruhumu görebilsen!

Ey bu caminin ruhu: Bize mucize göster
Mukaddes huzurunda el bağlamayan bu yer

Bir gün harap olmazsa Türkün kılıç kınıyla,
Baştan başa tutuşsun göklerin yangınıyla!

12 Ocak 2012 Perşembe

Ağız kokusundan kurtulmanın 8 yolu...


Uzmanlara göre, ağız hijyeni, dilinizin temizliği, boğazınızın kuruluğu, yediğiniz ve içtiğiniz yiyecekler ile içecekler ağız kokusunu önemli ölçüde etkiliyor. İşte ağız kokusuyla mücadele etmenin kolay yolları:

Ağız hijyeninize dikkat edin: İlk ve en kolay savunmanız iyi bir ağız hijyenidir. Dişinizdeki oyuklar, çürükler, diş eti hastalığı ağız kokusuna yol açabilir. Günde iki kez dişlerinizi fırçalamak ve günde en az bir kez diş ipi kullanmak dişleriniz üzerinde ve dişetlerinizin sınırında biriken plak ve bakteriyi yok edecektir. Ayrıca kontrol ve profesyonel temizleme için yılda 2 kez diş hekimine gidin.

Dilinizi temizleyin ve diş ipi kullanın: Dilinizin etli yüzeyi zararlı bakteriler için iyi bir beslenme yeridir. Ayrıca ağız kokusunun büyük bölümü dilinizin üzerindeki bakterilerden kaynaklanıyor. Fakat birçok insan dilini fırçalamayı ihmal ediyor. Günde bir kez yumuşak kıllı bir fırçayla dilinizi arkadan öne doğru fırçalayın.

Şekersiz sakız kullanın: Ağız kokunuzu yok etmek istiyorsanız naneli sakızı tercih edebilirsiniz. Ancak bu sakız şekerli olursa problem oluşturuyor. Ağzınızdaki bakteri sakızın içindeki şekerle mayalanıyor ve kötü kokulara yol açıyor. Bu nedenle ağız kokunuzu önlemek için şekersiz naneli sakızı tercih edin.

Boğazınızı ıslatın: Tükürüğünüz ağzınızdaki kötü bakterileri öldürmeye yardımcı enzimler de içerir. Bu nedenle kurumuş bir ağız kokuya yol açabilir. Boğazınızı ıslatmak tükürük bezlerinizi harekete geçirecektir. Bu nedenle boğazınızı nemli tutmalısınız. Hastalıklarınız nedeniyle kullandığınız ilaçlar da ağız kuruluğu yapabilir. Bunu doktorunuza sorun ve ağız kuruluğu için özel olarak yapılan ağız gargarası ve diş macunu kullanıp kullanamayacağınızı danışın. Bunun yanı sıra gece boyunca uyku apnesi, sinüzit gibi hastalığınız varsa ağzınız sabaha kadar açık olacağı için sabahları uyandığınızda ağız kuruluğundan dolayı da ağzınız koku yapar.

Beslenmeye dikkat: Düşük karbonhidratlı ve bol proteinli beslenme vücudunuzu sarsabilir ve ağız kokusuna yol açabiliyor. Bu yağ yakmadan kaynaklanıyor. Yağlar yanarken, keton olarak bilinen kimyasallar vücutta birikiyor ve nefesinize yayılıyor. Bu ağzınızda değil de midenizde olan bir metabolik problem olduğundan beslenmenizi düzenlemekten başka yapacağınız bir şey yok. Bu nedenle nefesinizin mi yoksa kendi sağlığınızın mı önemli olduğuna karar vereceksiniz.

Çay molası verin: Amerikan Mikrobiyoloji Derneği'nin yıllık toplantısında sunulan bulgulara göre, çay içmek ruhunuzu yumuşatmaktan daha fazla işe yarıyor. Ağız kokusunun giderilmesine yardımcı olabiliyor. Chicago'da Illionis Üniversitesi'nde yapılan araştırmaya göre, siyah ve yeşil çayda bulunan polifenol isimli kimyasal bileşenler kötü ağız kokusundan sorumlu bakterilerin gelişimini önlüyor.

