Popüler Yayınlar

19 Ocak 2012 Perşembe

Kar yağarken başını yukarı kaldır


Sis bastırdı sandım önce. Fıstıkağacı'ndan Kuzguncuk'a, birinci köprüden ikincisine uzanan derin vadinin kaybolması bir yana, sokağın karşısındaki evler bile aniden silinmişti.

Pencere pervazına yerleşen beyaz tebessümü, siparişlerimi getiren bakkalın "Beklenen misafir geldi" sözüyle fark ettim. Sıcak evinde oturuyorsan, kar büyük sevinçtir. Buyur edersin kalbine, içine içine yağar, sohbetine doyamazsın.
Hemen camı açtım. Kar yağarken başını yukarı çevirir de düşene kitlersen gözünü, göğe yükselirsin. Bu yanılsama çocukken çok heyecanlandırırdı beni. İlk defa verdiği zevkin nedenini düşündürdü. Kar indi ben çıktım, kar indi ben çıktım... Sonra birden düştüm: Kar beni kendi arzımdan alıp, yine kendi semama çıkarıyor, en azından böyle bir imkânı müjdeliyordu.
Arz, idrakimin en düşük olduğu halimdi. Sema ise İlahi fısıltıları duyabilme kapasitemi işaret ediyordu. Kar yerimden oynatmadan beni alıp götürüyorsa, başka bir vasıta da beden kaydından kurtarıp Hayy olana yaklaştırabilirdi. İdrakin üst seviyesine varış kim bilir ne acayip bir haldi? Kar sanki öyle bir halden geliyordu, neşesi bu yüzdendi. Toprakta bir süre dinlenecek, eriyip aslına dönecek, sonra yine göğe gidecekti.
Artık bahtına yağmur olmak mı düşer, buz kesip dolu diye mi döner, arada kar olmayı özler mi bilinmezdi. Titredim. Soğuktan değil, halden hale geçen rahmetten. Mahallenin bütün çocukları sokağa fırlamış kar bayramı yapıyordu. "Heey çocuklar" diye bağırasım geldi, "kar kristalleri güneş ışığını tamamen yansıttığı için beyaz görünürmüş, ama akşam oldu. Güneş yokken kar neden hâlâ beyaz?"
Sesimi çıkarmadım, keyiflerini bozmanın alemi yoktu. Pencere kenarında biriken karları bozmaktansa, elimi uzatıp tanelerin avucuma konmalarını bekledim. Çıplak gözle altı köşeli olduklarını göremiyordum. Ama bugüne kadar aynı büyüklük, aynı biçim ve aynı sayıda su molekülü içeren iki kar kristali bulunamadığını biliyordum. Sınırlı bir formda sınırsız çeşitlilik sergileniyordu. Bu azamet hakkında hiç düşünmemiştim.
Altıgene sığmış sonsuzluğa yakından bakabilmek için internete girdim. Kar tanelerinin çapı 2 ile 4 milimetre arasında değişiyor ve 200 kar tanesi ancak bir gram ediyordu. Ne yazık ki hiçbir sözlükte küçük kelimesinin karşılığı büyük olarak verilmemişti. Taneler yere inerken birbirlerine yapışmıyor, toprağa adeta kelebek gibi konuyorlardı. Üzerlerinde ince bir hava tabakası bırakacak şekilde bitkilerin üzerine yayılıp, onları donmaktan koruyordu. Karın bu bilgeliğinden hayretlere düşüp yolunu şaşıran, gözyaşı döken ya da deliren bir insanoğlu çıkmamıştı.
Kim bilir belki çıkmıştı da kayda geçmemişti. Yunus, haberleri sarı çiçekten alıyordu ama erenlerin karla muhabbetini bilmiyorduk. Belki içlerinde kara bakınca ateş gören de vardı. Biz karın aslı diye suyu bellerken, muhtemelen onlar aslın aslıyla konuşuyorlardı. Biz iki hidrojen bir oksijenden söz ederken onlar formülün gerisinde kim bilir hangi aşk filmini seyrediyorlardı?
Şiir kitaplarını karıştırmaya başladım. Ahmet Muhip Dıranas, "Buğulandıkça yüzü her aynanın/ Beyaz dokusunda bu saf rüyanın/ Göğe uzanır - tek, tenha - bir kamış/ Sırf unutmak için, unutmak ey kış!/ Büyük yalnızlığını dünyanın" diyordu. Hayır, benim hissettiğim yalnızlık değildi. Unutmaktan çok hatırlamaya ihtiyacım vardı. Yahya Kemal'e uzattım elimi.
Şair, Kar Musikileri'nde "Bin yıldan uzun bir gecenin bestesidir bu/ Bin yıl sürecek zannedilen kar sesidir bu/ Bir kuytu manastırda duâlar gibi gamlı/ Yüzlerce ağızdan koro hâlinde devamlı" diye sesleniyordu. Bu dizeler de hissime tercüman olamadı. Sezai Karakoç'un "Allah kar gibi gökten yağınca" diye bir dizesi vardı, fakat şiirin gerisi beni sarmadı. Nazım Hikmet'e yöneldim. "Kar... / Üflenen bir mum gibi söndü koskocaman ışıklar.../ Ve şehir kör bir insan gibi kaldı/ altında yağan karın" gibi güzelim mısralar da avutmadı beni. Şairlerin bir suçu yoktu. Bana şiirin ötesi gerekti.
Televizyonu açtım. "Kar yağdı hayat durdu" diyordu spiker. Hemen susturdum. İstediği gibi akmıyor diye kimse hayatın durduğunu söyleyemezdi. Google'un kar diye önüme serdiği haberler, felç olmuş trafikten, çığla kapanmış yollardan, tatile giren okullardan söz ediyordu. Yollara tuz atılması, tekerleklere zincir takılması, üreticinin dona karşı hazırlıklı olması lazımdı. Çadırevler ve köprüaltı insanları vardı bir de, yoksulların karı vardı...
Hiç boya ve boyacı kullanmadan dünyayı en kısa sürede beyaza bürüdüğü halde rekorlar kitabına sokulmayan karın celâl cephesiydi bunlar. Sonsuzluk, kendini çeşitlilikte gösteriyorsa, zıtlıklarla gizliyordu. Güzel çirkinle, iyi kötüyle, kolay zorla eşleşmişti. Çiftleri birlemeyen hem şaşı hem de sağır kalıyordu. O zaman da ne kara adanan şiirlerin anlamı kalıyordu ne de aldığı canlara yakılan ağıtların...
Bilgisayarın başından kalktım. Sayılan bilgiye değil, sayıya sığmayan hikmete açtım. Beni doyurması için geceyi bekledim. Çocuklar ayak izlerini sokakta bırakıp evlerine döndü. Kar tül perde gibi havada asılı kaldı. Sabırda sebat edemedim, gözlerimi kapadım. Gece, ben uykuya dalınca gelmiş. Onu göremedim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder