Popüler Yayınlar

12 Aralık 2011 Pazartesi

Üç Şiirin Penceresinden

Hakikate tercüman olmak kolay mı? Her söz gibi, şiir de ancak gönülden kopup geldiği, dosdoğru, samimi, katışıksız olduğu ölçüde hakikate tercüman olabilir. Evet, şiir bir sanattır; ama tasannu yani yapmacıklığı asla kabul etmeyen bir sanat. 

Arş-ı a’zamdan alırlar vâridâtı ârifân,
Ârifân, sohbetlerini ekser eş’âr eylemiş.
M. Lutfî Efendi

“Şiir nedir?” sorusunun “çok eski ve pek çetin” olduğunu Üstad Necip Fazıl Kısakürek söylüyor. “Şiirin ne olduğu, her büyük mefhum gibi meçhul kaldı.” diyen de yine Çile şairinin kendisi. 

Meçhul kalması, hakkında hiç söz söylenmemiş olduğu mânâsına gelmiyor şüphesiz. Bilakis, tarih boyu hemen her şair, her düşünür şiire dâir bir şeyler söylemiş, tarifler getirmiş, kendi his ve düşünce dünyasına göre bir çerçeve çizmeye çalışmış. Başka türlüsü düşünülebilir miydi? Düşünülemezdi herhalde. Çünkü eşya dediğimiz ‘şey’leri ancak onları tarif ederek tanıyabiliyoruz. O tariflerle anlıyoruz ne olduklarını ya da ne olmadıklarını; neye benzediklerini yahut neye benzemediklerini. Onun için muhtacız tariflere, tanımlamalara. Hâl böyle olunca biz de idrak ve ihatamız ölçüsünde tarifler getiriyor, tanımlamalarda bulunuyoruz.

Ne var ki, “efradını câmi, ağyârını mâni” olmayan her tarifle, tanımlamaya çalıştığımız o şeyi de daraltmış oluyoruz. Şiir de öyle; tariflerle daralttığımız şeylerden birisi yani. Ufuk sahibi bir vicdanın, engin bir kalbin, zengin bir his dünyasının, derin duygu ve düşüncelerin tercümanı olan şiiri hakkıyla tarif ne mümkün hâlbuki. Meselâ, o tariflerin belki de en dar ve daraltıcı olanlarından birisi şudur: “Şiir, vezinli ve kâfiyeli söz demektir.” Oysa şiiri sadece mevzun söz şeklinde anlamak yanlış. En azından eksik. Zîrâ “ruhu cezbeden, mazmunu ve ifadesi gönüllerde hayret ve hayranlık uyaran nice mensur sözler var ki, her biri başlı başına birer şiir âbidesidir.”1

Şiir nedir sorusunun cevabını bir ya da birkaç tarife sığdırmak mümkün olmadığı gibi küçük bir makale çerçevesinde sunmak da kolay değil. Biz burada şiire dâir bazı düşünceleri paylaşmak, özellikle de üç şiirin penceresinden konuya bakmak istiyoruz. 

Şiir bir sanat. Sırlı, sihirli, büyülü bir sanat. Hislerin, akıl ve düşüncenin bir arada arz-ı endam ettiği, güzellik ve estetik boyutları önde olan edebî bir sanat. Çile şairi, şiiri ona tayin ettiği hedefle tarif ediyor ve şiirin Mutlak Hakîkat’i arama işi olduğunu söylüyor. Ona göre şiir bu arama işini usûllerin en ince ve en girift olanıyla yapar. Mutlak Hakîkat ise Allah’tır. Şu mısralar ona ait: “Anladım işi, sanat Allah’ı aramakmış/ Marifet bu, gerisi çelik-çomakmış.” Kırık Mızrap şairinin dilinde bu mânâ, “Her sanat dalı gibi şiir de neticesi itibariyle Namütenâhî ile sarmaş dolaş değilse kısır ve sönüktür.”2 ifadeleriyle karşımıza çıkıyor. 

Şiirin dolayısıyla da şairin önüne böyle yüce bir hedef koyan Üstad Necip Fazıl, böylece, “Şiir anlaşılmak için değil, duyulmak içindir; şair de bir hakîkat habercisi değildir.” diyerek mısraları sembollerin buğulu dünyasına hapsedenlere gereken cevabı vermiş olmaktadır. Cevabı şu ifadelerle vermek de mümkündür: Şiirde ne şekil mânâya ne de mânâ şekle feda edilmeli, ikisi de bir intizam içerisinde ortaya konmalıdır. Şiir anlaşılmak için yazılır ve gerçek şair bir hakikat habercisidir.

Hakikate tercüman olmak kolay mı? Her söz gibi, şiir de ancak gönülden kopup geldiği, dosdoğru, samimi, katışıksız olduğu ölçüde hakikate tercüman olabilir. Evet, şiir bir sanattır; ama tasannu yani yapmacıklığı asla kabul etmeyen bir sanat. Sadece Hakk’ın hoşnutluğu gözetilir, tekellüfe girilmezse şiirin kelimeleri hayat bulur, can bulur. Hak nezdinde ve halk katında kabul görür, okuyup dinleyenlerin ruhlarında tesir meydana getirir. Şairin deyişiyle böyle şiirlerin şairleri yüksek ruhlar taşırlar; onların kalbleri âdeta birer hokka, Rûhu’l-Kudüs’ün solukları da o hokkanın mürekkebidir.3 Eğer böyle olmazsa sönük ve cansız kalır, dinlenilmez, okunmaz ve sahibine de pek bir şey kazandırmaz. 

Bunları düşünürken istiklâl yıllarımızın muzdarip şairi Mehmed Âkif’i hatırlamamak mümkün değildir. Safahat’taki ilk manzumesinde, şiirlerinde bir tasannu ve tekellüfe girmediğini söyleyen şair, “bir yığın söz ki, samimiyeti ancak hüneri” der. İşte o samimiyettir ki, gönülleri İstiklal Marşı’mızın bu büyük şairine taht yapmıştır. Enfes bir tarif vardır hani; “Şiir bir yürek hoplaması, bir ruh heyecanı ve bir gözyaşıdır. Aslında gözyaşları da kelimelere başkaldırmış saf birer şiirdir.”4 diye. İşte böyle durudur Akif’in şiirleri, gözyaşları kadar duru, yürekleri hoplatacak, ruhlarda heyecan uyaracak kadar duru. Zaten o da şiirini, “Aczimin giryesidir bence bütün âsârım.” diyerek tarif eder. 

Şair bir tevazu insanıdır aynı zamanda. Haddini aşan ya da kalbinin derinliklerinden kopup gelmeyen iddialı mısralar döktürmez. Yalandan ve her türlü abartıdan alabildiğine uzaktır. Yunus gibi gönülden iki mısra söylemeyi, Firdevsî gibi yaldızlı destanlar kesmeye tercih eder her zaman. Meselâ, söylediği zaman kendinden geçmiyor, ruhunu cezb ü incizab dalgaları arasında bulmuyor daha doğrusu kaybetmiyorsa, “Ne zaman Sen’i ansam, kararım kalmaz Allah’ım!” demez. Ne kadar kâmil olursa, kendini o kadar nâkıs ve eksik görür. Akif’in, “yükseklerdedir, yetişilmez” diye sena ettiği merhum Süleyman Çelebi’nin, Allah Rasûlü’nü yâdettiği muhteşem Mevlid isimli şiiriyle ilgili yine kendisine ait şu mısralar söz sahiplerinin her zaman takınmaları gereken tevazu tavrını ne güzel ifade eder:
“Dahî her kime erişe bu kitap, 
Kılmasın bize hatasi’çün itap.

Lûtf ile ma’zur tuta eksikliğin, 
Demesin hiç kimseye eksikliğin.

Şairi gibi bunun eksiği çok, 
Olmaya bir beyti ki, eksiği yok. 

Ger nazar kılsalar eksik sözüne,
Uğramayalar bir eksiksizine.

Gerçi tâmm u nâkısı kâmil bilir,
Kâmil olan, cümleyi kâmil bilir.

Onların ki eksiği çok işinin,
Eksiğin gözler olur her kişinin.”5

Malumdur ki, Yüce Furkan şiirin de iyisiyle kötüsünü ayırır ve şairleri pozitivizm, rasyonalizm, romantizm, naturalizm, realizm, sürrealizm, idealizm… gibi şeytana âlet olabilecekleri vadilere yuvarlanmaktan sakındırır. İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhisselam) da hak ve hakikati dile getiren şiiri “hikmet” olarak görür. Hazreti Ömer (radiyallahü anh), şiirin faziletli kalbleri şefkatle doldurduğuna işaret ederek çocuklara da şiir öğretilmesi tavsiyesinde bulunur. Aynı tavsiyeyi Hazreti Âişe (radiyallahü anhâ) da seslendirir ve “Şiir, iyisi de kötüsü de olan bir sözdür; siz çocuklarınıza güzel şiirler öğretin de dilleri tatlılaşsın.” der. 

Alvarlı Muhammed Lutfî Efendi’nin tam da bu konu hakkında kaleme aldığı şöyle güzel bir manzumesi vardır:
Zevk-i dilden dûr olanlar şi’ri inkâr eylemiş,
Sıdk ile Sıddîk-i Ekber şi’ri tekrar eylemiş.

‘Cüd bi lutfik yâ İlâhî men lehû zâdün kalîl!’,
Bu münâcâtında mevzûn aczin izhar eylemiş.

Kıl nazar Münebbihatta çâr-i yârin şi’ri var,
Na’t-i peygamber ise eş’ârı dür-bâr eylemiş.

Bu Muhammed ümmetinde nice bin Hassan var,
Şâirâne Zât-ı Pak, Hassân-ı serdâr eylemiş.

Arş-ı a’zamdan alırlar vâridâtı ârifân,
Ârifân, sohbetlerini ekser eş’âr eylemiş.

Nem alırsa gülbün-i dil enhâr-ı eş’ârdan,
Lutfiyâ bu zevk-i eş’âr kalbi gülzar eylemiş.6

M. Fethullah Gülen Hocaefendi, Yağmur dergisinin Ocak-Mart 2000 tarihli sayısında yayımlanan, “Dar Bir Açıdan Şiir” başlıklı geniş makalesinde ‘hakîkî şiir’in koordinatlarını verdikten sonra ifadelerini, “Gayesiz, ruhsuz, nesepsiz, silik sözlerin bir zift gibi ufkumuzu kararttığı günümüzde, hakîkî şiire ne kadar susadığımız açıktır.” diye tamamlıyordu. Biz de bu konuyu bir şairimizin, Ahmed Kuddûsî’nin (v. 1849) hakîkî şiirle alâkalı bir manzûmesiyle tamamlamak istiyoruz. 

Şol şi’r kim sâmii giryân u sekrân eylemez,
Yok halâvet anda hîç atşânı reyyân eylemez.

Ehl-i hâle ehl-i hâl şi’ri verir zevk u safâ,
Ehl-i zâhir sözünü hâl ehli burhân eylemez.

Şâirânın kalbleri Hakk’ın hazâini imiş, 
Hem mukallid sözleri uşşâkı hayrân eylemez. 

Ehl-i hâlin kalbine ilhâm eder şi’ri Hudâ,
Ehl-i zâhir sözleri irşâd-ı ihvân eylemez.

Ehl-i hâlin sözleri îkaz eder gafilleri,
Ehl-i zâhir şi’ri ışk u cezbe ityân eylemez.

Ehl-i hâlin sözleri haktır ki Hak’tan söyler ol,
Ehl-i zâhir sözleri teşvîk-i yârân eylemez.

Var nice şi’r-i fasîh mevzûn, belâgatli, rakîk,
Okuyanlar, dinleyenler kesb-i irfân eylemez.

Kuvvet-i ilm ile söyler şi’ri çok ehl-i kemâl,
Âşıkın bağrın yakıp ışk ile biryân eylemez.

Bî-tekellüf söylenen söz aşıka hâlet verir,
Külfet ile söylenen işfâ-ı ‘atşân eylemez.

Ehl-i hâlin şi’ri kulûba ok gibi te’sîr eder,
Ehl-i zâhir şi’ri kalbde dostu mihmân eylemez.

Gerçi var hüsn-i fesâhat yok velâkin lezzeti,
Âkili medhûş edip aklın perîşân eylemez.

Hal ile söylenmeyen söz şi’r-i Kuddûsî gibi,
Mâsivâ hubbuyla âbâd gönlü vîrân eylemez.7

Dipnotlar
1 Gülen, Fethullah, Ölçü veya Yoldaki Işıklar, s. 58.
2 Gülen, Fethullah, Ölçü veya Yoldaki Işıklar, s. 58.
3 Gülen, Fethullah, Ölçü veya Yoldaki Işıklar, s. 55.
4 Gülen, Fethullah, Ölçü veya Yoldaki Işıklar, s. 57.
5 Şöylece anlamak mümkündür: “Bu eseri okuyan, hatalarından dolayı bizi kınamasın. Lûtf edip eksiklerini mazur görsün, hiç kimseye de eksiklerinden bahsetmesin. Şairi gibi bunun da eksiği çoktur; adeta eksiği olmayan bir beyti yoktur. Bunda kusurlu söz arayanlar, sözün kusursuzuna rastlayamazlar. Aslında, tam nedir, noksan nedir, onu ancak kâmil olanlar bilir; onlar da herkesi kâmil bilir, kâmil görürler. Kim ki, eksiği çoktur, ona göre kusursuz hiç kimse yoktur.” (Mevlid, Haz. Neclâ Pekolcay, sh. 56)
6 Yaklaşık olarak şu manaya gelir: “Lisan zevkinden mahrum olanlar şiire hor bakmışlar. Hâlbuki Sıddîk-ı Ekber olan Hazreti Ebû Bekir (radiyallahü anh) hep şiirle içli-dışlı olmuş ve ‘Ya Rab, azığı pek noksan olan bu kuluna kereminle muamele et’ diye başlayan meşhur kasidesinde manzum şekilde aczini ortaya koymuştur. Dilersen bir de İbn Hacer’in Münebbihat isimli eserine bak; orada dört dost olan Hazreti Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali (radiyallahü anhüm ecmaîn)’in şiirlerini göreceksin. Allah Rasûlü’ne yazılan na’tlere gelince onlar şiir deryalarının incileridir. Ümmet-i Muhammed içerisinde, Zât-ı Pak olan Efendimiz’in şairlere serdar eylediği Hassan b. Sâbit gibi nice şairler var. Vâridâtını arş-ı a’zamdan alan ehl-i irfan da çok zaman eserlerini şiir tarzında ele almışlar. Gönlün gül ağacı eğer şiir nehirlerinden alırsa suyunu, işte o zaman şiir zevki kalbi gül bahçesine çevirir. (Hulasatü’l-Hakâyık/sh.297)
7 Günümüz dilinde şöylece ifade edebiliriz: “Öyle şiirler vardır ki, dinleyenin ne gözünü yaşartır, ne de onu kendinden geçirir. Ne bir tadı vardır ne de susayanları suya kandırır. Hal ehline ancak hal ehlinin şiiri zevk u safâ verir. Zâhir ehline gelince, ehl-i hal onların sözlerini delil kabul etmez. Gerçek şairlerin kalblerinde Hakk’ın hazineleri saklıdır. Taklitçilerin sözleri âşıkları hayran eylemez. Gönül ehlinin söylediği şiirler Hakk’ın ilhamlarıdır. Kalıba takılanların sözleri okuyanları irşad etmekten uzaktır. Ehl-i halin sözleri gaflete dalanları uyandırır, ehl-i zâhirin yazdığı şiirlerle ne aşka erilir ne de cezbeye gelinir. Hal ehlinin sözleri dosdoğrudur, çünkü onlar hep Hak’tan söylerler. Zâhir ehlinin sözleri kimseyi şevke getirmez. Nice fesâhatli, vezinli, belağatlı, ince ince dizilmiş şiirler vardır, fakat gönülden kopup gelmediği için okuyup dinleyenler ondan zerre irfan alamazlar. Bir bilginin ürünü olan şiirler vardır bir de, fakat kalbin sesi soluğu olmadığından dolayı âşıkların sinelerini kebaba çeviremez. Söz tekellüfsüz söylenmişse âşıkları ‘hal’den ‘hal’e gezdirir. Tekellüflü söze gelince, onda âşıkların derdine derman bulunmaz. Ehl-i halin şiiri kalblere ok gibi tesir eder. Ehl-i zahirin şiiri kalblerde Allah hissi hâsıl etmez. Söyleyiş güzelliği olan nice şiirler var, lâkin içi boş olduğundan dolayı akılları dehşete salmaz. Ezcümle, kalbin güçlü soluklarının ürünü olmayan sözler ve şiirler, masiva sevgisiyle dolmuş gönülleri âbâd etmekten uzaktır.” (Ahmed Kuddûsî, Divan, sh. 69)

Mustafa Yılmaz

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder