Popüler Yayınlar

30 Aralık 2011 Cuma

Vatansever (Film Tahlili)


Roland Emmerich'in son filmi Vatansever (The Patriot), başta adındaki savaş çağrışımları olmak üzere, İngilizlere bakışı, zencilere yaklaşımı ve militarist argümanları dolayısıyla kıyasıya eleştirildi. Alman kökenli yönetmenin Hollywood'da yaptığı son beş filmi (Godzilla, 98; İndependence Day, 96; Stargate, 94; Universal Soldier, 92) izlendiğinde belirgin bir militarist eğilim görmek hiç de zor değil. Emmerich'in bu izleğinin kökleri, ait olduğu kültürel geçmişinden mi geliyor yoksa ait olmaya çalıştığı kültüre adaptasyon hırsından mı? Burası meçhul. Ama şurası bir gerçek ki —birazdan göreceğimiz gibi- bu beş filmdeki izler takip edildiğinde belirgin bir biçimde militarist söylemin ustaca "vatanseverlik" maskesi arkasına gizlendiğini gözlemlemek olası.

Universal Soldier'da; Vietnam'da ölmüş askerlerin bedenleri üzerinde yapılan bir takım değişikliklerle "diriltilerek" oluşturulmuş kontrgerilla birliğinin eylemleri, biri öldürmeye kodlanmış, diğeri ise onu dizginlemeye çalışan iki askerin öyküsü içine yedirilerek anlatılıyor. Burada Emmerich her ne kadar militarizmi derinliğine işlemek hevesinde olmasa da; birtakım kötüleri, birtakım iyilerle dengeleyerek sonuçta yeni askeri stratejileri olumluyor. Ardından gelen Stargate ise daha açık ve belirgin bir şekilde bilim ve militarizm ikilemini işliyor. Zamanlar arası geçişi mümkün kılan bir uzay kapısı bulan bilim adamları buradan eski Mısır'a giderler. Giden grup bir askeri birlikten oluşmaktadır ve aralarında ise sadece bir tane bilim adamı vardır. Salt bu tercih bile zihniyeti ele vermeye yetiyor. Kurgu başından sonuna kadar askeri tercih ve çözümlerin üstünlüğü üzerine kurulmuş. Sonuçta kapı, askeri usullerle yok ediliyor. Bilim askeri zihniyete teslim oluyor yani. independence Day ise hiç istisnası yok ki baştan sona Amerikan milliyetçiliğine övgüler dizen ve militarizmi bayraklastıran bir film olarak zihinlerimizde kaldı. Dünyanın üzerine kara bir bulut gibi çöken dev uzay aracı, 4 Temmuz günü, başlarında Amerikan başkanı olan bir uluslararası filo tarafından bertaraf ediliyor. Bir kez daha Emmerich uzaylı filmlerinin temel klasiği "öteki kötü uzaylı" klişesine sığınarak milliyetçi ve militarist mesajlar gönderiyor izleyiciye. Godzilla ise biraz daha uluslararasılaşarak ama temelde bilimsel bir hatanın askeri çözümlerle telafisi temasını güçlendiriyor. Dev gökdelenlerin arasında turlayan F-l6'lar sonuçta içgüdülerinin gereğini yerine getirerek kendini ve yavrularını korumaya çalışan bir deney kurbanı gorili köprü üstünde elimine ediyor!!!

Vatansever, Amerika'da da çok tartışıldı. Siyahi yönetmen Spike Lee başta olmak üzere, sinema yazarları ve İngiliz basını Emmerich'i yerden yere vurdular. Lee, siyahların istismar edildiğinden şikayet ederken, İngilizler ise; İngiliz askerlerinin fazla olumsuz ve vahşi gösterildiğini iddia ettiler. Vatansever, başrol oyuncusu Mel Gibson'ın canlandırdığı bir diğer karakterle özdeşleşen Cesuryürek'i çağrıştırıyordu. Orada da İskoçlar adına İngilizlere meydan okumuştu Gibson. Avusturalya kökenli, Hollywood'un ünlü yıldızı her fırsatta İngilizlere karşı duruyordu! Geçmişin kan davaları sinema perdelerine yansıyordu yani. Gibson'un İngilizlerle bir derdi var mı bilinmez ama, İngilizler fena halde geçmişlerinin utancını yüzlerine çarpan bu filmlerle köşeye sıkışıyorlardı. Yakında Birinci Dünya Savaşı öncesi Orta Doğu'daki maceralarıyla gündeme gelirlerse (ki kısmen bu yapıldı, Arabistanlı Lawrance'ı hatırlayın) hiç şaşırmayalım.

Film hem içerik hem de Emmerich'in üslubu açısından sorunsallaştırılabilir. Emmerich üzerine analitik bir çalışma ile ve yönetmenle yapılacak uzun boylu bir söyleşinin de yardımıyla "militarizm" takıntısının kökenleri araştırılabilir. Bu yönüyle Emmerich filmleri ve Vatansever bir film olmanın ötesinde kıstaslarla değerlendirilmeli. Zevkle seyredilmesi, uzun olmasına karşı sıkmaması, bireysel bir öykünün, kahramanlık, aile tutkusu gibi genel kabul gören değerleri ustaca işlemesi, oyuncu ve mekan-kostüm ve figüratif artılarıyla hayranlık uyandırması bir yana, içeriği üzerinden değerlendirme yapılmalı.

Her şeyden önce, film izleyiciyi can evinden vurmak üzere yani, gişe hedeflenerek tasarlanmış. Aşk, heyecan, şiddet, kahramanlık (heroizm), intikam gibi katarsis unsuru her öğe yerleştirilmiş filme. Tarihin de yardımıyla insan öldürmenin erdemi üzerine masum görünüşlü destanlar anlatılmış aslında. Aile babası Benjamin Martin'in savaş karşıtlığı ise kendisine kesinlikle anti-militarist bir zeminde yer bulamıyor. Önce ailesini korumak adına savaşa katılmayı reddeden, eski milis kuvvetleri lideri, vahşi Martin, sonra oğlu öldürülünce olayı kişisel bir kavgaya dönüştürerek savaş baltalarını çıkarıyor. Kanı kanla kazımanın hamaseti yapılıyor yani. İlkelerinin lükslüğünden bahseden Martin, olay kişiselleşince ilkelerini kilitlediği eski sandığın kapağını kolaylıkla açıp, kimlik değiştirebiliyor. Filmin içine sıkıştırılan birkaç karede asıl kavganın ne olduğunu ise zorlanarak anlayabiliyoruz: Amerika'nın bağımsızlığı. Uzaktaki zorbalara karşı yakındaki zorbalar adına kan dökmek yani. (Benjamin böyle ifade ediyor savaşı)

Bu bir yaklaşım. Savaş karşıtı, ölüm karşıtı, kan karşıtı. Peki tümüyle haklı mı? Değil tabi. ikilem burada başlıyor zaten. Huzurla sabah güneşini verandada kahvenizi yudumlayarak karşıladığınız evinizin bahçesine bir gün kırmızı ceketli, eli süngülü askerlerin doluştuğu veya ailenizin gözlerinizin önünde öldürüldüğü bir durumda siz ne yapardınız? Bir ülke, bir başka ülkeyi emperyal emelleri ve tabii ki ekonomik çıkarları uğruna hakimiyeti altına almaya çalışırken siz de bu ülkenin —ya da ülke olmaya çalışan kozmopolit güruhun mensubu olarak ne yapardınız? Ülke ve bağımsızlık için dövüşmenin alternatifi, karşıtı, kişisel savaş mıdır? Ya da vatan için savaşmanın içeriğinde zaten kendi aileniz, eviniz, malınız, mülkünüz için savaşmak da yok mudur? Öyleyse bu suni ikilemlerle ustaca gizlenen, artalanan şey nedir? Emmerich'in sakladığı şey, zenci ve Kızılderililere karşı yapılan sindirmedir. Bunların es geçilmesi, herşeyi süt liman göstermeye çalışmasıdır. Amerikanın kanla ve silah zoruyla kurulmuş bir ülke olduğu gerçeğidir. Sadece bu değil, savaş tek alternatif midir? Savaşsız, kansız bir dünya özleminin dile getirilmesi düşüncesinin, idealinin es geçilmesi, yok sayılması gizlenen şey. Savaş çığırtkanlığı yapılması yani.

Vatansever belki de bu kadar ince eleyip sık dokumaya değmeyecek düzeyde genel-geçer eğlencelik filmlerden biri olarak değerlendirilip, unutulup gitmelidir. Ama küçük küçük damlalardan göllerin oluştuğunu da unutmamak gerekiyor.

Savaş karşıtı olmak, barışçı olmak, vatansever olmak, vatanı için kan akıtmak ve vatan haini olmak gibi çok kullanılan kelimeler ve anlamları üzerine çokça düşünmeyi de hatırlattığı için bu kadar üzerinde durduk zaten.


The Patriot
Yön: Roland Emmerich
Oyn: Mel Gibson (B.Martin), 
Heath Ledger (G.Martin), Joely 
Richardson (Charlotte Selton), 
Jason İsaacs (C.W. Tavington), 
Chris Cooper (Colonel Burwell), 
Tchery Karyo (Jean Villeneuve), 
Rene Auberjonois (Reverend Oliver), 
Lisa Brenner (Anne Howard), 
Tom Wilkinson (General Cornwallis).

29 Aralık 2011 Perşembe

Bringing the Soul Back In: A Spiritual Conception of Human Nature for the Social Sciences


The development of the modern social sciences has been intimately bound up with the Enlightenment belief that scientific investigation can be used towards the perfection of human society. Auguste Comte argued in the mid-19th century that society had evolved towards a scientific phase in which social problems could be resolved by way of reasoned analysis. Karl Marx, another father of sociology, offered a tremendously influential, self-consciously scientific analysis of capitalism and the subsequent inevitability of communism, through which poverty and inequality would be eradicated. Following in this Enlightenment tradition, disciplines like sociology, economics, and political science have in recent decades concerned themselves with the amelioration of devastating social problems like inequality, underdevelopment, environmental degradation, oppression, and violent conflict. 

Yet, despite all the attention devoted by academic observers, activists, and policymakers, progress in remedying these still endemic social problems has been limited, uneven, and all too reversible. Why have the efforts of an army of social scientists working over several generations not yielded more tangible progress in combating our most pressing social problems? In this essay, I argue that the lack of a coherent conception of human nature has contributed to the frustrating results of our attempts to advance human society through scientific inquiry. I suggest that greater understanding of the human spirit can contribute to the overarching project of improving the human condition that unites all of the social sciences. 

Speaking broadly and simplifying vastly (as limited space necessitates), two meta-paradigms concerning human nature have guided much social science research in the past several decades. On the one hand, there is a rationalist paradigm that theorizes human beings as egoists rationally pursuing their self-interest. This understanding of human nature provides the foundation for the discipline of economics and has become increasingly dominant in political science. In emphasizing that actions follow a “logic of consequences” in which decisions are based on how expected outcomes will affect an individual’s utility, the rationalist paradigm does not consider morality an inherent dimension of human action. In this framework, people are portrayed as largely amoral, only taking normatively proper actions if doing so benefits them personally or if they happen to derive unusually high utility from virtuous behavior due to idiosyncrasies in character.

In political science, the assumptions underlying the rationalist paradigm lead to a rather pessimistic outlook on the likelihood of arriving at morally agreeable outcomes. For instance, there is no reason to believe that a dictator will stop employing violence against his own citizens just because the international community urges that it is the right thing to do; rather, such behavior will continue until the leader’s incentive structure changes, making political repression too costly to continue. However, characterizing people as rational actors need not entail such a bleak outlook. In economics, for example, there seems to be an almost axiomatic faith in Adam Smith’s notion that the rational pursuit of self-interest benefits the entire collectivity.

In contrast to the rationalist approach, there is a normative paradigm that conceives of human beings as primarily concerned with aligning their actions to standards of appropriateness for particular roles and identities in different social situations. While the rationalist paradigm thrives in economics and political science, the normative paradigm is most prevalent in sociology. From this perspective, people are less concerned with doing whatever it takes to achieve their aims than with determining which actions are prescribed for given circumstances and behaving accordingly. In this way, actors do what is perceived as right for its own sake, operating according to a “logic of appropriateness” rather than a “logic of consequences.” In a sharp contrast to the amoral egoists that populate rationalist models of the world, human actors in the normative paradigm are conceived of as fundamentally moral beings, deeply influenced by what their communities consider right and proper. 

While acknowledging the potential for a gap between standards of appropriate behavior and the capacity to adhere to those standards in practice, the normative paradigm tends towards an optimistic estimate of the possibility of achieving morally desirable outcomes. Problematic behavior can be corrected through moral suasion based on clearly articulated normative standards, without necessarily appealing to the self-interest of deviant actors, as in the rationalist paradigm. For instance, pro-democracy international institutions might be able to socialize officials from authoritarian countries into valuing democracy for its own sake, transcending their rational inclination to perpetuate oppressive arrangements.

How can we reconcile these profoundly disparate visions of humanity in analyzing and attempting to remedy social problems? Many acknowledge that social action can follow both the rationalist “logic of consequences” and the normative “logic of appropriateness,” but social theorists have yet to construct a coherent framework that can explain when action might follow one or the other logic. Far too much energy has been expended in unproductive debates in which analysts draw on limited empirical findings to assert the superiority of their favored approach. 

To be sure, both paradigms are intuitively plausible, and one can easily find cases that fit the predictions of each. But both approaches are incomplete, and unable on their own to account for the full range of human behavior. The rationalist paradigm offers no explanation for why discourses about norms and morality comprise such an essential part of everyday human experience, while the normative approach fails to account for the pervasiveness of anti-social and immoral behavior. But if we are neither the self-seeking sociopaths envisioned by the rationalist paradigm nor the perfectly socialized automatons imagined by the normative paradigm, then who are we?
I suggest that social scientific analysis and policymaking might be well served by drawing on conceptions of human nature that derive more from the inherited wisdom of religious traditions and less from the abstract deductions of contemporary theoretical paradigms. The perspective I advocate takes up a broad theme of the Abrahamic faiths – the universal corruptibility of the human spirit, beginning with the transgressions of the very first human beings in the story of the Garden of Eden. In other words, I argue that it is analytically useful for social science research to conceptualize human beings as sinners.

With this characterization, I suggest that people are highly aware of and concerned with the normative prescriptions of the various social groupings to which they belong, and typically act to uphold and reinforce these standards of behavior. However, as the fallible creatures that we are, we fall prey to a range of spiritual lapses that lead us to use to violate even our most sacred moral codes. Common-sense reflection on the historical record of human behavior can shed light on how our penchant for sinfulness expresses itself. We have shown that we disregard the lives of others in the pursuit of profit and power. We dehumanize and oppress those whom we perceive as different from ourselves. We grow comfortable in positions of wealth and influence, protecting our own standing against changes that would benefit the rest of society. We think only of our own short-term gain rather than our long-term responsibilities to those who will come after us. We are indifferent to the suffering of strangers. We break promises, tell lies, and act hypocritically. We take for granted and hurt the ones we love. 

Of course, our propensity for sinful behavior does not mean that we are only capable of depravity. Indeed, most of the time we follow the moral standards of our communities in an unreflective, straightforward fashion. And we are certainly capable of deep compassion and heroic self-sacrifice. But our spiritual imperfection means that we all have an inherent potential to stray from a righteous path, especially during extreme conditions like warfare, political instability, poverty, and economic depression. This potential is universal and timeless, and exists within men and women, rich and poor, traditional and modern, educated and illiterate, believer and skeptic alike. The exact nature of our vices, and the extent to which they impact other people, might vary according to our social positions (a prince’s failings can cause greater harm than a pauper’s), but corruptibility is something we all share.

Imagining human beings as sinners makes sense of the paradoxical views of humanity offered by the rationalist and normative paradigms while overcoming their limitations. This perspective incorporates the normative paradigm’s insight that people care about upholding the standards of appropriateness of their communities, but sheds the naïve expectation that they will almost automatically abide by these standards. This perspective also accepts the rationalist paradigm’s premise that people often engage in aberrant, self-serving action. However, while the rationalist paradigm suggests that people pursue their own satisfaction without considering the normative implications of their behavior, the view of humans as sinners recognizes that people generally aspire towards decency, even if they are sometimes susceptible to moral breakdown. Eschewing firm a priori assumptions about people’s inclination towards normatively appropriate behavior, the spiritual paradigm I propose starts from acknowledging our demonstrated capacity for both upstanding and immoral behavior. A social science research program built upon such a vision of humanity would aim to investigate the social conditions under which people engage in different types of behavior – virtuous and vicious – and draw upon this knowledge to design policies that will better confront the most lasting and pernicious social problems.

An inadequate understanding of humankind’s spiritual character can lead to two types of problems that have plagued modern attempts to shape our societies for the better. First, we often craft policies that rest on naïve assumptions about human nature, and which could only work in practice if we were saints rather than sinners. For instance, a laissez faire approach to economic regulation stems from the notion that allowing people to freely pursue their economic self-interest leads the economy to thrive. But this position underestimates the extent to which economic actors, left unchecked, are prone to greedy or shortsighted behavior that can harm society as a whole. The current financial crisis resulted from the creation of high-risk financial instruments that led consumers to take on mortgages they could not afford and companies to over-invest in dubious mortgage-backed securities. These policies enriched the finance industry and expanded the ranks of homeowners in the short-term, but the bursting of the housing bubble led to an epidemic of foreclosures, a stock market crash, a drying up of credit, and a global economic recession. 

The policy of abstinence-only sex education is another case in which the likelihood of virtue is overestimated. This policy relies on the sexual restraint of young people to reduce pregnancy and sexually transmitted infections among teenagers. Such programs have been found to be ineffective because they fail to appreciate the difficulty of resisting the temptation to engage in risky sexual behavior for even the most steadfast advocates of abstinence. These examples suggest that policies too dependent on the proper behavior of those involved will tend not to be very successful. 

A second problem deriving from our inadequate understanding of human nature is our tendency to divide the world into rigid categories of those who are righteous and those who are wicked, often succumbing to the hubristic assumption that God is on our side. Rather than recognizing that we are all equal in our potential for moral failure, we forget our own sinfulness, with the ironic result that those most ostensibly committed to social progress along Enlightenment principles can be guilty of the most brutal inhumanity.
Idealistic political movements have frequently illustrated such a dynamic. The French Revolution, for instance, produced the Declaration of the Rights of Man in 1789, proclaiming liberty, property, security, and resistance to oppression to be natural rights. Just a few years later, Robespierre’s Committee for Public Safety launched a program of arbitrary executions to protect the revolutionary government from the perceived threat of internal enemies, an absurd blasphemy of the Revolution’s foundational principles. Similarly, the vanguard of the Bolshevik Revolution viewed itself as leading the world towards a communist future that would eradicate inequality and establish the conditions for universal human flourishing. Yet this project devolved into a paranoid police state that imprisoned and executed millions of kulaks, Cossacks, and other class enemies for the sake of the unquestionably righteous Revolution. 

As casual observers of history, we tend to attribute such atrocities to the uncommonly evil character of the key figures involved: Hitler, Stalin, Pol Pot, Mao. But such horrors as chattel slavery, colonialism, the Holocaust, the Rwandan genocide, ethnic cleansing in the Balkans, and the Darfur crisis are not simply the work of a single monstrous leader or a few bad apples. They require many hands, and arise from an all-too-human capacity to inflict harm on others, to be overcome with hatred, to turn a blind eye to suffering and injustice – in short, to be inhumane. The urge to dissociate ourselves from such evils is powerful, as we like to think of ourselves as good people, incapable of such savagery. But the history of human suffering is the story of allegedly good people doing terrible things to each other. Thus, we must accept any sin committed by another person as potentially one of our own.

Treading a righteous path – as individuals, as corporations, as nations – is difficult, but certainly not impossible. Bringing our aspirations for values like equality, liberty, and peace closer to fruition requires not just technical knowledge, but also attention to how the spiritual character of human beings shapes the implementation and effectiveness of policy initiatives. When we acknowledge the darker aspects of our nature, the design of policies becomes a matter of identifying and protecting against the sources of temptation we may face. 

The structure of American political institutions might serve to illustrate a well-crafted policy in this regard. Wary of the concentration of power in the hands of any one entity, the drafters of American institutions dispersed authority among three distinct branches of government. While members of each branch have worked to enhance their own power, the separation of powers ensures an ongoing wrangling between the executive, legislative, and judicial branches, the result being that no one branch can accumulate absolute authority. Instead of trusting political actors to refrain from power seeking, the founders anticipated the temptation to extend one’s reach and devised mechanisms to check that tendency. In this way, democratic rule has survived for over two centuries.

The modern social sciences offer an impressive array of techniques for acquiring systematic knowledge about human societies. But scientific knowledge will not lead the world on a linear march of progress if not coupled with an honest and accurate reckoning of human nature. Turning with humility to the insights into the human spirit offered by religious traditions may be the best way to appreciate and temper the shortcomings we have shared from the beginning.

P. Geoffrey Bakken is PhD candidate in Sociology at the University of Wisconsin.

28 Aralık 2011 Çarşamba

HollyWood Nereye Gidiyor?


Bugün dünya film sektörünün en önemli bölümünü, ABD yapımı filmler oluşturmaktadır. ABD yapımı film denilince aklımıza hiç şüphesiz ABD'nin sinema sektörünün merkezini oluşturan Hollywood gelmektedir. Burada çekilecek filmler daha senaryo aşamasındayken dünya basını tarafından ilgiyle izlenmekte; aktör ve aktristlerinden, film setlerine, kamera arkasından bütçelerine kadar, Hollywood damgalı bu filmlerin hemen her karesi, neredeyse tüm dünya tarafından merakla takip edilmektedir. 
İletişim sistemlerinin başdöndürücü bir hızla geliştiği günümüzde, sinema sektörü de geniş kitleleri etkileyebilen önemli bir konuma gelmiştir. Bunun farkına varan birçok devlet ve kurum, sinemanın tartışılmaz gücünden istifade ederek, bu sektörü; siyasî, ekonomik ve sosyal birçok konuda kendi menfaatleri adına kullanmasını da bilmiştir. 

18. yy'da Jules Verne'nin romanlarında geçen, o dönem için ütopya sayılan şeylerin günümüzde gerçekleşmesi gibi, bugün de, ileride meydana gelecek hâdiseler, öncelikle beyaz perdeye aktarılmakta, ardından hayata geçirilmektedir. Film seneryolarında yeralan herhangi bir söz, hareket ya da giyim tarzı hemen moda olmakta ve o ülke sınırlarını aşarak her yere yayılmaktadır. 

Bu sektörün özendirme ve bilgilendirme gücü, dünlerde sadece reklâm, siyasî ve sosyal etkinliği artırma şeklinde kullanılırken, bugün beyaz perdenin çok farklı bir amaca kaydığı görülmektedir. 

Son beş yılın Hollywood filmlerini incelediğimizde, önceden alıştığımız şekliyle sadece; silâh, para ve mevkinin konuştuğu, bireyciliğin ve maceranın özendirildiği, ateizmin işlendiği filmlerin aksine, artık maddenin herşey olmadığı, birlik ve beraberliğin gerekliliği ve ölüm sonrası hayatın vurgulandığı senaryolar görmekteyiz. Hollywood filmlerindeki bu değişimin temeline inildiğinde ise, karşımıza çatırdayan bir ABD toplum yapısı ile onu düzeltme kaygıları çıkmaktadır. 

Bu anlattıklarımızla beraber, artık şunu kesin bir şekilde ifade edebiliriz ki, film sektörü günümüzde, kültür emperyalizminin yanında toplumların bir iyileştirme unsuru olarak da kullanılmaktadır. 

Gelelim günümüz filmleri ile toplumun hangi yaralarının tedavi edilmeye çalışıldığına? 

Yine son beş yılın Hollywood filmlerine baktığımızda, ABD toplumunun yıllardır muzdarip olduğu, fakat tehlikesinin boyutlarını daha yeni anlamaya başladığı dejenerasyon unsurlarını bir bir görebiliriz. 

Öncelikle ABD'nin aile yapısını ele alacak olursak, maddenin herşey kabul edildiği bu ülkede; aile bağlarının çok zayıfladığını, ebeveynlerin artık birbirlerine saygı ve sevgilerinin kalmadığını görürüz. Küçük yaşta evden kopan çocukların anne ve babalarını neredeyse unutmaları, hemen hiçbir anne babanın yaşlılık dönemlerinde çocuklarından himaye görmemeleri vb acı tablolar, son yıllarda defalarca beyaz perdeye yansıtılmıştır. 

Baş rollerinde Bruce Willis'in oynadığı The Kid (Çocuk) filminde kendisini herşeyiyle işine vermiş, ailesini ve geçmişini tamamen unutmuş, babası ziyaretine geldiğinde onu kovacak derecede katılaşmış bir kişinin karşısına, birdenbire çocukluğu çıkar. Çocukluğu sayesinde yavaş yavaş geçmişiyle barışacak, kaybettiği değerleri yeniden kazanacaktır. 

Yapılan evliliklerin % 40'ının boşanmayla sonuçlandığı ABD, The Family Man (Aile Babası) filmiyle de aile yapısını sorgulamaktadır. Kahramanımız Nicolas Cage, kendini makam ve mevkiye kaptırarak, aile saadetini unutmuş, gerçek mutluluğun iyi bir eş ve cıvıl cıvıl çocukların koşuştuğu bir aile olduğunu düşünememektedir. Bir sabah evli ve iki çocuk babası olarak uyanır. Bir süre sonra gerçek huzuru keşfeder. Gerçeğe çok yakın bu rüyadan uyanır uyanmaz ilk işi, evleneceği bayanı aramak olur. 

Bu konuyla alâkalı en güzel misâl hiç şüphesiz American Beauty (Amerikan Güzeli) filmidir. Geçtiğimiz yıl Oscar'da birçok kaliteli film içinde, karıkoca arasındaki güvensizlik ve çocuklardan uzaklaşmayı işleyen konusuyla, yılın en iyi filmi seçilmesi de, ABD'nin bu konuya ne kadar önem verdiğini göstermektedir. 

Geçmiş yıllara ait senaryolarda pek rastlayamadığımız bir konu da ölümden sonraki hayat meselesidir. Halbuki son yılların hemen tüm başyapıtlarında ahiret kavramı işlenmektedir. İşte bunun Oscarlı örneklerinden birisi de Altıncı His filmidir. Kâinatın sadece beş duyunun algıladığından ibaret olmadığını, altıncı bir his ile daha nelerin anlaşılabileceğini anlatmaya çalışan filmde, öldükleri halde ruhları bu dünyada kalan kişileri gören bir çocuğun ilginç serüveni anlatılmaktadır. 

Yine başrollerinde Patrik Swayze'nin oynadığı Hayalet (Ghost) filminde, ölen kişi eşiyle diyalog kurmakta ve onu kötü niyetli kişilere karşı uyarmaktadır. 

Cennet ve cehennemin görsel olarak sunulduğu Aşkın Gücü filminde Robin Williams, çok sevdiği karısı ve çocuklarını yeniden görmek için ölümden sonraki hayatta ilginç bir seyahat yapmaktadır. 

Ve işte yedi Oscarlı muhteşem film Gladyatör... Şan ve şöhret ayaklarına kadar geldiği halde karısı ve çocuğunu onlara tercih eden, her dem ahireti hatırda tutan, askerlerine cenneti anlatan, geceleri mutlaka dua eden ve filmin sonunda bir kapıyı açar gibi öbür dünyaya geçerek onu bekleyen ailesine yürüyen bir kahraman... 

Hollywood stüdyolarında hazırlanan filmlerde dikkatimizi çeken bir diğer konu da melek ve şeytan kavramlarıdır. Bu filmlerin bazılarında melek ve şeytan o kadar başarılı bir şekilde işlenmiş ki, aklımıza bu senaryoların muhakkak kutsal kitap kaynaklı olduğu geliyor. İncelediğimizde yanılmadığımızı anlıyoruz. İşte bu başarılı yapıtlardan birisi de Meg Ray'ın baş rollerinde yer aldığı City Of Angel (Melekler Şehri)... Bizim hayat boyutumuzun dışında varlığını sürdüren; yeme, içme, tatma, koku alma, aşk vb algılardan uzak, bize iyiliği ilham eden ve bizi gözetleyen bu varlıklarla, özgür iradeye sahip, dünya nimetlerinden istifadeyle Allah'ı tanıma ve O'na yaklaşma yolları açık insan arasındaki fark çok güzel vurgulanmış. Brett Pit'in canlandırdığı, Ölüm Meleği ve onun insanlara bakışını anlatan Joe Black (Meet Joe Black) filmi de bir diğer örnek. 

Gelelim şeytan kavramına... Senaryosu Türkçe bir filme de uyarlanan Exorcıst (Şeytan Kovucu) isimli filmde, kendisine şeytan musallat olan bir kızı, bütün tıbbî müdahalelere rağmen kurtaramayan ailenin, neticede din adamlarından yardım istemesi anlatılıyor. Din adamlarının kutsal kitap ve dualarla tedavisi film boyunca sürüyor. 

Son yıllarda önemli çıkış yapan Devil's Advocate (Şeytanın Avukatı) adlı filmde ise, her kişide bulunan melekî ve şeytanî duyguların çatışması anlatılıyor. Şeytan rolünü canlandıran Al Pacino; şehvet, makam, mal ve hırs gibi duygularla kişileri yönlendirmeye çalışıyor. Fakat filmin sonunda kazanan yine, iradesiyle şeytanı yenen insan oluyor. 

Bu konuyu işleyen ilginç bir filmse Arnold Schwarzenegger'in başrollerini oynadığı End of Days (Günlerin Sonu)... Allah'ın varlığına inanmayan, sadece bilek ve silâh gücüne güvenen kahramanımız, bütün sebeplerin sükut anında Allah'ın evine sığınıyor. İçinde saklandığı kilisenin bütün camlarını kırarak içeriye girmeye hazırlanan şeytan karşısında, elindeki ağır makineliyi bir köşeye fırlatıp, kilisenin mihrabına yönelerek diz çöküp yalvararak dua ediyor. Ve şeytanın kaçınılmaz yenilgisi başlıyor. 

Hollywood filmlerinden anladığımız kadarıyla ABD'li senaristler, film senaryolarında sadece kendi aile yapılarını sorgulamakla kalmamakta, Hıristiyanlık inancını da mercek altına almaktadırlar. Çünkü her pazar kiliseye giden ve belli bir itikadı olan kişilerde görülen sosyal bunalımlar, inandıkları dinin hayatı karşılama noktasında yeterli olup olmadığı konusunda, kafalarda soru işareti bırakmaktadır. Bu konu çerçevesinde Stigmata adlı filmin senaryosu hayli ilginçtir. 

1940'lı yıllarda Lut Gölü mağaralarında birçok küp içinde eski Arami yazısıyla yazılmış ve rulo haline getirilmiş deri parçaları bulunmuştur. Bunlar Hz. İsa döneminden kalma orijinal İncil nüshalarıdır. Bu nüshalar incelenmek üzere Roma'ya gider ve bir daha bu konu hakkında hiçbir açıklama yapılmaz. Bu olayın ardından, ABD'de yaşayan bir genç kız zaman zaman tuhaflaşarak, duvarlara bu gerçek İncil'i yazmaya başlar. Vatikan bu genç kızı takibe alır. 

Hıristiyanlığın sorgulandığı bu filmin yanı sıra, Hollywood'-dan beyaz perdeye aktarılan filmler arasında, kutsal kitabın muhtevasının yansıtıldığı filmlerde görmekteyiz. Örneğin Bless Child (Kutsal Çocuk)... 

Kendisinde harikulâdelikler görülen bir kız çocuğu ile onu aralarına almak isteyen satanistlerin lideri arasında İncil'de anlatılan ve Hz. İsa ile şeytan arasında geçen diyaloğun aynısı yaşanır. İyilerin her yerde yenildiği bir anda toplu halde duaya başlanır. Gökyüzünden 'melekler' yardıma gelirler. 

Buna benzer bir senaryoyu da Dracula 2000 filminde görmekteyiz. İnsan üstü güçlere sahip Dracula'yı yenemeyeceğini anlayan insanlar, Allah'ın evine sığınırlar. İlahi güç devreye girer ve Dracula mağlup olur.

Bir toplumu sağlıklı ve güçlü kılan en önemli unsurlardan birisi de hiç şüphesiz Kader inancıdır. Her şeyin Allah'tan olduğunu bilmenin verdiği rahatlık şüphesiz çok önemlidir. Bu inançtan mahrum bir ABD toplumunun ilk kuyruklu yıldız görüldüğünde nasıl bir telâşa kapıldığını, sanırız duymuşsunuzdur. Hollywood yapımı filmlerde kader inancının da işlendiğini görmek doğrusu bizi fazla şaşırtmadı. Final Destination (Son Durak) adlı filmde kaderle mücadeleye giren, ama bunun sonuçsuzluğunu anlayan bir arkadaş grubu anlatılıyor. 

Dünya üzerinde bulunan her şeyin görülenden ibaret olmadığının bugün iyice farkında olan ABD'li senaryo yazarları, yeni eserlerinde metafizik konulara daha çok yer vermektedirler. Son dönemin ilginç filmleri Green Mile (Yeşil Yol) ve Fight Club (Dövüş Kulubü) buna misâl olarak gösterilebilir. 

Hollywood filmlerinde kendisini gösteren son bir konu da, diğer dinlere olan bakış açılarıdır. Bugün Holly-wood sanatçıları da dahil, ABD'de yaşayan geniş bir kesim, gerçek bir din arayışı yaşamaktadır. Bunu da sayıları her geçen gün artan Tibet ve Dalay Lama filmlerinden anlayabiliyoruz. 

İslâmiyet'e bakış açılarına gelince, düne kadar Müslümanlar'ı hep terörizmle bir tutan filmlerin aksine, bugün az da olsa doğruya yakın filmler görmek bizleri sevindirmektedir. The 13 th Warrior (13. Savaşcı) filminde, Orta Çağ'da, klânlar halindeki Avrupa'ya giden Emevi elçisi Antony Banderas, son derece temiz, kültürlü ve kabiliyetli bir Müslüman'ı canlandırmaktadır. Ya da 4. Haçlı Seferi'nden, yanında ilmî yönü derin, ayrıca dürbün ve barut kullanarak Avrupalılar'ı hayran bırakan bir Müslüman'ı İngiltere'ye getiren Robin Hood filmi de bunlardan biridir. 

Yazıyı uzun tutmamak için kısaca geçtiğimiz bu örneklerden de anlaşıldığı üzere, gerçekten hem Hollywood film sektöründe, hem ABD toplum yapısında, hem de dünyada artık bir şeyler değişmeye başlamıştır. Dünlerde maddenin hüküm ferma olduğu gönüller, bugün metafizik iklimlere kanatlanmaya hazır birer üveyik gibi; kardeşlik, huzur ve sevgi ortamları aramaktadır. Yazının başında söylediğimiz gibi, hâdiseler önce film olur, sonra hayata geçer. Bizler de bugünün içimize umut ışıkları düşüren filmlerine bakarak, yarınlar hakkında ümitvâr olmaya devam ediyoruz.


Talha UĞURLUEL

26 Aralık 2011 Pazartesi

İnsan Fıtratı Modellenebilir mi?




İnsan, kâinat ağacının meyvesi veya çekirdeği hükmünde olduğundan, âlemde her ne varsa insanda da bir örneği bulunur. Bir başka ifadeyle insanda bulunan cihazların, hislerin ve lâtifelerin kâinatta bir karşılığı vardır. İnsanla kâinat birbirinin kendi ölçüleri içinde izdüşümü veya yansımasıdır. En azından birbiriyle bağlantılı bir kompleks sistemdir. Kur'anî literatürde enfüsî ve âfâkî terminolojisiyle de ifade edilen insan ve kâinat, bir bütünün veya hakikatin iki yüzünü teşkil eder. Kâinatın sırlarının çözülmesi, insana ışık tuttuğu gibi, insanın sırlarının çözümü de kâinatı aydınlatır. 
İnsan günümüz bilim literatürü ile ifade edilirse; kompleks, nonlineer (doğru biçimde, birebir münasebet göstermeyen), ağ tabanlı sebep-sonuç bağlantılı ve sibernetik kuralları ile çalışan, holografik (parçada bütünün, bütünde parçanın yansıması veya temsili) adaptif (uyum sağlayıcı), dinamik, öğrenen bir sistemdir. Bu perspektiften insanın tutum ve davranışları, kompleks ve n sayıda faktörün karşılıklı münasebeti altında şekillenmekte ve ortaya çıkmaktadır. İnsan ve davranış arasındaki kompleks münasebeti, zihinlere yaklaştırmak için temsili bir matematik denklemi kurabiliriz. Davranışı Yi olarak tanımlarsak, davranışa yol açan faktörleri de Xi olarak sembolle gösterelim. Xi faktörlerini de kabaca Ai, Bi, Ci, Di olmak üzere dört grupta alt sınıflara bölelim. Davranış denklemini şöyle ifade edebiliriz: Yi= f(Xi); bu denklemi açarsak, Yi= f(Ai)* f(Bi)*f(Ci)*f(Di) olur. 

(Ai) ile temsil edilen faktör seti, gökyüzündeki cisimlerin, gezegenlerin, burçların hareketleriyle ortaya çıkan insanın enfüsî boyutunun âfâkî âlemdeki yansımalarını tanımlar. Dolayısıyla siz, insanın kişilik motifiyle ve mizacıyla gökcisimlerinin hareketleri ve yerleşimleri arasında veya renkler arasında bile bağlantılar ve münasebetler kurabilirsiniz. Bu doğru da olabilir. Ancak bu motiflerin ve münasebetlerin varlık seviyesi, ilmî ve misâlî olduğundan ve iki şeyin birlikte cereyanı (iktiran) veya birbirinin izdüşümü olduğundan insanın davranışlarını yöneten ve belirleyen asıl sebepler veya faktörler değildir. İki veya üç şey arasında bağlantı olması, o şeyler arasında otomatik olarak birinci dereceden sebep-netice bağlantısı olduğunu göstermez. Mikro âlem olan insanla makro âlem olan kâinatta gerçekleşen hâdiseler, aynı kanunlara tâbi olarak gerçekleşen simetrik yansımalı olaylardır. Burçların, gezegenlerin hareketleri, konumları ile insanın doğumu arasında bir bağlantı ve paralellik olabilir ve insanın doğumu anında gökcisimleri belli konumlarda olabilir. Hattâ farklı kişilik motiflerini açıklamada gökcisimlerinin ve burçların isimlerini veya tabiattaki renklerin motiflerini kullanabilirsiniz. Ama bu insan tutum ve davranışlarının, gökcisimlerinin hareketleriyle belirlendiği ve astrolojinin bizim kader programımızı şekillendirdiği gibi bir sebep-netice bağlantısına yol açmaz. Hulâsa, gökcisimlerinin hareketi üzerinden insanın mizacını ve geleceğini anlamaya çalışan astroloji, ve hurufilik gibi sahalar, insanın kaderini belirleyen veya deşifre eden asıl faktörler değildir. Hele hele insanı sorumluluktan kurtaran ve yanlış kader inancına sığınmasına yol açan bir faktör değildir. Bu şekilde, aralarında münasebet var ve korelasyon yüksek diyerek, astroloji fallarıyla, hurufilikle, ebced ilmiyle hesap düşürterek, sorumluluktan ve gayret göstermekten vazgeçmek, aklen, ilmen, dinen doğru değildir. 

(Bi) faktör seti ise, insanın mizacını (kişilik bandlarını, huy motifleri) tanımlar. Bu faktörler; doğuştan nöro-anatomik ve nöro-algılama motiflerine dayalı olarak şekillendiğinden davranış veya tutumu (Yi), reaksiyon aralığını ve motiflerini belirleyici ve sınırlayıcı rol oynar. Normal şartlar altında insanın tercihleri ve cüz'i iradesini kullanması bu motifler içinde gerçekleşir. İnsan kendini tanıyıp, dönüştürmezse ve kendi üzerinde büyük cihadını gerçekleştirmezse, hayat yolculuğunu doğuştan gelen çevre ve kültürle belli bir renk kazanan kişilik motifi üzerinde yapar. Bu faktörlerin etkileşim motifleri, farklı fıtratları veya kişilik motiflerini ortaya çıkarır. 'Can çıkmadıkça huy çıkmaz', 'Kişi yedisinde ne ise yetmişinde de odur' gibi veciz ifadeler kişilik motiflerinin veya insan mizacının ehemmiyetini vurgular. Resûlullah (sas)'tan nakledilen şu açıklamaya kulak verelim: 

'Eğer bir dağın yer değiştirdiğini duyarsanız inanınız; fakat bir insanın huyunu değiştirdiğini duyarsanız inanmayınız. Çünkü o, yaratıldığı hâl üzere olur.' 

(Ci) faktör seti ise, insanın cüz'i iradesini, aklını, ahlâkî yönünü ve içinde yaşadığı, şekillendiği sosyal çevrenin kaidelerini ve âdetlerini temsil eder. İnsan aynı zamanda sosyal ve ahlâkî bir varlık olduğundan, karakter eğitimini sosyal çevrede (anne-baba, okul, arkadaş çevresi) kazanır. Cüz'i iradenin kullanımına veya yönlendirilmesine bağlı olarak, (Ci) faktörleri yoluyla kazanılan alışkanlıklar ve karakterler, (Bi) faktör setinin oluşturduğu zeminde ortaya çıkar. Dolayısıyla (Ci) dairesindeki faktörler, Bi faktör setinin renklenmesine, çeşitlenmesine yol açar. Bu durumda insan, kendisine bir zemin ve altyapı sağlayan (Bi) ve (Di) faktörlerinin tesiri altında, yaptığı tercihlerden, davranışlardan ve karakterini inşa etmeden sorumludur. 

(Di) faktörü ise, ferdi aşan sosyo-ekonomik şartları, sosyal düzen ve resmî eğitimden gelen tesirleri temsil eder. (Di) faktörü setinin tesir nispeti, (Ai) ve (Ci) faktör setlerininkinden büyük iken, (Bi) faktör setininkinden küçüktür. Çünkü kişi, iradesini ve aklını içinde yaşadığı sosyo-kültürel ve politik sistemin kuralları içerisinde kullanmaya zorlanır. 

(Bi) faktör seti (kişilik, mizaç motifleri), (Ai), (Ci) ve (Di)'yi renklendiren ve şekillendiren önemli bir faktör seti olup tesiri birinci derecedendir. Ama sonuçta tutum ve davranışlarımız ortaya çıkarken; (Ai), (Bi), (Ci), ve (Di) faktörlerinin karşılıklı kompleks münasebetler ağına maruz kalır. Bu faktörlerin girift münasebeti sonunda, insanın biyolojik, psikolojik, sosyolojik, tarihî, ahlâkî, zihnî ve ruhî boyutları şekillenmektedir. Bu yedi farklı boyutun etkileşim ağı içinde insan, yeryüzünde hayatını yaşamaktadır. İnsanın bu farklı boyutlarını çözümlemek için araştırmacılar, farklı paradigmalara dayalı farklı insan modelleri geliştirmişlerdir. Ancak bütün boyutlar, birbiriyle bağlantılı ve karşılıklı münasebet halinde olduğundan, insanı anlamak ve çözümlemek basit bir hadise değildir. Birden fazla temsilî dürbünü, metaforu ve paradigmayı kullanmayı zorunlu kılar. 

Bu açıklamalar ışığında bir insan ne kadar kompleks olursa olsun, fıtratına konulan motifler ve kanaviçeler iyi bir gözlem yapılıp modellenebilirse, belli ölçüde anlaşılabilir. Zaten bilim insan ve eşyayı, modeller inşa ederek açıklamaya ve anlamaya çalışır. Bilimde model kullanımı ve temsilî hikâyecikler (metaforlar) çok yaygındır. Parçanın bütün, modelin de gerçeğin aynısı olmadığı meselesi akıldan çıkarılmadığı sürece, bilimde modeller üzerinden insanın ve kâinatın sırlarını çözmeye çalışmak önemli bir araştırma metodolojisidir. Kâinatı ve insanı çözümlerken, matematikî düşünme oldukça önemlidir. Çünkü matematiğin dilini kullanarak varlıklar arasındaki birlik ve benzerlikleri tanımlayan motifleri yakalamak mümkün olmaktadır. Matematikî düşüncede ikili mantık (dualite, kartezyenci yaklaşım, siyah-beyaz) kullanılırken, puslu mantık da (gri mantık, üç kanunu) üç değerli yaklaşım kullanılır. Çünkü her iki mantıkla açıklanabilen ve anlam kazanan varlık ve hadiseler vardır. Bu noktadan bu iki mantık ve düşünme sistemi birbirini yanlışlamaktan ziyade birbirini tamamlayıcı özelliktedir. 

İnsanın fıtratını modellerken, ikili mantık yaklaşımı yanında üçlü mantık da kullanılmaktadır. Üç değerli düşünme mantığı kullanıldığında, Kur'ân'da anlatılan insanın temel özelliklerinden hareketle, gerçek insanın fert ve sosyal hayatındaki davranışlarını modellemek oldukça kolaylaşmaktadır. İnsan ruhu, insanı, şekillendirirken insana ait üç temel fonksiyon olan düşünme, hissetme ve aksiyonda bulunma (pratiklik) fonksiyonlarını ortaya çıkaran yapılar inşa eder. İnsanlardaki bu temel fonksiyonlar, insan ruhunun; zihnî, hissî, fizikî potansiyellerinden kaynaklanır. Her insanda bu potansiyeller, farklı derecelerde baskın ve çekinik olduğundan, insanları güçlü oldukları fonksiyonlar açısından, zihin, his ve fizik merkezli olmak üzere üçe ayırmak mümkündür. Benzer şekilde insanda ruhun fonksiyonlarını ortaya çıkaran akıl, nefis, kalb olarak tanımlanan üç ana merkez vardır. Akıl, zihin merkeziyle; kalb, his merkeziyle; nefis, fizik merkeziyle bağlantılıdır. İnsandaki melekeler de, kafaya (mücerret matematikî zekâ), kalbe (hissî zekâ) ve bedene ait (kinestetik zekâ) olmak üzere üçe ayrılır. 

İnsanda doğuştan hangi potansiyel baskın ise, onunla ilgili melekelerde çok iyi bir gelişme gösterir. Allah yeryüzünde icraatlarını yaparken ve varlıkları inşa ederken; ilim, irade, kudret gibi isim ve sıfatlarını bir arada gösteren motifler kullanır. Allah'ın kaderî programında da câri olan kader, kaza ve âtâ üçlemesini kullanarak kul ve Yaratıcı münasebetlerini sağlıklı şekilde çözümlemek mümkün olmaktadır. Yaşadığımız âlemde gerçek ve doğrular da; zihnî, hissî ve fizikî olmak üzere üçe ayrılır. Paralel şekilde her hadisenin de bilgi (kavrama dair, plân ve tasarım boyutu), his (aşk, şevk ve bağlantı boyutu) ve fizik (nesnel, pratik, aksiyon ve temsil boyutu) olmak üzere üç yönü vardır. İnsanlar da dikkat ve enerjilerini yönlendirirken ve olayları algılarken farkında olmadan hadiselerin bu üç boyutundan birine ağırlıklı olarak eğilip enerjilerini oraya akıtırlar. Bu açıdan insanlar olayları algılama, dikkat ve enerjilerini yönlendirme noktasından, hadiselerin zihin, his ve fizikî boyutunu algılayanlar şeklinde üçe ayrılırlar. Gerçekte kişilik bandları tayfı, süreklilik ve bütünlük gösterir. Gruplama ve sınıflamalar, kesintiler, insanlardaki benzerlik ve farklılıkları daha iyi anlamak ve onlara saygı duymak için geliştirilen zihnî kategorilerdir. Kişilik bantlarını çeşitli araştırmacıların farklı kriterlerine göre üç ve üçün katları şeklinde olduğu gibi, dört ve dördün katları şeklinde tasnif etme anlayışı da vardır. Bu kategoriler şimdilik çeşitlilik ve farklılığı doyurucu seviyede dikkate alan bir yaklaşımdır. İnsanları ne kadar az kategoride sınıflarsanız, o ölçüde farklılıkları yok sayar ve ortak noktaları da azaltırsınız. Dolayısıyla farklı kişilik bantlarının ortaya çıkarılması isteniyorsa, kategorize edici motif sayısını artırmak gerekir. Ayrıca insanları güçlü yanları üzerinden kategorize etmek daha doğrudur. Çünkü insanlar, genelde kendi güçlü yanlarını ön plâna çıkarırken zaaflarını örtmeye çalışırlar. İş yerlerinde de insanlar, güçlü yönleri üzerinden değerlendirilir; kendilerine ödenen ücret, onların kişiliğinin güçlü ve olumlu yanlarına aittir. İnsanların zayıf yanlarını da dikkate alarak gruplamak isterseniz, o zaman gruplamada kullanacağınız motif sayısını dörtten 9'a veya 18'e çıkarmanızda fayda vardır. Bu noktadan kaç çeşit motifte insan kişiliklerini tanımlayacağınız, tamamen bir tercih meselesi olmaktan başka bir şey değildir. 

Günümüzde insana ve olaylara yaklaşım giderek dinamik ve sistemci model ve yaklaşımlar kullanılarak yapıldığından, statik olarak ele alınan insan tanıma model sistemleri kendilerini dinamik bir yapıya dönüştürmek mecburiyetinde kalmıştır. Bugün antik dönemde Hipokrat'ın ortaya atıp geliştirdiği dört motifli insan mizacı modeli (popüler optimistler (1), mükemmeliyetçi melankolikler (2), güçlü kolerikler (fizik merkezli, idareci, duygusallıktan uzak) (3), barışcı soğukkanlılar (4) bile savunucuları tarafından dinamik bir yapıya dönüştürülmüş durumdadır. 

İnsanı tanımlamada ve kategorize etmede 4'lü, 8'li, 16'lı model sistemleri kullanan gruplar olduğu gibi, üçlü, beşli, yedili, dokuzlu sistemleri kullananlar da vardır. Hattâ bu konuda doğu ve batı ayrımı bile kısmen gözlenmektedir. Mezopotamya ve Doğu kültürlerinde üçlü ve onun katları olan sistemler kullanılırken, Eski Yunan ve Batı'da daha çok dörtlü ve onun katları olan model sistemler kullanılmaktadır. Çeşitli modellerin varlığı dikkate alındığında, her bir sistemin tarafları, sistemlerinin zaafiyetlerini kapatmak için aşağıdaki yaklaşımı geliştirmeye başlamışlardır. Gerçekte bu model sistemlerde her bir kategoride tanımlanan kişilik özellikleri her insanda az veya çok bulunur. İnsanlar, bu özelliklerden hangilerini baskın olarak veya çekinik olarak hayatlarında ortaya koyduklarına bağlı olarak kategorize edilmektedir. Yukarıda bahsedilen farklı grup sayılarına ait insan tanıma sistemi modelleri, gerçekte sentez (karma) kişilik motiflerinden oluşan insanların, zayıf, güçlü, çekinik ve baskın özelliklerini tespit ederek onları belli kişilik motiflerine kategorize etmektedir. Dolayısıyla kendi kişilik motifini belirleyen her insan, kullandığı modeldeki kişilik bandı motiflerinden kendisinde eksik ve zayıf olanları, kişiliğine katması gerekir. Kişilik gelişimi ve olgunlaşması denen hadise de gerçekte budur. Hayat yolculuğunu zevkli kılan şey de, herkesin kendini keşfederek, güçlü ve zayıf yanlarını ortaya çıkarması, zayıf yanlarını sistemde güçlü hale getirme yönünde mücadele vermesidir. 

Netice olarak, insanı tanımada hangi modeli ve sınıflamayı kullanırsanız kullanın, bütün modellerde kişilik oluşumu ve gelişimi, parçalı, dengesiz ve eksik olmaktadır. Bu eksikliği ve dengesizliği gidermek için, her insan, kişilik gelişimine ve karakter eğitimine ihtiyaç duymaktadır. Bu eğitim ise önce Kur'ân ve Sünnet esaslarına göre temellendirilmiş, kişinin fıtratının hesaba katıldığı bir eğitim olursa insana gerçek bir insan vasfının kazandırılması mümkün demektir. Bu eğitim içinde ana hedef, kişinin eksik ve zayıf yönlerini fark edip güçlendirmesi ve benliğindeki dengesizlik ve çarpıklıkları gidererek düz, sıfır bir insan olmasıdır. Çünkü Yüce Beyan'ın ifadeleri içerisinde (İsra suresi, 84), 'her insan kendi kişilik motifi (şâkilesi) üzerinde hayat yolculuğunu gerçekleştirmektedir.' Bu açıdan insana düşen ve büyük mücadele olarak tanımlanan şey, kişilik motifini tanımak ve onun üzerinde, ona takılıp kalmadan sağlıklı bir hayat yolculuğu yapabilmeye çalışmak olsa gerek.


İnsan-Hüman

25 Aralık 2011 Pazar

İnsanı Anlamada Nilüfer Sembolü


İnsanoğlu kendisini tanımada, mânâlandırmada ve iç dünyasını keşfetmede tarih boyunca sembolleri kullanmıştır. Sembollerin, insanın kompleks, kaotik ve belli bir kalıba uymayan fıtratını anlamada temsilî bir dürbün olarak kullanılması, insanlık tarihi kadar eskidir. Kadîm kültürlerde insan, varlık ağacının bir meyvesi olarak algılanmış ve insanın makro-kozmosun fihristini taşıyan mikro-kozmos olduğu sürekli vurgulanmış, "İnsan küçük bir kâinat, kâinat büyük bir insandır." denmiştir. Hakikati idrakte ve tespitte gözlenen farklılıkları izah etmede nilüfer, insan enesindeki benlik motiflerinin bir kısmını temsil eden bir model olarak kullanılmıştır. Bediüzzaman'ın, "Üçümüz de kendimizi 'Zühre', 'Katre', 'Reşha' farz edeceğiz. Zira onlarda farz ettiğimiz şuur kâfi gelmiyor. Biz aklımızı dahi onlara katmalıyız. Yani onlar maddî güneşlerinden nasıl feyiz alıyorlar, biz de mânevî güneşimizden öyle alıyoruz, anlamalıyız." şeklindeki ifadesinden sonra bahsettiği, "Zühre nâmında nakışlı bir çiçek" (bkz. Sözler, 24. 

Söz, 2. dal) nilüfer çiçeği olabilir mi? Burada sanki nilüferin maddî güneşten istifadesiyle, insanın manevî güneşten istifadesi arasında paralellik kuruluyor. 

Tabiatta, güneş ışığının ihtiva ettiği yedi rengi ve bunların alt tonlarını yansıtan nilüfer çeşitleri bulunmaktadır. Nilüferin kök, gövde ve yapraklarına konan temizleme ve arındırma sistemiyle, genetiğine kodlanmış ilâhî sanatlar sergilenerek, çamurun içinde güzel kokulu ve renkli çiçekler meydana getirilir. Bu muhteşem bitki, suyun altındaki çamurun içinden yukarıya doğru gelişir, hava ve güneşle buluşur. Sonra biz onu, kendine has güzel kokulu ve renkli çiçekleriyle müşahede ederiz. 

Çiçeğin insanı büyüleyen renkleri, hoş kokusu ile yetiştiği ortam arasında bir zıtlık vardır. Nilüfer, çevresinin pek hoş olmayan manzarasına rağmen, fıtrî olarak kendinde saklı bulunan güzellikleri ortaya koymak üzere programlanmıştır. Hattâ nilüferin yetiştiği havuzun dibi ne kadar çamurlu ve bulanıksa, su üstünde oluşan çiçeklerin koku ve renkleri de o nispette güzel olmaktadır. Nilüfer, sanki su altında karanlıkta kalmayı tercih etmemekte, sürekli yukarıya doğru seyahat ederek hava ve güneş ile irtibata geçmeyi arzu etmektedir. Güneş ve hava ile buluştuktan sonra da, hayat çemberine yazılmış mizaç ve karakterini ortaya koyarak çevresine renkli ve hoş kokulu çiçekleri sunar. Nilüfer de her canlı gibi bir dönem çiçek açar, güzelliklerini sergiler ve tohumunu bırakarak hayata veda eder. Bu tohumlar, uygun bir zaman diliminde tekrar havuzlarda ve gölcüklerde filizlenerek, su üstüne doğru çıkmaya başlar. Dolayısıyla nilüferin hayatı dairevîdir. 

İnsanın kâmil insan haline gelmesi sürecinde yaşanan hâdiseler, kısmen nilüferin hayat hikâyesine benzemektedir. İnsanlar da nilüfer gibi, toprağa bağlı gelişir; fizikî, hissî ve zihnî gelişmeyi yaşarlar. İnsandaki bu gelişmelerin hepsi, insanın mizaç ve karakter motifi veya ikisinin kombinasyonu olan kişilik motifi üzerinde gerçekleşir. Nasıl nilüferin genetiğindeki renk motifleri, onun güneşle münasebetlerini şekillendirip güneşin küllî, umumî beyaz ışığını hususîleştiriyorsa, aynen öylede insanın mizaç ve karakter motifi (kişilik) de, insanın hakikat güneşinden istifadesini etkiliyor ve hususîleştirerek çeşitlendiriyor. Bu açıdan her insan; mahiyeti gereği; hayatın, olguların ve hadiselerin 360 derecelik toplam gerçekliğini idrâk etmede ve analizde hakikati parçalara ayırıyor. Bu durum, insanın yaratılıştan getirdiği benlik dürbününde var olan aynavari motiflerin hakikat ışığını farklı şekillerde yansıtmasından kaynaklanıyor. Neticede bir hakikat çok renklere giriyor; insanlar, bir meselede mükemmeli yakalayabilmek
 için meşverete ve takım çalışmasına mecbur oluyorlar. Aynı yolda yürüyen ilim adamları, aynı konuda farklı neticelere varıyorlar. İslâmiyet içinde birden fazla tarikat ve hak mezhep doğuyor. Çocuklar, genellikle ebeveynlerinden farklı mizaçlarda doğduklarından, onların nasıl terbiye edileceği hususunda aile içi çatışmaların ortaya çıkması kaçınılmaz oluyor. Her bir farklı mizaç motifi, bir hâdisenin veya hakikatin farklı yönlerini, kısmî olarak algılar. Bu durum, "Ümmetimin ihtilafı rahmettir." hadisinin mânâ ve önemini daha da anlaşılır kılıyor. İnsanlar hâdiselere farklı nazar ve niyetle baktığından, ihtilaflar çıkar. Bediüzzaman'ın 24. Söz'ün 2. dalında 'ihtilaf'a dair söyledikleri doğrusu dikkat çekicidir: "İnsan çendân bütün esmâya mazhar ve bütün kemâlâta müstaiddir. Lâkin iktidarı cüz'î, ihtiyarı cüz'î, istidadı muhtelif, arzuları mütefâvit olduğu halde binler perdeler, berzahlar içinde hakikati araştırır. Onun için hakikatin keşfinde ve hakkın şuhudunda berzahlar ortaya düşüyor. Bazıları berzahtan geçemiyorlar. Kabiliyetler başka başka oluyor; bazıların kabiliyeti, bazı erkân-ı imaniyenin inkişafına menşe olamıyor. Hem esmânın cilvelerinin renkleri mazhara göre çeşitleniyor, ayrı ayrı oluyor; bâzı mazhar olan zât, bir ismin tam cilvesine medâr olamıyor. Hem külliyet ve cüz'iyyet ve zilliyet ve asliyet itibariyle, cilve-i esma, başka başka sûret alıyor; bâzı istidad, cüz'iyyetten geçemiyor ve gölgeden çıkamıyor. Ve istidada göre bâzan bir isim gâlib oluyor, yalnız kendi hükmünü icra ediyor; o istidadda onun hükmü hükümrân oluyor." 

Bediüzzaman aynı meselenin devamında, Zühre isimli nakışlı çiçeğin, hakikat güneşi ile olan münasebetini şu şekilde anlatmaktadır: "İşte, sen ey dünyayı unutmayan ve maddiyata dalmış ve nefsi kesafet peyda eden arkadaş! Sen "Zühre" ol. Nasıl ki o "Zühre" çiçeği, Güneşin ışığından çıkmış bir renk alıyor. Ve o bir renk içinde Güneş'in bir örneğini karıştırıp kendine süslü bir şekil giydiriyor. Zira senin kabiliyetlerin dahi ona benzer. (...) İşte bakıyoruz ki: Bir Zât-ı Kerim, ihsanıyla bizi gâyet derece tezyin ve tenvir ve terbiye ediyor. İnsan ise, ihsan edene perestiş eder. Perestişe lâyık olana, yakınlık ister ve görmek taleb eder. Öyle ise, her birimiz istidadımıza göre o muhabbet câzibesiyle sülûk edeceğiz. Ey zühre-misâl! Sen gidiyorsun, fakat çiçek olarak git. İşte gittin. Terakki ede ede, tâ küllî bir mertebeye geldin. Gûya bütün çiçeklerin hükmüne geçtin. Halbuki zühre, kesif bir âyinedir. Onda ziyadaki yedi renk inhilal ve inkisar eder. Güneşin aksini gizler. Sen, sevdiğin Güneş'in yüzünü görmekte muvaffak olamazsın. Çünkü, kayıtlı olan renkler, hususiyetler dağıtıyor, perde çekiyor, gösteremiyor. Sen şu halde sûretlerin, berzahların ortaya girmesiyle ortaya çıkan ayrılıktan kurtulamazsın. Lâkin bir şart ile kurtulabilirsin ki, sen kendi nefsinin muhabbetine dalmış olan başını kaldırasın ve nefsin güzellikleri ile lezzetlenen ve iftihar eden bakışını çekesin, gökyüzündeki Güneş'in yüzüne atasın. Hem baş aşağı rızk temini için toprağa bakan yüzünü, yukarıdaki Güneş'e çeviresin. Çünki sen, onun âyinesisin. Vazifen, âyinedârlıktır. Bilsen, bilmesen, hazine-i rahmet kapısı olan toprak tarafından senin rızkın gelecektir. Evet nasıl bir çiçek, Güneş'in küçücük bir âyinesidir. Şu koca Güneş dahi gök denizinde Şems-i Ezelî'nin "Nur" isminden tecelli eden bir lem'anın katre-misâl bir âyinesidir. Ey insan kalbi, sen nasıl bir Güneş'in âyinesi olduğunu bundan bil. Bu şartı yaptıktan sonra kemâlini bulursun. Fakat Güneş'i, nefsü'l-emirde nasıl ise öyle göremezsin; o hakikati, çıplak anlamazsın. Belki senin sıfatlarının renkleri ona bir renk verir ve kesafetli dürbünün bir sûret takar; ve kayıtlı kabiliyetin bir kayıt altına alır." 

Nilüferin hayatında iki önemli safha vardır. Birinci safha; suyun altında ve çamurun içinde filizlenme dönemi olup, bu safhada nilüfer tohumları, genetik yapılarına konulduğu gibi çimlenme ve filizlenme potansiyelini merkeze alarak onu kullanırlar. Dolayısıyla su altındaki gelişme dönemi ve bitkinin suyun altında kalan kısımları onun mizacını teşkil eder. Suyun üstüne çıktıktan sonra sahip olduğu istidadı doğrultusunda kendisini güneşe yönelterek, çiçeklenmeye başlar. Çiçeklenme ve güneşe yönelme safhası da, nilüferin karakter eğitimini oluşturur. İnsanın benlik motiflerinin gelişmesi de belli ölçüde nilüferin gelişmesine benzer. Her insan doğduğunda, farklı renkte potansiyel bir nilüfer çiçeğidir. Nasıl, yedi renkte nilüfer çiçeği var ise, baskın potansiyelleri farklı olan en az yedi kişilik grubu olduğu söylenebilir. Nilüferin farklı renklerdeki çeşitleri, güneşle olan münasebetin neticesinde ortaya çıktığı gibi; insanların manevi hakikat güneşiyle münasebeti ve ondan istifadelerindeki derece farkı da, farklı kişiliklerden kaynaklanır. Hakikat güneşinden insanın istifadesi, yaratılışından gelen potansiyellerinin oluşturduğu mizaç motifi ve karakter eğitimine bağlıdır. İnsan kalbi ve ona bağlı çalışan zihin fakülteleri, hakikat güneşine ve onun hayattaki yansımalarına ayna olur. Her bir mizaç veya kişilik, hakikatin belli bir yüzdesini görebilir. Bunun tabii neticesi olarak ayna fonksiyonu gören insan kalbi ve zihni, farklı idrâk alanlarına sahiptir. Bu aynanın psikolojideki adı, kişilik motifleri veya kişiliği oluşturan mizaç ve karakter motifleridir. Kişilik motifi, çocuğun (0-12 yaş) yaratılıştan getirdiği mizaç motifi üzerine karakter eğitiminin inşa edilmesiyle ortaya çıkar. 

Çevresinden etkilenmeden, mahiyetindeki potansiyelleri açığa çıkaran nilüfer gibi, insan da, tutum ve davranışlarıyla kendi karakterini ortaya koymaktadır. Karakter de, mizaç motifi üzerinde inşa edilen bir yapı olduğundan, insan kişiliğinin önemli bir yanı olarak kabul edilir. İnsanların hâdiseleri farklı algılama, analiz ve yorumları; farklı mizaç motiflerinde yaratılmış olmalarından ve bunun üzerine bina edilen çeşitli karakter motifleri inşa etmekten doğan farklı kişiliklerinden kaynaklanır. 

Nilüferin güneş ve havayla temasa geçtikten sonra, hoş kokulu ve güzel renkli bir çiçeğe dönüşmesi; insanın nebatî ve hayvanî yanlarının insanîleşmesi, hakikat güneşine yönelerek, zühre, katre ve reşha makamlarında barışın, huzurun, güzelliğin, iyiliğin ve doğruluğun temsilcisi olan "kâmil insan" olma süreciyle paralellik gösterir. Ancak hatırlanması gereken nokta, insanın kemale olan yolculuğunun üç kademeli (zühre-katre-reşha) oluşudur. Bu yüzden insanlar, potansiyelleri ve gayretleri ölçüsünde zühre, katre ve reşha makamına kadar, kendilerine ait kemalatlarını tamamlarlar. Nilüfer (lotus) çiçeği temsiliyle anlatılan insanileşme ve kemale erme, zühre makamına kadar olandır. Zühre makamında her insan kendi kemaline ulaşır. 

Bu hakikatten dolayı, insan nebatî ve hayvanî yönlerinin esiri olarak kalmamalı, kalb ve aklın rehberliğinde hak ve hakikat güneşine yönelmeli, kendi potansiyelleri ölçüsünde doğruyu, iyiliği ve güzelliği temsil eden insan olmaya çalışmalıdır. Nasıl nilüferin genetiğine güneşi arama ve ona yönelme temayülü konmuşsa, insanın da fıtratına hakikat güneşine yönelme eğilimi, doğru, iyi ve güzel olanda buluşma isteği konmuştur. Karakter eğitimi sırasında bu istek ve meyiller köreltilmemeli, güçlendirilmelidir. İnsan, normalde cismanî bir hayat sürmeye yatkındır. Ancak kendisine verilecek karakter ve irade eğitimi, onun bu fıtrî temayülünü kontrol altına alıp, kendisini bilgi ve bilgeliğin rehberliğinde hakikat güneşine yönelmeye, hak ve hakikat eksenli bir hayat sürmeye teşvik eder.

Sızıntı   Temmuz 2003    Sayı: 294

24 Aralık 2011 Cumartesi

Dua

Aydın Menderes'in son sözü 'dua edin' olmuş.

Milyonların aynı anda ellerini gökyüzüne kaldırarak karşılık vereceği bir rica. Çok az insanın arkasından Türkiye tek yürek olup duaya durur. Aile fertlerinden, çok sevdiğimiz yakınlardan birinin kaybı gibi. Sadece dua değil, hissedilen acı da öyle. Bugün Adnan Menderes'in anıt mezarına bizi biz yapan varlığımızın bir parçasını defnedeceğiz.

Adnan Menderes'in bundan tam 50 yıl önce idam edilmesi, tek tek her birimizin o idam sehpasına çıkartılması demekti. Adnan Menderes, Adnan Menderes olduğu için değil, halkın oyuyla iktidara gelmiş bir başbakan olduğu için asıldı. Ceza, onun şahsında tek tek bizlere kesildi. Hatta sadece Menderes'e oy verenlere değil, sandığa gidip özgür iradesi ile iktidarı belirleme hakkına sahip çıkan herkese. Bu idamla dönüp bize 'senin kararını, iradeni, iktidarını ben ipe çekerim' mesajı verildi. CHP bu idama engel olmadığı ve halkın iktidar hakkına sahip çıkmadığı için bir daha iktidar yüzü göremedi.

Aydın Menderes'in beklediği duayı 50 yıldır ediyoruz. Dua sadece bir niyaz değildir. Dua sabırdır. Dua azimdir. Dua inattır. İnat, murattır. Muradımız kendi hakkımız, hukukumuzdur. Zorbanın, zalimin, eşkıyanın tasallutuna mani olmaktır. Allah'a şükür dualarımız kabul olmuştur. Duanın gücü bugünün Türkiye'sine vücut vermiştir. Adnan Menderes beka âleminde tasa çekmemiştir. Oğlu da inşallah nasibini alacaktır.

Aydın Menderes siyasetin bilge kişisiydi. Onun zaman zaman kulislerde tedavüle giren kanaatlerinin, yorumlarının ilgi ve hayranlıkla takip edildiğine çok şahit oldum. Onu Adnan Menderes'in emaneti, siyasete dalmış çıkmış bir politikacı olarak tanıyanlar entelektüel yönünü pek bilmezler. Doktora tezimin yayımlanmasından bir ay geçmeden bir davet almış ve ilk defa o zaman tanışmıştım. Kitabımı okumuştu. O kadar ilginç yorumlar yapmıştı ki vukufuna ve birikimine şaşırmıştım. Üç saate yakın sohbet ettiğimizi hatırlıyorum. Kendisini çok iyi yetiştirmişti. Hem yerli kültüre hem evrensel birikime sahipti ve ikisini çok iyi mezcetmişti.

Entelektüel birikimi kuvvetli bir politikacıyı siyasetin gündemlerinde takip etmek insana estetik bir haz veriyor. Çünkü bu birikim, siyasete gündelik rekabetin ötesinde bir zarafet kazandırıyor. Aydın Menderes, Adnan Menderes'in hayatta kalan tek evladı olmanın ötesinde siyasetin görünmeyen eli gibi bir denge noktası oluşturdu. Hep aynı istikameti gösterdiği için pusula görevi üstlendi. Demokrasi, halkın hukuku, siyasetin aslî gayesi gibi konularda ölçüyü hiç şaşırmadan verdi.

Aydın Menderes'in politikada sağladığı prestiji bu pusula görevine bağlamak gerekir. Siyasete hırsla, tutkuyla bağlı değildi. Sanki makam, mevki, ikbal gibi hevesleri babasının hatıralarıyla birlikte geçmişte bırakmıştı. Kişisel kaprislerin, kıskançlıkların, heva u heveslerin cirit attığı siyasî arenaya hep mesafeli ve epeyce de yüksekten bakardı. Derin bir ironi duygusu ile gözler ve kendince eğlenirdi. Her şeyi yapmaya muktedir ve ehil birinin hiçbir şey yapmadan bilgelik koltuğunda ısrarla oturması, galiba Türkiye politikasının derinlerde işleyen güçlü regülatörlerinden biriydi.

Ağabeylerinin akıbeti, kendisinin bir kaza sonucu malûl kalması 50 yıllık tarihimizin sembolik özeti gibiydi. Adnan Menderes'e ağlarken kendimize acıdık. Oğlu için dua ederken kendi kayıplarımıza dua etmiş olacağız.

50 yıllık Kerbela acısı. Muharrem ayının son günündeyiz. Hüseyin'in son evladını dualarla uğurluyoruz. Babasına selam söylesin. Mekânı cennet olsun.


MÜMTAZ'ER TÜRKÖNEZAMAN

Harem'den Mektebe


Yitik Hazine logosuyla okur karşısına çıkan Harem’den Mektebe isimli kitabında Songül Keçeci Kurt, Osmanlı Devleti’nde kadın eğitimini sorguluyor. 

Harem’deki kadınların gelenekselleşen eğitiminden Osmanlı Devleti’nin farklı coğrafyalarındaki kızların okuma serüvenine uzanan geniş bir perspektife sahip olan kitap, Devlet-i Aliye’nin son dönemlerine doğru yoğunlaşan kız okullarını da teferruatlı olarak okura sunuyor. 

Demek ki Osmanlı Devleti’nde kadınlar zannettiğimizden daha da aktifmiş diye düşündüren birtakım bilgiler ışığında yazar, İnas Rüşdiyeleri, kız idadîleri, yüksek öğretimde İnas Darülfünunu, meslekî eğitimde Kız Sanayi Mektepleri, Ana Mektebi, Ebe Mektebi, İnas Sanayi-i Nefise Mektebi [Kız Sanat Okulu] ve Cumhuriyet Dönemi’ne de damgalarını vuran kadınları yetiştiren Kız Öğretmen Okulları gibi kızlara özel açılan birçok eğitim yuvasına dair bilgiler aktarıyor. 
Kitap hem kültür tarihimize hem de Osmanlı’dan bugüne uzanan eğitim serüvenimize tarihî belgeler eşliğinde ışık tutuyor. Bu yönüyle bakıldığında bu çalışma, tarihçilerimiz kadar eğitimcilerimizi de ilgilendiren bir eser gibi görülebilir.