Şifalı bitkileri deneyin: Özellikle Hindistan'da bulunan ve baharat olarak kullanılan Kakule, antibakteriyel özellikler içeriyor ve doğal nefes temizleyici olarak her yaş grubu için kullanılıyor. Kakule bitkisi bol miktarda sineol isimli bileşen içeriyor. Bu bileşenler bakterileri öldüren ve ağız kokusunu hafifleten potansiyel bir antiseptiktir. Naneli sakızlara alternatif olarak birkaç tane kakule tohumu çiğneyebilirsiniz ya da ağız kokusu üzerinde etkili olan rezene tohumunu deneyebilirsiniz.

Sağlığınıza dikkat edin: Kronik ağız kokusu şeker hastalığı, ciddi sinüs enfeksiyonu, karaciğer ve böbrek hastalıkları, mide ve bağırsaklarla ilgili bozukluklar gibi tıbbi problemlerin belirtisi de olabiliyor. Bunun gibi sağlık sorunlarınızın olduğunu öğrenirseniz doktorunuza ağız kokusunu önlemek için neler yapabileceğinizi danışabilirsiniz.
Zaman

11 Ocak 2012 Çarşamba

Hapşırmanızı bastırmayın, felç olabilirsiniz...


Hapşırma, kış aylarında hastalık habercisi olsa da vücuda katkısı oldukça fazla. Solunum sistemine giren zararlılardan korumayı sağladığı gibi vücudu rahatlatıyor ve dinçleştiriyor.
Sızıntı Dergisi'nin ocak sayısında Adem Arıkanlı imzasıyla yayımlanan "Vücuttan gelen alarm: Hapşırma" yazısında hapşırmanın büyük bir nimet olduğu anlatılıyor.
Üst solunum yolunda bulunan tüycüklerin hareketi, akciğerler için çok önemli. Bu tüycükler hava ile gelen zararlı maddeleri tutuyor, hapşırma refleksini harekete geçiriyor ve mukus ile birlikte bu zararlı maddelerin akciğerlere gitmesini engelliyor. Arıkanlı, vücuda zarar vermesi muhtemel maddelerin, akciğerlerdeki hava ile birlikte dışarı atılmasının kişiye büyük fayda sağladığını belirtiyor. "Hapşırabilmek için eskiden enfiye olarak bilinen karabiber gibi nebatî tozlar burna çekilirdi." diyen Arıkanlı, hapşırmayla, beyin ve kalp damarlarının genişlediğini ifade ediyor. Gözyaşı ve sinüs kanallarının da açıldığını söyleyen Arıkanlı, böylece akciğerlerden normalde atılamayan ölü havanın dışarı atıldığını vurguluyor. Arıkanlı'ya göre hapşırma, vücudun rahatlamasını, ferahlamasını ve dinçleşmesini de sağlayan bir refleks. Bu refleks vücuda yerleştirilmeseydi, rahatsızlık verecek pek çok zararlıdan kurtulmak zordu.
Arıkanlı, ağzı ve burnu tıkayarak hapşırmayı bastırmama konusunda vatandaşları uyarıyor. Hapşırırken ağzın tamamen kapatılarak, nefesin tutulması durumunda akciğerlerde patlama veya yırtılma meydana gelebileceğini söyleyen Arıkanlı, "Hapşırma bastırılmaya çalışılırsa, beyne zarar verip felç geçirilebilir veya beyin damarlarında basınç arttığından, kanama olabilir. Göz damarları şişerek çatlayabilir. Çok şiddetli ve dengesiz bir hapşırma ile kaburgalar bile kırılabilir. Onun için hapşırma tetiklendiğinde kişi kendisini rahat bırakmalı ve hapşırmaya mâni olmamalıdır." diyor. AİLE-SAĞLIK

9 Ocak 2012 Pazartesi

Türk öğrenciden büyük başarı


Sakarya Üniversitesi (SAÜ) Bilgisayar Mühendisliği öğrencisi Eray Arslan, geliştirdiği ‘Sanal Hareket Algılayıcı’ isimli yazılımıyla dünya ikincisi oldu. 

SAÜ Mühendislik Fakültesi Bilgisayar Mühendisliği 1. sınıf öğrencisi Eray Arslan, geliştirdiği ‘Sanal Hareket Algılayıcı’ isimli yazılımıyla, MEF Ulusal ve Uluslararası Araştırma Projeleri Yarışması'nda Türkiye 2.si, ardından e-Biko tarafından uluslararası alanda düzenlenen yarışmada ise ‘Yazılım Geliştirme' alanında’ dünya 2.si seçildi.

Eray Arslan, geliştirdiği yazılımın hiçbir aparat, hiçbir eklenti gerektirmeksizin bir kameranın hareketlerini algılamasını sağlayan bir yazılım olduğunu belirtti.

"Bu sayede basit bir web kamerasını bile güvenlik kamerası olarak kullanabilirsiniz." diyen Arslan, "En ufak bir kıpırdamayı bile algılayabiliyor. Mesela basit bir web kamerası 10 metreden fazla mesafeyi göremezken, bu yazılım sayesinde 200 metre ötedeki bir kol hareketini bile algılayıp size gösterebilir.” ifadelerini kullandı.


"SINIR GÜVENLİĞİ VE MOBESEDE KULLANILABİLİR"


Yazılımın pek çok alanda kullanılabileceğini ifade eden Eray Arslan, şu bilgileri verdi: “Bu yazılım sayesinde basit bir kamerayı bile güvenlik kamerası olarak kullanabilirsiniz. Hatta basit bir web kamerasını internet üzerinden yayın yapar hale getirdiğinizde, internetin bulunduğu her yerden, tüm hareketleri izleyebilirsiniz. Futbol maçlarında ofsayt pozisyonunu belirlemek için kullanılabilir. Hareketleri algılayarak, hangi futbolcunun önde olduğu tespit edilebilir. Bu yazılım ayrıca mobeselere entegre edilerek kullanılabilir. Mesela, güvenlik kameraları incelenirken, küçük hareketler gözden kaçabilir. Ancak bu yazılım görüntüdeki en ufak hareketleri belirleyerek, daha rahat izlenim sağlıyor. 200 metre uzaklıktaki en ufak bir hareketi bile algıladığından, sınır güvenliğinde de kullanılabilir.”
İlk yazılımını ilköğretim 8. sınıfa giderken geliştirdiğini belirten Arslan, “İlkokul 8. sınıfa giderken ‘Server Exploit’ isimli bir yazılım geliştirmiştim. İnternet üzerinden oyun oynayanların bulunduğu sunucuyu devre dışı bırakan bir yazılımdı. Bu projemde de Marmara birincisi olmuştum. Türkiye finallerinde ise kötü amaçlı olarak kullanılabileceği gerekçesiyle diskalifiye edildim.” diye konuştu.

SAMANYOLUHABER

8 Ocak 2012 Pazar

Çanakkale'ye ruhunu verenler


Yeni Ümit dergisinin son sayısındaki "Çanakkale Savaşı'nda İmam ve Müftü Efendiler" başlıklı yazıda, askerlerin morallerinin yüksek tutulmasına büyük katkı sağlayan ve yeri geldiğinde ellerine silah almaktan çekinmeyen maneviyat kahramanları anlatılıyor.
"Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler... / Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler! / Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından; / Alınır kal'â mı göğsündeki kat kat iman?" Mehmed Âkif Ersoy, Çanakkale destanını kaleme alan kahramanların imanını bu dizelerle anlatır. Osmanlı coğrafyasının dört köşesinden namus müdafaasına koşan yağız delikanlılar, düşman tehdidine gülerken, yanıbaşlarında onların iman dolu göğüslerini besleyen bir başka kahramanlar ordusu daha vardı: İmam ve müftü efendiler. Yeni Ümit dergisinin son sayısında Dr. Lokman Erdemir, tarihimizin pek bahsedilmeyen bir konusunu kaleme almış, "Çanakkale Savaşı'nda İmam ve Müftü Efendiler"i anlatmış.
Yeniçeri Ocağı döneminde odaların bulunduğu yerdeki Orta Camii'nin imamına 'ocak imamı' ya da 'imam-ı hazreti ağa' denilirdi. Ocak imamı, sefere Yeniçeri ağasıyla katılır, padişahın bayramlaşma törenlerine iştirak ederdi. Yeniçerilikten sonra kurulan askerî birliklerde de din görevlileri yerlerini aldılar. Sözgelimi Nizam-ı Cedid ordusunda her bölüğe bir imam tayin edilmişti. Asakir-i Mansure-i Muhammediyye alaylarında da alay müftüleri ve alay imamları bulunmaktaydı. Bunlar askerin sağlam bir dinî eğitim almalarına, ibadetlerini yerine getirmelerine yardımcı olurlar, askeri moral olarak savaşa hazırlardı. 2 Ağustos 1914'te seferberlik ilan edilmesinin ardından da birliklere imam ve müftüler tayin edildi. Lokman Erdemir, askere telkinde bulunan imam ve müftülerin gerektiğinde ellerine silah almaktan da çekinmediklerini ve düşmana bizzat karşı koyduklarını anlatıyor. Cephede yaralanarak tedavi için İstanbul'a gönderilen bir gazi imamın sözlerini ise şöyle alıntılıyor:
"Biz her zaman olduğu gibi kahraman yavrularımızın arasında ifâ-yı vazife ediyorduk. Onlarda teşvik ve teşcî edilmeye hiçbir ihtiyaç yok idi. Düşman üzerine arslanlar gibi hücum ediyorlar, boğuşuyorlar, hiçbir zaman hiçbir şeyden ürkmüyorlardı. Yükselen 'Allah, Allah' sedasından başka bir şey işitilmiyordu. Bu öyle ruhanî ve ulvi bir an idi ki, bunun karşısında, yapacak hiçbir vazifesi olmayarak, bizden bir kelime-i teşvik ve teşcî bile beklemeyen er oğlu erler arasında dolaşmak zâid bir şey gibi geldi. Ben de hemen orada boş bulduğum bir silaha sarılarak hücuma iştirak ettim. Bir müddet dövüştüm. Ve nihayet sağ tarafımdan bir kurşunla mecruh oldum."
9. Tümen'in Alman komutanı Albay Hans Kannengiesser ise alay imamının konuşmalarının asker üzerindeki tesiri hakkında "Bu gibi kötü durumlarda bir Hıristiyan olarak keşke bir telkin de bana verilmiş olsaydı." ifadesini kullanıyor.
Cephede vazifesini hakkıyla yerine getirmeye çalışan sarıklı kahramanlar, askeri muharebeye teşvik ederken şehit olan kardeşleri için de Kur'an-ı Kerim ve mevlid okuyorlar, cenaze namazlarını kıldırıyorlardı. Diğer askerler de Kur'an okuyorlar, ceplerinde küçük mushaflar, Enam'lar, Ashab-ı Bedir'in isimlerini taşıyorlardı. Tanin gazetesinde yer alan bir yazıda muhabir, cephede okunan Mevlid-i Şerif'i şöyle anlatıyor: "Dikkat ettim, aralarında elinden, kolundan, hatta alnından yaralılar da var. Muharebeden henüz çıkmışlar. Birkaç gün istirahatten sonra belki yine geri dönecekler. Fakat bütün simalar pür vakar, ruhlar dinin cenah-ı himayesinde hakikî bir teselli bulmuş. Tehlil ve tekbîr sesleri arasında kuvvet-i maneviyeleri yükselmiş."
"Çanakkale Savaşı'nda İmam ve Müftü Efendiler" başlıklı yazıda cephede görev yapan din görevlileri arasında şehit düşenler de bulunduğu belirtiliyor ve gemin batırılması üzerine şehit olan Barbaros Hayreddin Zırhlısı'nın imamı Tataylı Süleymanoğlu Mehmed Efendi, buna örnek olarak gösteriliyor.
Derginin başyazısında Rahmeti Sonsuz'dan bir an önce ulaştırması niyaz edilen 'Kaosun Ötesindeki Dünya' tarif ediliyor. Prof. Dr. Suat Yıldırım 'Mirac Olan Namaz'ı, Selim Sencer 'Vakıflar'ı, Hamdi Şener 'Amerika Kıtasındaki Afrikalı Müslümanları' Prof. Dr. Abdulhakim Yüce 'Cizreli Şeyh Seyda'yı, Prof. Dr. Ali Kaya "Kur'an'da Kâinatın Genişlemesi ve Büyük Patlama'yı, Yrd. Doç. Dr. Ahmet Güneş ise 'İslâm Hukuku Açısından Medine Vesikası'nı anlatıyor. 
KÜLTÜR-SANAT

7 Ocak 2012 Cumartesi

Çocuklara karşı hep müjdeleyici olunmalı!


Ayet-i kerimelerde beşîr (özendirici) kelimesinin nezîrden (sakındırıcı) önce zikredilmesinde latif bir nükte vardır: Tabiat itibarıyla ve ekseriyetle insanlar teşvikle iş yapmaya daha açıktır.
Sâlih amellere yönlendirme, güzelliklere imrendirme, yüksek hedefler gösterme, müjdeleme ve sevdirme yoluyla toplumun büyük çoğunluğunun gönüllerine girilebilir. Dolayısıyla, özellikle hümanizm düşüncelerinin çok öne çıktığı bir dönemde insanlara hep bişaretle yaklaşılmalıdır. Evet, cennette herkese bir yer tahsis etme lâubâlîliğine girilmemelidir ama tebliğ ve irşadda tebşîr (müjde verme, şevklendirme) öncelikli olmaya özen gösterilmelidir.
Hususiyle, çocuklara daha ziyade müjdeleyici ve imrendirici olmak lazımdır. Evet, hakikatler her zaman kendi kıymetlerine uygun şekilde korunmalıdır; fakat, meseleleri bir çocuğa anlatırken onun yaşına, zihin yapısına ve ruh haletine uygun bir dil kullanmak şarttır. Bir çocuğu karşısına alır almaz, cehennemin ateş derelerinden, karanlık çukurlarından, dipsiz gayyalarından bahis açan bir insan, baltayı taşa vurmuş, daha doğrusu baltayı taşa değil o çocuğun kafasına vurmuş olur.
Çocuklara her fırsatta Allah'ın rahmetinin kuşatıcılığı ve cennetin güzelliklerinin göz alıcılığı uygun bir üslupla anlatılmalıdır. Onların tertemiz gönüllerinde, Cenâb-ı Hakk'a karşı güven, itimat ve sevgi hisleri coşturulmalıdır. İnsanların, hayvanların, en küçük yavruların ve hatta haşerâtın, Allah'ın şefkat ve merhametiyle beslendiği vurgulanmalı ve çocukların vicdanlarının şükür duygusuyla dolup taşması sağlanmalıdır. Onlar, ahireti, dünyadaki nimetlerin asıllarını bulacakları bir mükâfat âlemi ve ölümü de o âlemin giriş kapısı olarak görecekleri bir ufka ulaştırılmalıdırlar. Nur Müellifi'nin ifade ettiği gibi, onlara, "Benim küçük kardeşim veya arkadaşım öldü, cennetin bir kuşu oldu. Cennet'te gezer, bizden daha güzel yaşar." dedirtecek şekilde -en büyük teselli ve ümit kaynağı olan- cennet fikri kazandırılmalıdır. Çocuklar, şayet bir şeyden korkacaklarsa, sopadan, tehditten, cehennem azabından değil, Allah'ın sevgisini, ilahî şefkati ve cennet mükâfatlarını kaybedeceklerinden korkmalıdırlar.
Hâsılı; din-i mübîn "yüsr" (kolaylık) üzere vaz' edilmiştir; fıtratları ve karakterleri gözetmeden, onu şiddetlendiren ve ağırlaştıran, dinin ruhuna aykırı bir iş yapmış olur. Zira, kolaylık üzere bina edilmiş ve müsamahaya dayalı gelmiş bu dini insanlara öğretirken zorlaştırmamak ve nefret ettirmemek, bilakis yaşanabilir olduğunu göstermek ve sevdirmek Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz'in emridir.

5 Ocak 2012 Perşembe

İster kuş olsun, ister bir kedi.. Anne her yerde anne..!

Onlar da anne!


İster kuş olsun, ister bir kedi.. Anne her yerde anne..!

Anne-baba kavgaları kızları evlilikten soğutuyor


Anne-babaların tartışmalarının kavgaya dönüştüğü ortamlarda büyüyen kız çocukları, zamanla evlilikten korkar hale gelebiliyor. Psikolog Nedime Kekeçoğlu, kız çocuğu için babanın yakından tanıdığı ilk erkek olduğunu söylüyor.
"Annemle babamın çok sıkıntılı bir evlilik süreci oldu, hâlâ da devam ediyor. Evlilik için görüştüğüm her kişiye, babam gibi olursa diye korkumdan hayır diyorum. Herkesi babam gibi sanıyorum, kendime engel olamıyorum." diyor 30 yaşındaki Melek Kaya. Melek Kaya gibi birçok genç kız, anne-babasının kavgaları nedeniyle evlilikten korkuyor. Psikolog Nedime Kekeçoğlu, sürekli kavga edilen huzursuz bir ortamda büyümenin kız çocuklarını erkeklerden daha çok etkilediğini belirtiyor. 'Kız çocuk için baba, yakından tanıdığı ilk yetişkin erkektir.' diyen Kekeçoğlu, sinirli, anlayışsız ve eşine değer vermeyen babaya sahip bir kızın bunu genelleyerek diğer erkekleri de bilinçli veya bilinçdışı aynı kalıba koyacağını ifade ediyor. Tartışma ve kavgaların çocukların geleceğini etkilediğini söyleyen Kekeçoğlu, "Aile kurumuna karşı çocuklarda soğukluk ve güvensizlik oluşuyor." diyor.
Her evlilikte tartışma ve kavgalar mutlaka yaşanıyor. Ancak bu iki kavram birbirinden çok farklı; tartışma yapıcı iken kavga yıkıcı bir özelliğe sahip. Psikolog Kekeçoğlu, tartışmanın sınırları çizmek ve benlik saygısını korumak adına karşı tarafla girilen bir mücadele, kavganın ise bazı şeylerin aşırı birikmesi halinde ağza geleni söyleme ve karşı tarafın hassas noktalarına basarak canını acıtma unsurları taşıyan eylem olduğunu belirtiyor. Kekeçoğlu, tartışmaların ileride oluşabilecek kavgaları önleyen yapıcı bir unsur olduğuna dikkatleri çekiyor. Kekeçoğlu, "Anne ve babasının sürekli kavga ettiğini gören çocuk, tüm evliliklerin bu şekilde olduğunu düşünecek ve evlilik kurumuna karşı korku hissedecektir." diyor.
Kekeçoğlu'na göre anne-baba tartışma yaşıyor ve çözümünü buluyor ise çocuk ileride kendi evliliğindeki problemlerin de normal ve çözümünün olduğunu düşünüyor. Birbirine şiddet uygulayan ve sorunu çözüme ulaştırmayan anne-babayı gören çocuklar da bunu model alıyor ve evliliklerine taşıyor. Çocuk kendine şunu da söyleyebiliyor: "Evlendiğimde eşimle asla kavga ve tartışmaya girmeyeceğim." İleriki yıllarda ise eşi karşısında aşırı eziliyor, benlik saygısını yitiriyor. Bu da telafisi olmayan büyük kavga veya olaylara zemin hazırlıyor.

Erkek çocuk da kavgacı oluyor
Erkekler kadınları annesi üzerinden anlamaya çalışıyor. Haset duygularını eğitememiş bir anneye sahip erkek çocuğu, diğer kadınların da bu şekilde olduğunu kabul ediyor ve onlara önyargılı yaklaşıyor. Huzursuz ev ortamından kaçmak adına daha çok arkadaşlarına önem veriyor ve bunu yetişkinlik yaşamına kadar taşıyabiliyor. Arkadaşlarının sevgisini kazanmak adına onların yaptığı her türlü davranışı daha kolay yapabiliyor. Tartışmadan çok kavgaya şahit olan erkek çocukları, ileride ufak bir tartışma ve eleştirileri hemen kavgaya dönüştürebiliyor, hatta karşı tarafı sindirmek adına babasından gördüğü duygusal veya fiziksel şiddete daha kolay başvurabiliyor. Bazen de çocukluğunda yaşadıklarını yaşamamak için aşırı alttan alan, aşırı fedakâr ve ses çıkarmayan konumunda olabiliyor; ancak bu durum uzun vadede büyük çatışma ve kavgalara zemin hazırlıyor.

ZEYNEP KAÇMAZ İSTANBUL

Göz tansiyonu körlükle sonuçlanabilir


Göz içi basıncının yüksekliği, göz sinirlerinde fonksiyon bozukluğu, görme ve görme alan kaybı ile gelen glokom hastalığı tedavi edilmediği takdirde körlükle sonuçlanabilir.
Konya Selçuk Üniversitesi Selçuklu Tıp Fakültesi Göz bölümü doktorlarından Doç. Dr. Şansal Gedik, genellikle ağrı ve sızı olmadığı için hastalığın sinsi bir seyir izlediğini belirtti. "Bu nedenle özellikle 40 yaş üzerindekiler düzenli olarak göz tansiyonunu kontrol ettirmeli." diyen Gedik, bu yaş grubundaki her 100 kişiden ikisinin körlük tehdidi altında olduğunu kaydetti. Hastalık erken dönemde teşhis edilir ve tedaviye başlanırsa, görme kaybının ilerlemesi engellenebiliyor. Doç. Gedik, "Hastalığın tedavisinde göze uygulanan damlalar, lazer uygulamaları ve cerrahi yöntemler bulunmaktadır." diye konuştu.

4 Ocak 2012 Çarşamba

İnsaf dinin yarısıdır.


Bazen hak, bazen adalet ve bazen de doğruluktan hiç ayrılmama manalarını ifade etmek için kullanılan insaf tabiri, hak iddiasında bulunurken asla başkalarına karşı haksızlık yapmamanın, hatta kendi nefsi için elde etmeyi istediği bir şeyi diğer insanlar için de dilemenin ve gerekirse onlara öncelik tanımanın ve hakkı yerine getirme hususunda ifrat ve tefritten uzak kalarak her zaman dengeli davranmanın unvanıdır.

Resûl-i Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, insafı güzel ahlakın temel unsurları arasında saymış; "Şu üç şey imandandır: Nefsin dürtülerine rağmen insafı elden bırakmamak, selamı herkese yaymak ve darlıkta dahi infakta bulunmak." buyurmuştur.
Halk arasında hadîs olarak iştihar eden "İnsaf dinin yarısıdır" sözü de, bizzat Allah Resûlü tarafından dile getirilmemiş olsa bile, yine O'nun hak ve adaletle alâkalı mübarek beyanlarının hulâsası mahiyetinde bir kelâm-ı kibârdır.
İnsan bir meseleyi kendi mantık ve muhakemesine göre belli bir şekilde değerlendirirken bazen ferdî mülahazalarını merkeze oturtup o mevzuya nefis ve cismaniyet açısından nazar edebilir. Bunu yaparken de çoğu zaman yanılabilir, yanlış hükümlere varabilir ve kendisini mutlak haklı sanabilir. Böyle bir durumda, şahsî duygu, düşünce, temayül ve istekleri farklı olduğu halde, insanın -işin aslına vakıf olur olmaz- hakkın yanında yer alması ve nefsine rağmen bir tavır belirlemesi insafın ifadesidir. Her zaman dine saygılı davranma, ahlakı hakperestlik hasletiyle yoğurma, hep doğrunun peşinde bulunma ve nefsânî meyillerin baskısına rağmen vicdanın sesine uyarak hakkı tutup kaldırma insaflı olmanın gereğidir.
İnsafsız adam, gaddardır, merhametsizdir; su-i zan etmek için her fırsatı kullanır; bir kötülükten dolayı belki onlarca iyiliği görmezlikten gelir ve hüsn-ü zandan hep nasipsiz kalır. İslam ahlakı insaf ve hüsn-ü zannı tavsiye ettiği halde, insafsız adam haksızlığı ve kötü düşünceyi esas alır. Dolayısıyla da, bir bahçedeki tek çürük elmaya takılarak bütün bahçenin çorak ve bozuk olduğu hükmüne varır. Haddizatında, devlet hazinesindeki bir silik para o hazineyi kıymetten düşürmez; fakat, insafsızın nazarında o silik para hükmündeki bir kötü hasletten dolayı insan denen hazine değersiz bir metaya dönüşebilir.
Bir Hata Onca Hasenâtı Örtmemeli!..
Halbuki, Hak katında hasenenin on, seyyienin ise bir sayılması sırrıyla, bir hatâ, onca hasenâta karşı kalbi bulandırmamalıdır. İnsaflı mü'min, her zaman güzel düşünmeye ve iyilikleri görmeye çalışmalı; bir insanı herhangi bir hatasından dolayı hemen ademe mahkum etmemeli ve belki onun bir iyiliğini bütün kötülüklerine keffaret bilmelidir. Mesela; munsif bir dava eri, aynı mefkureye dilbeste olmuş bir kardeşini değerlendirirken, "Falan şu olumsuz işi yaptı; fakat, onun dine ve imana hizmet yolundaki sadâkatini görmezlikten gelemem!" demeli, yol arkadaşına karşı fevkalâde vefalı olmalı ve hep Hakk'ın hatırını âlî tutmalıdır.
Nitekim, hadis kitaplarında nakledilen şu hâdise mevzuyla alâkalı çok önemli bir esası vurgulamaktadır: Henüz içki, şıra ve şerbeti birbirinden tefrik edemeyen ve bağımlılıktan kurtulamayan bir sahabî, zaman zaman sarhoş olacak kadar mahmurlaşmakta ve her defasında da Resûl-i Ekrem tarafından te'dib edilmektedir. O sahabî, bir gün yine aynı suçtan dolayı Resûlullah'ın huzuruna getirilir. Cemaatten birisi, "Allah'ım şu adama lânet et! Bu kaçıncı defadır aynı günah yüzünden tecziye ediliyor ama bir türlü ıslah olmuyor." diye bedduada bulunur. Bu sözü işiten Şefkat Peygamberi (aleyhissalâtu vesselâm) "Ona lânet etmeyin. Allah'a yemin ederim ki o, Allah'ı ve Resûlü'nü gönülden sevmektedir!" der; "Allah'ım, ona rahmet et ve onun taksiratını bağışla!" şeklinde dua edilmesini emir buyurur.
Evet, o sahabînin şahsî alâkasına bunca teveccüh gösterildiği nazar-ı itibara alınınca, i'lâ-yı kelimetullahın insana neler kazandıracağı ve Allah'ın adının kalblere nakşedilmesi için gayret gösteren bir insanın hata ve kusurları karşısında nasıl bir tavır takınılması gerektiği hakkında isabetli bir değerlendirme yapılabilir.
Biz İnsaflı mıyız?!.
Bazen başka din ve felsefelerin müntesipleri hakkında "Keşke bu insanlar biraz insaflı olsalar da, Kur'an-ı Kerim'e ve Efendimiz'in mesajına da bir baksalar! İnsaf onların da gözlerini açabilir ve farklı yorumlara ulaşmalarına vesile olabilir. Keşke, önyargılarından bir an kurtulsalar da, İslam'ı insafla ele alsalar!" şeklinde bir kısım mülahazalara dalıyor ve muhataplarımızı insafa çağırıyoruz.
Fakat, onları insaflı olmaya davet ederken acaba insafın bize düşen kısmını hesaba katıyor muyuz? Acaba biz hakkı ve hakikati onlara ne seviyede götürebildik? İnandırıcı ve emniyet telkin edici bir tavır sergileyebildik mi? Onlardaki insaf duygusunu harekete geçirecek keyfiyette bir temsil ortaya koyabildik mi?
Müslümanlar olarak belki dünyanın pek çok ülkesine gittik; bazı yerlerde hatırı sayılır bir nüfusa da ulaştık. Fakat, o nüfusa denk bir nüfuza sahip olamadık. Çünkü, ekseriyetle dünyevî maksatlara bağlı olarak, bazılarının kapılarında halayık gibi çalıştık. Efendilerin kapıkullarını dinlemedikleri gibi, onlar da bizim sözlerimize kulak vermediler. Müslümanları genellikle birer köle gibi kullandılar ve işleri bitince de halayıklarını kapı dışarı etmenin yollarını araştırdılar. Bu itibarla da, Müslümanlar pek çok beldeye gitmiş olsa bile, İslam'ın mesajı o beldelerin insanlarına ulaşmış sayılmaz.
Öyleyse, önce biz insaf etmeli değil miyiz? Dünyanın dört bir yanına doğru dürüst gidemediğimiz, inandırıcı bir hal, tavır ve keyfiyet sergileyemediğimiz ve nazarî yönüyle çok güzel olan Kur'an hakikatlerini aynı güzellikte temsil edemediğimiz için evvela kendimizi sorgulamamız gerekmez mi?