Popüler Yayınlar

10 Aralık 2011 Cumartesi

Dostça / Sevginin Öbür Adı





Yazar öncelikle niçin yazdığını bilmek zorunda. Aksi takdirde, hedefsizlik ve maksatsızlık kalemin yolunu keser. Niçin yazdığını bilmeyen kalem, bir süre sonra teklemeye, kekelemeye başlar; ardından "niçin'lerin girdabına düşüp, tereddütler gayyasında kaybolur.

İlk yazı ile son yazı genelde çok zor yazılır. İlk yazıda buluşmanın heyecanı, son yazıda ise ayrılığın acısı var. "Vuslat" da, "firak"da yamandır kısacası. Boşuna mı "vuslat" ve "firak", edebiyatımızın en çok kullanılan kelimeleridir.

"Başlamak, bitirmenin yarısı" derler. Planlı programlı, aklı başında bir başlangıç yapmak gerçekten de bitirmenin yarısıdır. Bilgi, belge, gözlem, mantık, inanç, üslup, estetik, sağduyu, sevgi, engin ufuk, istidat ve dinamik düşünce de öteki yarısı olsa gerek. Her kesimle diyalog kurma hasretini de bunlara eklemek lazım.

İnançla gayreti, azimle sebatı, i-limle imkanı birleştirebilirsek, karşılıklı misyon tamamlanır.

Yazar, öncelikle niçin yazdığını bilmek zorunda. Aksi takdirde, hedefsizlik ve maksatsızlık kalemin yolunu keser. Niçin yazdığını bilmeyen kalem, bir süre sonra teklemeye, kekelemeye başlar; ardından "niçin"lerin girdabına düşüp, tereddütler gayyasında kaybolur.

İnsan, kalemi eline aldığı gün ne yazacağından çok, niçin yazacağını sormalı kendine. Sorunun cevabı yoksa, yahut cevabı var da yazar bulamamışsa, hiç davranmamalı yazmaya; zira yazmak, problemleri çözmeye yönelik bir eylem biçimidir; oysa niçin yazdığını bilmeyen kalemin bizatihi kendisi problem olur.

Eyleminin "niçin'ini bulamamış insan, tereddütlerini yenememiş, kendini kendi içinde çözememiş demektir. Bu durumda, problem çözme iddiasıyla birlikte kalem de boşluğa düşer.

Evet, yazar öncelikle niçin yazdığını bilmeli...

Bu iş, zevk için olmaz. Zira zevk için yazan, kendine yazar. O zaman da yazdıklarını yayınlamaz, kendine saklar. Yazmak, ayrıca, bir ömür törpüsüdür. Zindanların göz kırpması da işin cabası.

Para için de olmaz....

Çünkü "para" dediğimiz "el kiri", en az yazarın elini kirletir. Türkiye'de kalemiyle hayatını kazananların sayısı, çok çok iki elin parmakları kadardır.

Şöhret için hiç olmaz...

Yazarak şöhrete ulaşmak en yorucu, en yıptarıcı ve en uzun yoldur. Üstelik şöhretin getireceği tatmin duygusu geçicidir. Bir başka şöhrete geçtiğiniz anda herşey biter. Oysa "yazar", geçici lezzetlerin peşinde değil, kalıcılığı arayan insana derler.

Peki ama, niçin yazarız?..

Yazmak, bir bakıma sonsuza uçmak, sonsuzu istemek, ebediyeti talep etmektir. Ebediyete talip olan insan, dünyada bırakacağı şöhrete de, servete de tenezzül etmez.

Yazarın ebedi emelleri olmalı. Bu da, Allah'a katıksız iman ile o-lur. İnançsızlık ise, kainatı ve tabii insanı manasızlaştıran bir şeytan büyüsüdür. Büyüden kurtulmadıkça yazar kendini keşfedemez, kendinde saklı kainatı göremez, kendi varlığında gizli ihtişamı ve düzeni kavrayamaz; sonuçta yazmak dahil her şey, anlamını yitirir. Yazar da, kendi içinde ya kendini yitirir ya da tümüyle tüketir. Kalem, ancak ebediyeti yazarsa abideleşir. Doğu'dan ve Batı'dan bazı yazarları abideleş-tiren sır burada saklı. Bu sırda, Allah eksenli sevginin insanı ve tüm kainatı temel manasıyla kucaklayan ayrı bir sır daha var. Bunu salim düşünce ile sanatı kalemle buluştu-rabilenler yakalayabilir. Ve ancak bunu başarabilenler, kendi çağlarından taşıp gelecek çağlarla ku-caklaşabilirler.

Şu halde yazmak geçici bir heves de değil, çağı sarıp, çağlar ötesine uçan bir sevgi yumağıdır.

Gazete, günün tarihi; dergi, hür tefekkürün kalesi; her yazı günü geleceğe bağlayan köprü; yazmak bir "mukaddes eylem", bir büyük "inşa" ve "ifşa"; biraz tespit, biraz teşhis, ama en önemlisi tebliğdir yazmak. Yazar, hem "kul" hem de "kül" olabilme hasreti; kalem ise,hem kendi döneminin şahidi, hem de geleceğe bir sırat köprüsüdür. Kalem ucu yolculukta Cennet'e girmek de mümkün, Cehennem'e düşmek de...

Genellikle kalem silaha benzetilir. Oysa kalemin kalıcı gücü yanında silahın gücü pek sönük kalıyor. Buna rağmen, her alanda gücün zirvesine çıkan Osmanoğlu'nun roman gibi bir güce iltifat etmemesi, özellikle romancıları hep düşündürmüştür.

Çünkü biliyoruz ki, Rus, kendi mitini ve muhitini koymuş romana...

Batı, kendi medeniyetinin felsefi temellerini dünyaya yansıtmış romanla; ve dünyayı etkilemiş. "Ro-benson"larında, "Seksen Günde Devri Alem'lerinde "benci" ve "bireyci" nutkunun kürsüsünü inşa etmiştir. Geçirdikleri tarihi istihaleleri dökmüşler romana...

Dünkü Amerika serüvenciliğini yansıtmış, romanı kullanıp ardından sinemaya dönüştürerek, hem kendine bir tarih oluşturup köksüzlükten kurtulmuş, hem de kendi toplumuna teşebbüs gücü aşılamış.

Romana bunca misyon yüklemek belki fazla; ne var ki, daha fazlası yüklenmiş aslında; sığır çobanlarını kahramana dönüştürmeyi ve köksüz bir toplumu "süper güç" haline getirmeyi başka hangi güç başarabilirdi.

Bunlar eksikleriyle birlikte gerçekler. Yani sanatın toplumsal etkisi inkar edilemez.

Öyleyse, kendi zamanı içinde hem adaletin, hem de onu sağlayacak güçlerin simgesi sayılan Osma-noğlu - hadi kıssalarla, menkıbelerle hikayenin boşluğunu doldurdu diyelim - niçin romana yönelmedi? Hatta romana neden direndi?..

Sesli düşünelim: Acaba Osmanlı'nın romanla hiçbir ilgi bağı kurmaması, romanın temel misyonunda aranabilir mi?

Romanın misyonu teşhir, teşhirin malzemesi ise aşırı merak, yani tecessüstür.

Rahmetli Cemil Meriç, romanı çok meraklı, hatta fazla mütecessis bulur; her yere girip, her evi maktaından keserek tüm mahremiyet-leriyle toplumları teşhir ettiğini söyler. Bu konuda Batı romancılığının ilk numunesi "Topal Şeytan"ı örnek gösterir.

Gerçekten de, "Topal Şeytan", Batı'daki pek çok evin çatısını açmış, aile mahremiyetini teşhir mız-rağıyla kalbinden vurmuş, ayrıca toplumsal kusurları dünyaya ifşa etmeye başlamıştır.

Soru şu: Osmanlı ifşacı mı, inşa-cı mı?

İfşacı olmadığı kesin. Çünkü, Osmanlı Müslümandır. Ve İslam'da hem aşırı tecessüs, hem teşhir, hem ifşa yasaktır.

İslam'da teşhir yok, ifşa yok; bunun yerine tespit, isbat ve tebliğ var. Osmanlı, galiba bu çerçeveyi e-sas alarak kendini teşhir ve ifşadan kaçındı. Toplumsal çizgiyi tespitte, ispatta ve tebliğde aradı. Mesela Koçi Bey Risalesi ile benzerleri, toplumun kendi kendisini teşhir etmeden, bir yeniden yapılanma arayışıdır.
Burada şöyle bir tespit yapmakta sanıyoruz mahzur yoktur: Osmanlı'nın namus telakkisi bütün a-ileyi, hatta bütün toplumu mukaddes bir sır perdesine sarar ve top-

İfşacı olmadığı kesin. Çünkü, Osmanlı Müslümandır. Ve İslam'da hem aşırı tecessüs, hem teşhir, hem ifşa yasaktır.

İslam'da teşhir yok, ifşa yok; bunun yerine tespit, isbat ve tebliğ var. Osmanlı, galiba bu çerçeveyi e-sas alarak kendini teşhir ve ifşadan kaçındı. Toplumsal çizgiyi tespitte, ispatta ve tebliğde aradı. Mesela Koçi Bey Risalesi ile benzerleri, toplumun kendi kendisini teşhir etmeden, bir yeniden yapılanma arayışıdır.

Burada şöyle bir tespit yapmakta sanıyoruz mahzur yoktur: Osmanlı'nın namus telakkisi bütün a-ileyi, hatta bütün toplumu mukaddes bir sır perdesine sarar ve toplum, sırrını, sadece namahrem olmayan nazarlara açardı.

Bu, hem insani ve vicdani bir yaklaşımdır, hem de İslami... (Tabii romanın Müslümanlaştırılması bahsi ayrı bir tartışma konusudur)
Muhtemelen Osmanoğlu'nu heykelden uzak tutan da aynı yaklaşımdır. Çünkü Osmanlı, bedii zevklerde bile ebediyet arayan vahiy medeniyetine mensuptur. Dünyayı ahiretin tarlası sayan bir kültürün çocuğudur. Vahiy medeniyetinin çocuğu, fani zevkleri tatmin uğruna bazı bid'aları dünyasına sokmaz.

Osmanlı, heykel dikmek yerine ebedi abideler dikmeyi seçti. Muhitini baştan başa çeşmelerle, kubbelerle, sebillerle, köprülerle, hanlarla, kervansaraylarla, aşhaneler, bi-marhanelerle süsleyip, bunların bekası için vakıflar vücuda getirdi.

Onun nazarında ebedileşmenin ölçüsü heykel yontmak değil, bir mabede imza atmak ya da insanlığın hayrına hizmet edecek bir medrese yapıp, ona kubbe çakmaktı.

Gazete günün tarihi, dergi hür tefekkürün kalesi, her yazı günü geleceğe bağlayan köprü, yazmak bir "mukaddes eylem", bir büyük "inşa" ve "ifşa'1; biraz tespit, biraz teşhis, ama en önemlisi tebliğdir yazmak. Yazar hem "kul" hem de "kül" olabilme hasreti; kalem ise hem kendi döneminin şahidi, hem de geleceğe bir Sırat Köprüsüdür. Kalem ucu yolculukta Cennet'e girmek de mümkün, Cehennem'e düşmek de...


Özenle yontup, her birini sanat eserine dönüştürdüğü mezar taşlarında bile ebediyet emelinin yansımaları açıkça görülür.

Öte yandan, bugün müzelerde zevkle seyrettiğimiz şaheser beşiklerde insana verilen değerin ölçüsü saklıdır.

Eğer kalemimiz aynı ölçüyü tut-turabilir, "sevginin öbür adı" olabilirse...

Gözlerimiz her Müslümana "kardeş", her insana "türdeş" açıdan bakabilirse....

Belki harcanacak kağıda ve emeğe değer.
Haydi hayırlısı!




 Yağmur
 - 



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder